Ana Sayfa 1998-2012 Yusuf Akçura Hayatı ve fikirleri (1)

Yusuf Akçura Hayatı ve fikirleri (1)

Okuyup önemli bulduğum yerlerini çizdiğim kitapları ara sıra karıştırıp küllenmiş ve silinmiş bilgilerimi tazelerim. Bazen eski fikirlerimle ters düştüğüm olur. Neden fikir değiştirmiş olduğumu objektif olarak incelerim, fikir grafiğimi çizerim. Her yeni okuduğum, duyduğum veya gördüğüm hemen kafamda diyalektik bir süreç oluşturur, herkesin kafasında olduğu veya olması gerektiği gibi… Gençliğimde 8 büyüklüğünde kaydettiğim fikrî depremleri şimdi 4 büyüklüğünde kaydediyorum. Tersi de oluyor! Sosyal hayat benim dışımda ve dinamik. Aktörler, faktörler, reel parametreler, kıymet hükümleri parametreleri hep değişiyor.

İşte aynı yöntemle Bozkurt Güvenç’in yazdığı ve bir zamanlar tartışma yaratmış olan “Türk Kimliği”1 adlı kitabı karıştırıyordum. Sayfa 30’da 12. paragrafta “Yusuf Akçura’nın Türkçülüğü”nden söz ediliyordu. 31. sayfada onun resmi ve yanında da “Unutulmuş Adam Yusuf Akçura” yazıyordu. Yusuf Akçura’ya “Unutulmuş Adam” diyen Niyazi Berkes imiş. Ben solcu diye Berkes’i okumazlık etmem. Kitaplarında az zehir(!?) ama çok bal vardır. Doğrusu, Yusuf Akçura’ya “unutulmuş” denmesi içimde infial uyandırdı, hattâ alındım diyebilirim, oysa ki Akçura ile ne hısımım ne de akraba, ikimizin de kendimizi Türk ırkına ve kültürüne nispet etmemiz dışında… Ben Türkiye’li değil, Türk’üm! Üst kimliğim de budur..! “Türkiye’li Türk!” coğrafî deyimine itirazım yok. Ama “Kazan’lı Türk”, “Kırım’lı Türk”, “Gagavuzeli’li Türk”, “Hazar’lı Türk”, “Kaşgar’lı Türk”, “Kerkük’lü Türk”, “Kıbrıs’lı Türk” vs. de özbeöz kardeşimdir… İster Musevî, ister İsevî, ister Muhammedî, ister şamanist, ister budist, ister putperest, ister ateist olsun!

Yusuf Akçura’nın adını önce ne zaman ve nerede duyduğumu veya okuduğumu hatırlamıyorum. Bildiğim şey onu tam olmamakla beraber tanıdığım idi, özellikle o’nun “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı tezini özet olarak biliyordum, etkilenmiştim. O’nun hayatını ve fikirlerini ilk olarak Muharrem Feyzi Togay’ın “Yusuf Akçura’nın Hayatı” adlı kitabında okumuştum2. Kitabın altını çizdiğim sayfalarını karıştırdım. O zamanlar, gençken, pek de Akçura’nın fikirleri ile ilgilenmemişim. Meselâ, kitabın 27. sayfasındaki “…Bu seyahatte Yusuf İstanbul ile Kazan arasındaki medenî ve umran farkına dikkat etmiştir. Maahaza Rusların İstanbul’u berbat ve çamur deryası diye tahkir etmelerine de isyan etmekten geri durmamıştır. Fakat içinden İstanbul müstakil bir Türk devleti ve memleketi olduğu hâlde Rus idaresindeki bir beldeden geride olmasına millî vicdanının belirmeğe başlamasından sonra derin teessüf duymuştur…” kısmına çarpı işareti koymuşum. Ben de Akçura’dan elli yıl sonra, 1949’da bir yedek subay olarak kur’ada çektiğim Kars’a gittiğimde bir İstanbul çocuğu olarak İstanbul-Kars ümran3 farkını görerek şaşırıp kalmıştım, üzülmüştüm. O zamanın Karslıları bana “…Rus gelende böyle yapmıştır…” demişlerdi. Beni şaşırtan her şeyin izahında bir “…Rus gelende…” vardı. Benim hudut karakol binam kerpiçtendi, tarassut kulemiz yoktu, yakıt olarak köylünün verdiği veya tehdit ile aldığımız veya çaldığımız tezeği kullanıyorduk, köpeklerimiz yanaşma idi. Rusların muhkem ve estetik taş örgü kiremit çatılı karakolları vardı karşımızda, kömür yakıyorlardı ve çelik konstrüksiyon gözetleme kuleleri ve eğitilmiş köpekleri vardı. Hudut olaylarında muhatabım olan sarışın mavi gözlü Slav ile esmer Ermeni Rus subaylar mükemmel Türkçe konuşuyorlardı. Ben ise tek kelime Rusça bilmiyordum4.

