“Nâzım Hikmet’i Türkiye’den ayrılıp Romanya’ya ayak bastığı günden ölümüne kadar adım adım” izleyen Zekeriya Sertel, bakalım onu ve o zamanki Sovyetleri nasıl anlatıyor. Nâzım Hikmet’in Son Yılları (Milliyet Yayınları, 1978) adlı eserde Zekeriya Sertel şunları yazıyor:
“Burada (Bükreş’te) herşey ve herkes emrindedir. Romen hükûmetinin değerli bir misafiri olarak onu ağırlamak için hiçbir şey esirgenmemektedir… (Nâzım) Romanya’da uzun bir süre kalmaz. Misafirliğini kısa keser. Bir an önce Moskova’ya, hayâl ettiği ikinci vatanının başşehrine gitmek için sabırsızlanmaktadır.” (s. 21)
“Nâzım bir komünistti. Onun da ikinci vatanı, idealinin vatanı olan Sovyetler Birliği idi… Moskova’ya yerleştiği zaman dünyaya yeni doğmuş gibi kendini ter ü taze duymuştu.” (s. 29)
Şimdi de 30 Haziran 1951’deki Cumhuriyet gazetesinin haberini hatırlayalım: “Stalin’in şakşakcısı bundan sonra vatanının Rusya olduğunu, şehrinin Moskova bulunduğunu da söylemiş ve Stalin’in bayrağı altında vazife göreceğini kaydetmiştir.”
Yine Zekeriya Sertel’e dönelim. İsveç’teki işçilerle konuşurlar ve onların ne kadar refah içinde olduklarını görürler. Devamını kitaptan okuyalım.
“Otomobile biner binmez,
– Nâzım dedim, turnayı göz ünden vurdun. Bundan daha güzel bir röportaj konusu olamaz.
Alay ettiğimi sanarak kızdı ve sonra,
– Deli misin, dedi.
– Niye, dedim.
– Ben bu gördüklerimi yazarsam, beni Sovyetler’den kovarlar da ondan. Bilmiyor musun, Moskova Radyosu, televizyonu ve Sovyet gazeteleri durup dinlenmeden kapitalist memleketlerdeki işçilerin sefaletinden, ırgatlığından, açlığından söz eder. Sovyet işçisinin görülmemiş refah ve hürriyete kavuştuğunu söyler. Ben bunun tersini nasıl yazabilirim?” (s. 121-122).
Helsinki’de de aynı refahı görünce Nâzım Hikmet’in “kendi kendini teselli için” nasıl “izah yolları” bulduğunu yine Sertel’den okuyalım.
“– Tabiî kardeşim, diyordu, herifler yüzyıllarca harp yüzü görmemişler, bütün varlıklarını daha iyi yaşamaya harcamışlar. Okullarını yapmışlar, başka milletleri sömürmüşler, işin keyfine varmışlar. Sovyetler’de öyle mi? Birinci, İkinci dünya savaşları, iç savaşlar, Çarlık devrinin kötü kalıntısı. Okul yok, yol yok, hastane yok, sanayi kurulmamış, devrimden sonra her şeyi yeni baştan yapmak zorunda kalmışlar. Hayatları savaş içinde geçmiş. Onların çektiğine bu milletler bir gün katlanmazlar. Hele dur, açlıkla, gerilikle, yoksulluklarla savaş bitsin, onlar da bir refah yoluna girsin o vakit sen seyret sosyalist dünyayı.” (s. 126).
Nâzım Hikmet’in Komünist Parti ile ilişkileri için de Z. Sertel şunları yazıyor:
“Nâzım parti disiplinine uymak için elinden geleni yapmaya çalışırdı, ama bir an gelir patlayıverirdi. İşte o vakit arkadaşlarının gözünde bütün kazandıklarını bir anda yitirirdi. Bu hâl onu çok üzerdi.
– Bak şu partinin başında bulunan arkadaşlara, derdi, hiçbirinin ciğeri beş para etmez. Kafaları işlemez. Ama boyun eğmesini, sıkı disipline uymasını becerdikleri için partice şerefli mevkilere geçerler. Bana bunu çok görürler.
Nâzım Hikmet bütün hayatında bu haksızlığa isyan etmiştir. Hattâ bu yüzden bir kez İstanbul’da partiden bile çıkarılmıştır. Moskova’da ikinci bir kez böyle bir akıbetle karşılaşmamak için elinden geldiği kadar parti çizgisinin dışına çıkmamaya çalışırdı.” (s. 141).
Nâzım Hikmet’in sığındığı Stalin’in cinayetleri hakkında yine Sertel’e kulak verelim. “Moskova’da Bolşevik Komünist Partisi’nin 20’nci kongresi toplandı. Bu kongrede o vaktin parti ve hükûmet Başkanı Kruşçev ilk kez Stalin’in işlediği zulüm ve cinayetleri ortaya döktü… Stalin döneminde kolhozlara girmek istemeyen dört buçuk milyon köylünün öldürüldüğü biliniyordu… Stalin 1937 ve 1948 yıllarında katliam denilebilecek iki büyük temizlik yapmıştı. O tarihte yüzyıllardan beri Kırım’da yaşayan bir milyon Türk’ü, 24 saat içinde çocukları, ihtiyarları, hastaları, gebe kadınları ve gençleriyle evlerinden söküp trenlere bindirerek Kazakistan çöllerine atıvermişlerdi. Azerbaycan’da -ki o vakit üç milyon nüfusu vardı- doktoru, yazarı, öğretmeni, sanatçısı, aktörü, bestecisi vs. ile otuz bin genci 24 saat içinde evlerinden alıp Sibirya’ya sürmüşlerdi. Özbekistan’da yarım milyon insan aynı akıbete uğramıştı. Türkmenistan’da kalburüstünde adam bırakılmamıştı.” (s. 160-161).
İşte Nâzım Hikmet’in “ikinci vatan” olarak seçtiği Sovyetler Birliği böyle bir yerdir ve Nâzım bir “sıra neferi” olarak böyle bir rejime hizmet etmiş; Türkiye’nin de tıpkı akibetleri yukarıda anlatılan Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi bir Sovyet sosyalist cumhuriyeti olması için çalışmıştır. Bu maksat için çalışan Türkiye Komünist Partisi’nden ikinci kez atılmamak için “elinden geldiği kadar parti çizgisinin dışına çıkmamaya” özen göstermiştir.
Ne dersiniz eski ve yeni sosyalistler, eski ve yeni Nâzımseverler? İsterseniz Nâzım Hikmet’e hain demeyelim, Moskova’ya kaçtı demeyelim. Demeyelim ve hayatını biraz daha inceleyeyim.