Bu “Unutulan Adam” sözcüğü bana, abonesi olduğum Türk Yurdu dergisinde Yusuf Akçura’nın adının “kurucu” olarak geçmediğini hatırlattı. Yusuf Akçura 1911-1917 yılları arasında fiilen yazılar da yazarak Türk Yurdu’nu yönetmişti. Evet, Türk Yurdu dergisini Yusuf Akçura kurmuştu hem de kuruluş sermayesini bir Kazanlı hayırseverden temin ederek. Oysa ki meselâ Cumhuriyet gazetesinin başlığının altında “Kurucusu Yunus Nadi” yazıyor. Cumhuriyet gazetesi her yıl kurucusunu anıyor ve onun adına yarışma düzenliyor ve ödül veriyor5. Ben “Türk Yurdu”nun bir “Yusuf Akçura” ödülü verdiğini hatırlamıyorum, yaşlılık işte, ne de olsa ben de Akçura’nın müteveffa oğlu Tuğrul ile yaşıtım…

Neyse ki Türk Yurdu dergilerini Lâtin harfleri ile Cumhuriyet kuşağına kazandıran Tutibay Yayınları6 1. cildin kapağına Yusuf Akçura’nın resmini basmış. Bu da bir teselli…

Bir de bizim için millî utanç olan bir husus var: Tarihimizi, coğrafyamızı, dilimizi, edebiyatımızı, dinlerimizi, antropolojimizi, arkeolojimizi vs.vs. bilimsel olarak hep, ister dinî açıdan “kâfir”, ister millî açıdan “tek dişi kalmış canavar”7 veya ekonomik bakımdan “sömürücü” veya hegemonik açıdan “emperyalist” dediğimiz uluslara borçlu olmamız. Öyle ki bugün Canavar(!?)’ın bize (ve bizler gibilere) sağladığı manevî ve maddî imkânlardan yoksun bırakılsak geriye neredeyse bir mağara cemaati kalır. Sözü uzattım, demek istediğim şu idi. Gönül dilerdi ki, Siyasî Türkçülük hareketinin ve – bence – Türkiye Cumhuriyet’nin doktrininin temelini ve fikriyatını oluşturan büyük Türk Yusuf Akçura hakkında en kapsamlı ve bilimsel kitap bir Türk tarafından yazılsın. Ama maalesef bu onur Türk olmayanlara, hani “kâfir”, “sömürücü”, “emperyalist” , “tek dişi kalmış canavar” hattâ bazılarınca – bağışlayın – “alçak” denen ulusların bireylerine aittir!8 İşte Yusuf Akçura hakkında şimdiye kadar en kapsamlı ve bilimsel kitabı yazan da bu uluslardan birinin, Fransa’nın bireyi olan François Georgeon’dir.

Bu, kendimizi başkalarından öğrenme ezikliğini, yazımın konusu olan üstat Yusuf Akçura da hissetmiş. İşte size 1994 tarihinde yayınlanan Doç. Dr. Ali Oba’nın “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu” adlı yapıtına giriş sözü olarak alıntıladığı Yusuf Akçura’nın Türk Yurdu dergisinin 16. sayısında sayfa 488’de, 1911’de yayınlanan sözlerini naklediyorum:” Vatan ve milliyet idealini mekteplerimizden değil, tesadüfen elimize geçen ecnebi kitaplardan, yahut etrafımızda, içimizde yaşayan yabancı milletlerin faaliyetlerinden öğrendik. Şu söylediklerim acı ise bile hakikat değil mi?”

Haklısınız büyük Türk! Aslında sizin hakkınızda birkaç ciltlik ilk kapsamlı kitabı ben yazmalıydım veya Kazanlı bir Türk. Sizlerin sayesinde ve sizlerden sonra çok ilerledik, neredeyse yüze yakın üniversitemiz varsa da hâlâ zihniyetimizden çağdışı bazı takıntıları atamadık, bağışlayın lutfen. Adınızı taşıyan değil bir Üniversite hattâ bir “Y USUF AKÇURA Türk Dünyası Araştırmaları Kurumu” diye bir kuruluşumuz bile yok, oysa ki siz Türk Birliği Fikri’nin babasısınız. Çağdaşlarınız “Osmanlı” ve “İslâm” patinajı yaparken siz “Türk!” dediniz! Kusura bakmayın, biliyorsunuz biz Anadolu çocukları içimizdeki inceliği dışa vurmasını beceremez ve kaba görünürüz, biraz da vefasızızdır, kadirşinas değilizdir… Bu satırları yazan ben sizin gömütünüzün Edirnekapı’nın neresinde olduğunu bile bilmiyorum… Anıtkabir ve Mevlânâ Türbesi dışında hangilerini doğru dürüst biliyorum ki…

Ben bu yazıyı yazarken şu kaynaklara dayandım. Meydan Larousse, Büyük Larousse (Milliyet), AnaBritannica (Hürriyet) Yusuf Akçura maddeleri; dip notu 2’de belirtilen Muharrem Feyzi Togay’ın “Yusuf Akçura’nın Hayatı” adlı kitabı; François Georgeon’un “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935)9 adlı yapıtı; Yusuf Akçura10, Orhan Çakmak- Atilla Yücel yapıtı; Bozkurt Güvenç’in “Türk Kimliği” (dip notu 1) adlı kitabının Yusuf Akçura maddesi; Hilmi Ziya Ülken’in, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi11 adlı yapıtının Yusuf Akçura Maddesi; Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma”12 adlı yapıtının Yusuf Akçura pasajları ve Tataristan Bilimler Akademisi Galimcan İbrahimov Dil, Edebiyet ve Tarih Enstitüsü araştırmacılarından Rafael Muhammetdin’in, “Türkçülüğün Doğuşu ve Gelişimi”13adlı yapıtı. Diğer yapıtları asla küçümsemeksizin bu son yapıtı okurlarıma öneririm14.

Yusuf Akçura 1876 yılında İdil (Volga) nehrinin kıyısındaki Simbir (Simbirsk)’de doğdu. Hem baba hem de anne tarafı büyük burjuvaziye aitti. Yusuf Akçura’nın atalarının Kırım Hanlığı kökenli olduğu ve saptanamayan nedenlerle eskiden Kazan Hanlığı olan topraklara göç ettikleri anlaşılıyor15. Büyük baba Süleyman Bey öldüğünde o zamanın ölçülerine göre yerleşmiş olduğu Simbir’de oldukça yüklü bir miras bırakmış, çok sayıda atölye ve fabrika16 gibi. Rus ordusunun bez ihtiyacının büyük kısmı bu fabrikaların üretiminden karşılanıyormuş. Yusuf Akçura’nın atalarının eşraftan olduğu kesin. Kazan Hanlığı’na son veren ve Kazan’ı yakıp yıkan ve eli silâh tutanları kılıçtan geçiren (2 ekim 1552) Korkunç lakaplı İvan IV. ile Yusuf’un atalarından Knez Adaş’ın arası iyiymiş. Yusuf’un babası Hasan Beye babası İbrahim Beyden üç çuha fabrikası kalmış. Ben, çocukluğu ve gençliği İstanbul’da başta oldukça yoksulluk ile geçen Yusuf Akçura’nın bu burjuvazi hayat ve mantığından etkilendiği kanısındayım, ilerde zaten konu tekrar önümüze gelecek.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi bir sosyal sınıf mensubu genelde kendi sosyal sınıfından biri ile evleniyor. Hasan Bey de Kazan’ın ünlü burjuva ailelerinden Yunusoğulları’ndan (Yunüsoflar’dan) Abdurreşid Beyin kızı Bibi Kamer Banu (Bibi Fahri Banu) ile evleniyor. Deri işleme fabrikası olan Abdurreşid Bey derileri Çin’e götürür ve çay ile değiştirirmiş. Yunusoğulları’nın da Rus sarayı ile aralarının iyi olduğu anlaşılıyor. Bir örnek Çar Nikolai I’in onların evinde ağırlanması.

Her iki ailenin de sosyal etkinlikler içinde olduklarını görüyoruz. F. Georgeon yapıtının 15. sayfasında “…Tatar burjuvazisinin Apanaylar ya da Apakoflar gibi öteki büyük aileleriyle birlikte, Yusuf’un ailesi de servetlerinin önemli bir bölümünü vakıfların yapımına hasrederlerdi. Kazan’da Orenburg’da ve çevre kasabalarda camiler, medreseler ve okul, tiyatro gibi halkın hizmetine sunulan vakıflar yaptırmışlardı…” diyor. Bu ifadedeki “tiyatro” tekil olarak geçmesine rağmen, XIX. yy. ilk yarısına oturttuğum bu “tiyatro” sözcüğü bana ilginç geldi. Çeviri veya kavram hatası yok ise doğrusu Yusuf’un atalarının tiyatro yaptırmaları olağanüstü bir olay Kazan Türkleri için. Aynı zaman dilimindeki varlıklı Osmanlılar böyle bir şey düşünemezlerdi! Muhammetdin’in kitabında da Yusuf’un ilk gezisinde tiyatroya gittiği yazılı17.

Hasan ve Bibi Kamer Banu’nun yaşayabilen yegâne çocukları Yusuf’tur. O da ölecek diye düşünüldüğünden kundaklanmamış ve kulakları biçimsiz kalmıştır. Baba Akçura Kazan’dan Simbir’e giderken kızakta gizemli bir şekilde ölür. 1882’de bu kez annesi bir kızak kazası geçirir ve sinirleri bozulur. Hasan Beyden miras kalan fabrikaların işleri de iyi gitmemektedir. Hem alacaklılardan kurtulmak hem de ılıman iklimde yaşamak için Bibi Kamer Banu İstanbul’a göçe karar verir ve yola koyulur. Ancak sonra İstanbul’a kadar da gelecek olan Rus avukat onları Odesa’da bulur ve şahsî malları hariç haciz uygular.

Anlaşıldığına göre Yusuf ve annesini İstanbul’da zor günler beklemektedir. Ancak Rus baskısı sonucu Kazan ve Kırım hanlıklarından İstanbul’a gelmiş eski sığınmacılar arasında dayanışma bulunmaktadır. Bibi Kamer Banu, küçük Yusuf’un rızasını da alarak aslen Dağistanlı ve uzaktan şeyh Şamil’in akrabası olan Osman Bey ile evlenir. Osman Bey Yusuf’a iyi babalık yapacak ve Yusuf okul hayatı esnasında “Dağistanlı Yusuf” olarak anılacaktır.

Yusuf 1883-1886 yıllarında ilkokulda, 1886-1892 yıllarında askerî rüştiye ve idadîsinde okudu. 1889-1990’da Yusuf annesi ile ilk kez doğduğu yere, Simbir’e gider. Yusuf, Osmanlı Türkleri ile Şimal Türklerini ve İstanbul ile Kazan’ı, Simbir’i, Ufa’yı, Nijni Novgorod kentlerini kiyaslayabilmektedir. Yukarda üçüncü paragrafta Yusuf’un İstanbul’u çok geri bulduğunu dile getirmiştim. Gerçek de zaten buydu18. Yusuf Başkurdistan bozkırlarını gezdi, çadırlarda onlarla yaşadı, kımız içti19, Türklük ve Türkçülük fikirleri gelişti, pekişti. Bir yanda geri ama bağımsız Osmanlı toplumu diğer tarafta gelişmiş ama bağımlı Şimal Türkleri, Tatarlar vardı. Simbir’de oturan liberal fikirli, Batı dilleri ve Uygurca bilen amcası İbrahim Beyin ve onun zengin kitaplığının da Yusuf’un formasyonunda etkisi oldu. Çok önemli bir husus da Yusuf’un eski Kırım Hanlığı’nın Bahçesaray kentinde oturan ve amcasının kızı Zühre Hanım ile evli olan İsmail Gaspıralı’nın (1851-1914) evinde misafir kalmasıdır. Yusuf sonra birkaç kez daha doğduğu toprakları ziyaret edecektir.

Yusuf Akçura askerî eğitime Harbiye ve Erkânı Harbiye okullarında devam etti, tıpkı kendisinden birkaç yıl sonra Mustafa Kemal’in aynı yolu izleyeceği gibi. Böylece, bugün de “kurmay kafası” dediğimiz realist durum değerlendirmesi yapan bir düşünce sistemi oluştu Yusuf Akçura’da.

1889 yılında Askerî Tıbbıye’de başlayan Jön Türk hareketi tabiî Harbiye’ye de ulaştı. Zamanın kurtuluş reçetesi Abdulhamid’in rafa kaldırdığı Kanun-i Esasî’nin tekrar yürürlüğe girmesiydi. Meşrutiyet geri gelirse İmparatorluk kurtulacaktı! İyi niyetli ama eksik ve hatalı bir reçeteydi. Hâlâ böyle sihirli(!?) reçeteler peşinde koştuğumuz oluyor. 1980 öncesi reçetelerinin maliyetini bir düşünelim. Yusuf Osmanlı saltanat sistemine ve onun hassas dengelerine ters düşmüştü, dışarda başkaları da Habsburg ve Romanov sistemlerine ters düşmekteydi. 1896’da tutuklandı, bir buçuk ay hapiste kaldı ve tahliye oldu. 1897’de tekrar tutuklandı ve Divan-ı Harb’e sevk edildi. Kendi gibilerle aldığı ceza sürgündü, Trablusgarb’a, oradan da Fizan’a. Fizan’a gönderilmedi ve 1898’de kentten ayrılmamak koşulu ile affedildi. Komutanı Recep Paşa ve onun yaveri Şevket Bey ile arası iyiydi. Yusuf Akçura sürgün arkadaşı Ahmed Ferid ile beraber Tunus üzerinden Fransa’ya, Paris’e kaçmayı başardı.

Yusuf Akçura’nın dünyası artık daha da gelişecekti. Mamur bir Batı kenti görünümünde olan Kazan’da varlıklı bir burjuva çocuğu olarak doğmuştu, Rus mürebbiyesi bile vardı. Altısından itibaren Kazan’a göre geri kalmış çamur deryası bir İstanbul’da önce maddî sıkıntı içinde, Osmanlı Türkçesi ve kültürü ile büyümüştü, bir Osmanlı zabitiydi. Doğduğu kent Kazan’ı ve İdil-Ural bölgesini, Başkurdistan’ı, Kırım’ı, Trablusgarb’ı görmüştü ve şimdi o zamanın en ünlü ve mamur ve fikirlerin fıkır fıkır kaynadığı Paris’te idi. Yusuf Akçura Kazan burjuvazisine de yansımış olan Rus kültürü20 aracılığıyla Batı Düşünce Sistemi ile – belki ayırdına varmadan – tanışmıştı, ama şimdi tam onun içindeydi…

Benim değerlendirmeme göre Yusuf Akçura’nın Paris’te ilk işinin Fransız Siyasal Bilgiler Akademisi’ne kaydolmak olması onun ileri zihniyetinin bir ifadesidir. Ben olsam aynı şeyleri yapar mıydım, doğrusu mütereddidim. Ünlü Albert Sorel ve Emil Bautmey hocaları arasındadır. Ayrıca Sorbonne’da Durkheim, Espinas, Tarde gibi ünlüleri dinlemek imkânını da bulmuştur. Akçura 1903 yılında “Osmanlı İmparatorluğu Kurumları Tarihi Üzerine Bir Deneme” adlı tezi ile üçüncülükle akademiden mezun oluyor. Akçura Paris’te kaldığı üç yıl boyunca Jön Türkler ile ve Şerafettin Mağmumî ve Sadri Maksudî ile de tanışıyor.

Artık Akçura fikrî donanımını tamamlamıştır, o bilgili ve bilinçli bir Türk, bir Türkçü’dür! Osmanlı hudutları ona hâlâ kapalıdır. Hizmete ancak doğduğu topraklarda, İdil boylarında başlayabilir.

Fransa dönüşü Akçura’yı 1904-1908 arası Kazan’da görüyoruz. Akçura çok ünlü olan “Üç Tarz-ı Siyaset”21 adlı uzun makalesini Kazan’da Züyebaşı köyünde yazıp Kahire’de yayınlanan Ali Kemal’in “Türk” gazetesine gönderiyor. “Muhammediye” medresesinde tarih, coğrafya ve Osmanlı edebiyatı dersleri veriyor, 1905’te “Kazan Muhbiri” adında ilk Tatar gazetesini çıkarıyor22, “İttifak-el Müslimin” partisinin oluşumuna büyük katkıda bulunuyor. Bu esnada Duma’ya seçilmesini engellemek için Ruslar Akçura’yı 43 gün mevkuf tutuyorlar. Akçura’nın başta Gaspıralı olmak üzere Musa Carullah, Alimcan Barudî, Ayaz İshakî gibi ünlülerle teması ve çalışmaları oluyor. Rus-Japon Savaşı’nın ve 1905 Devrimi’nin etkilerini görüyor.

Yıl 1908 ve Jön Türklerin büyük ümitler bağladıkları Meşrutiyet ikinci kez ilân olunmuştur, Osmanlı hudutları artık Yusuf Akçura’ya, doğduğu değil ama büyüdüğü vatanına açıktır. Hayatının son 27 yılı Türkiye’de geçecek ve soğuk bir Türk ikliminde Kazan’da sadece Türklük için çarpmağa başlıyan kalbi ılık bir Türk ikliminde İstanbul’da 11 mart 1935’te, bundan 70 yıl önce duracaktır, ama çok üreterek ve bize çok şey emanet ederek, yani hem ölerek hem de her büyük gibi ölümsüzleşerek… Bugün teneffüs ettiğimiz demokratik, lâik Cumhuriyet’in hür ve çağcıl havasında onun da nefesi var. Işık içinde yat Şimalli Büyük Türk!

Meşrutiyet’ten önce örtülü nitelikteki Türkçülük Hareketi artık alenî yapılabilir duruma gelmişti. Yusuf Akçura’nın dernek, yayın, dergi etkinlikleri için ortam hazırdı ve o hısımı ve hocası İsmail Gaspıralı’nın yolunda, Tercüman’ın izinde Türk toplumunu aydınlatma görevini yerine getirebilirdi. Bu, halkı eğitme ve (yani çağa, şartlara) hazırlama çabası o zamanın pek çok düşünüründe rastlanan olumlu bir davranıştır23. Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan kendisine alt yapı oluşturacak bir seçkin kesime sahipti ve Mustafa Kemal de bu kesimin hem ürünü hem de elemanıydı. Bir başka şimal orijinli ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı’nın dediği gibi, XIX.yy. İmparatorluğun en uzun ve fikrî bakımdan en verimli dilimidir. Haddimi aşarak diyeceğim ki, Osmanlı Rönesans’ı ıskaladı ama Aydınlanmayı geç de olsa güç de olsa az da olsa yakaladı. Oldu olacak biraz daha ileri gideyim. Rönesans ile ben “incelik-zarafet-estetik” de kastediyorum…

Yusuf Akçura’yı 1908’de “Türk Derneği Cemiyeti”, 1911’de “Türk Yurdu Cemiyeti”, 1913’te “Türk Ocağı Cemiyeti” ve “Türk Bilgi Derneği” gibi kuruluşların kurucuları arasında görüyoruz. Akçura 1911-1917 yıllarında İttihat ve Terakki’ye fikrî alt yapı oluşturan ve Enver Paşa tarafından da desteklenen ve Gaspıralı’nın Tercümanı’nın “küçük kardeşi” diye övündüğü “Türk Yurdu Dergisi”nin yöneticiliğini üstlenmiştir. Esir mübadelesi nedeniyle “Hilâl-i Ahmer” temsilcisi olarak Rusya ve Avrupa’da bulunmuştur24. İttihat ve Terakki döneminde Ziya Gökalp’ın israrına rağmen aktif siyasete katılmamış ama Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün yanında aktif siyasete girmiştir. Benim anladığım Akçura, Atatürk’e ve benim anladığım Atatürk, Akçura’ya yakındır. Âdeta bir doku uyumu söz konusudur. Ama bu husus ikinci yazının kapsamı içinde…

Millî Mücadele’ye katılmış, Cumhuriyet’in ilânından sonra İstanbul ve Kars milletvekilliği yapmış, Atatürk’ün önderliğinde kurulmuş olan “Türk Tarih Kurumu”nun kurucularından ve başkanlarından olmuş. 1932’de “I.Türk Tarih Kongresi”ni idare etmiştir. Sağlık durumu nedeniyle Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gelen Akçura, Üniversiteler reformu çalışmalarına katılmış ve İstanbul Üniversitesi’nde Yeniçağ kürsüsünde profesör olmuş ve ölümüne kadar da bu görevi sürdürmüştür.

Yusuf Akçura Trablusgarb’da komutanı olan Şevket Beyin kızı Selma Hanım ile evlenmiş ve biri kız (1924 / Ülker) ve biri oğlan (1927 / Tuğrul) iki çocuğu olmuştur. Bir anekdota göre Selma Hanım’ın Akçura’dan ipek çorap istemesi üzerine, eşine, halkı yoksul olan bir ülkenin milletvekilinin hanımının ipek çorap giymesinin doğru olup olmadığını hatırlatmıştır25. Ben, Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti harcına çok katkısı olan Yusuf Akçura’nın adının hangi sokaklara, hangi caddelere, hangi Türkçü ve / veya akademik kuruluşlara veya hattâ Üniversite’ye verildiğini bilmiyorum ve bu bilgisizliğimin ayıbını üstlenerek soruyorum bu soruyu Türk ulusuna ve Türkçülere!

Bu büyük Türk’ün, büyük mütefekkirin hayatını birkaç sayfaya sığdırmak isterken zorlandım. Şimdi beni Orkun’un Mayıs sayısında bu yazının ikinci kısmı olan, çok daha zor bir iş bekliyor; çünkü, bence “Cumhuriyet’in doktrini”ni oluşturduğuna inandığım, biraz unutulmuş ve oldukça ihmal edilmiş ve – yine bence – Atatürk’ün fikir çatısının oluşmasında Ziya Gökalp’tan fazla etki yapmış olan büyük mütefekkir ve aksiyon adamı Yusuf Akçura’nın fikirlerini ve öncelikle de onun ünlü ve biz Türkçüler için anlamlı “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesini incelemeğe çalışacağım.

DİPNOTLAR

1- Bendeki kitap, Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitapevi, 5. basım, kasım 1997, ISBN 975-14-0504-1.

2- Yusuf Akçura’nın Hayatı, Yazan: Muharrem Feyzi Togay, 1944 İstanbul Hüsnütabiat Basınevi, fiyatı: 100 Kuruştur, Satış ve yayınevi İstanbul: Ankara Caddesi No. 97, Zaman Kitapevi. Muharrem Feyzi Togay kitabı Dizdariye’de 5 mart 1937’de bitirmiş, ancak haşiye’den – Dizdariye 14 şubat 1944 – anlaşıldığı gibi yedi yıl sonra yayınlanabilmiş.

3- Alıntılarda genelde orijinale aynen uyuyorum hattâ hatalı imlâlı ve ifadeli olsa da… Metinde “umran” yazıyor, imlâ kılavuzunda ise “ümran”.

4- Konunun dışına çıktım sayılabilir. Tabiî ki maksadım Rus propagandası yapmak değil. Sadece realist durum değerlendirmesi yapıyorum. Bakınız paragraf 16.

5- Yaşımın verdiği bilgiler doğrultusunda şunu iddia ediyorum ki, lâik ve seküler düşünenler Atalar’a saygı bakımından “Öbür Dünyacı”lardan çok ileri düzeydedir. Lâik’in dinamiği aklı ve vicdanı; Öbür Dünyacı’nınsa ceza veya ödüldür.

6- Tutibay yayınları, Şehit Adem Yavuz Sokağı Nu. 3/7, kızılay/ANKARA. Türk Yurdu cilt 1, Editör Murat Şefkatlı, yayın kurulu başkanı Dr. Arslan Tekin, danışman Dr. Mehmet Özden… Şahsen Tutibay Yayınlarına ve çeviriyi gerçekleştiren ekibe teşekkür ederim. Keşke meselâ “Meşveret”i de çevirseler…

7- Üstat Mehmet Akif yanlış ifade kullanmış. Doğrusu şöyle olmalıydı: (henüz) tek dişi çıkmış canavar. Ama unutmayalım Çanakkale sırtlarını cehenneme çevirenlerden “İrressistible”in (İngiliz yapımı) topları da onu Çanakkale boğazının sularına gömen (Alman yapımı) topları da üretenler aynı canavarın çocuklarıdır.

8- Ben Avrupalı’yı ve Amerikalı’yı apriori böyle görmem. O benim için yerine göre sadece biri, yerine göre bir rakip, yerine göre bir dost (düşmanımın düşmanı olduğu için de), yerine göre bir düşmandır (düşmanımın dostu olduğu için de). Yani genelde sadece “öteki”dir. Ben de onun için “öyle” veya “böyle” birisiyim, “öteki”yim. O’nu gördüğümde ne içimden o’nu öldürmek gelir ne de o’nun beni öldürmek istediğini düşünürüm. İsterseniz “öldürmek” yerine “sömürmek” de koyabilirsiniz.

9- Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2. baskı ekim 1996, ISBN 975-333-058-8

10- Alternatif Yayınları Biyografi dizisi 7, Eylül 2002 Ankara, ISBN 975-8356-22-4

11- Ülken Yayınları 5. baskı İstanbul 1998. ISBN 975-95093-2-6

12- Bilgi Yayınevi 1. basım 1973 Ankara

13- Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayını (baskı masrafları Ahmet Veli Menger Vakfı tarafından karşılanmış) Istanbul 1998, ISBN 975-498-122-3

14- Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı P.K. 94 Aksaray/İstanbul, Tel.: (0212) 5111006 – 5111833

15- Ben, hiçbir belgeye dayanmaksızın, bunun, ticarî bir tercih, bir ekonomik düşünce sonucu olduğu kanısındayım. Kazan burjuvazisi, “Türk Burjuva Tarihi” adlı bir yapıt yazılsaydı herhâlde önde gelirdi. Keşke birkaç Türkçü hamaset edebiyatını bir kenara bırakıp, Max Weber gibi, Kazan Burjuvazisi’nin iç ve dış dinamiklerini incelese. Yoksa bunu da lânet olası(!?) bir Batılı yapar…Gazetelere göre arşivlerimizde araştırma yapanlar en çok Amerikalılarmış.

16- Acaba takriben Mahmut II döneminde Osmanlı’da bu ölçekli sanayiciler var mıydı? Acaba Yusuf Akçura’dan altı yıl önce Simbir’de doğan Lenin de bu Türk kapitalistlerden etkilenmiş miydi ?

17- Bu “tiyatro” sözcüğüne neden takıldığımı kısaca açıklayayım: Bir tiyatroya giderek orada bir sahne eseri izlemek entelektüel, kültürel ve sanatsal bir etkinlik, bir entelektüel ihtiyacın tatminidir. Böyle bir ihtiyacın XXI.yy. Türklerinin ihtiyaçlar skalasında bulunduğunu sanmıyorum ve bunu büyük bir eksiklik sayıyorum. Anadolu Türkü’nün biyografisinde tiyatro ziyaretine rastlanmaz! Şimdi artık tiyatronun en ilkeli olan “orta oyunu” da yok! Akçura’nın bir Beethoven tutkunu olduğunu da kitaplar yazıyor.

18- Benim de eski İstanbul kartpostalları mütevazi koleksiyonum dışında eski İstanbul’u ve Osmanlı kentlerini gösteren resimli kitaplarım var. Avrupa’da bulunduğum zaman da eski Avrupa kentlerinin resimlerini (ressamlarınki dahil) inceledim ve Ziya Paşa’ya hak verdim:

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm,

Dolaştım mülk-ü İslâmı viraneler gördüm.

19- Babam Kafkaslar’da savaşırken kımız içmiş, metheder dururdu. Ben seksenlik yaşıma rağmen çok arzuladığım halde maalesef tadamadım bile.

20- Rusya’nın Batı’yı zamanında iyi ve doğru kavramış olduğu bir gerçektir ve bugünün Rusya’sının gerisinde bu doğru teşhis ve uygulama vardır. Ben şahsen inceledim, Petro “deli” değil “büyük” adamdır!

21- Bu makale yazımın ikinci bölümünde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

22- Türk entelekyasının bu Londra’da, Paris’te, Berlin’de, Balkanlarda, Kırım’da, Kazan’da, Kahire’de ve nihayet İstanbul’daki gazete(ler) ve dergi(ler) ile fikir yayması çabası benim kıvanç, övünç, güven ve onur duyduğum bir etkinliktir. Bu çağcıl ve sağlıklı bir davranıştır.

23- Aynı dönemin eğitime önem veren bir ünlüsü de Dr. Abdullah Cevdet’tir. Bakınız: Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Üçdal Neşriyatı 1981

24- Akçura 1916 yılının temmuz ve ağustos aylarında kendisi gibi Simbir doğumlu olan (1870) Lenin ile Zürich’te dört saat konuşmuş ve Bolşeviklerin kazanması durumunda Şimal Türklerinin haklarını garanti etmeği amaçlamış ve Lenin’den bu sözü almıştır.

25- Lutfen son yılların başbakan ve bakan çocuklarının evlenme ve sünnet törenlerini hatırlayınız ve bir fazilet kıyaslaması yapınız!

 

Orkun'dan Seçmeler