Yûnus Emre’nin yaşadığı günlerde olmak, onunla Anadolu’yu dolaşmak isterdim. O yılların medenî ve tabiî şartları içerisinde; sahteliklerin, sun’îliklerin bulunmadığı bir coğrafyada; dağları, ovaları adımlamak, daralan rûhumuza ne vâsî güzellikler sunardı.
Aslında, insanın hayâl ettiği şeyler, yaşanırken ve meydâna gelirken, hâdisenin içinde bulunanların gözüne hiç de câzip görünmez. Onları, hasretle karışık duygulara koyup idealize eden, erişilmez ve bir daha tekrarlanamaz oluşlarıdır.
Bu açıdan bakıldığında, Yûnus’un devrinde de alayla menfîlik vardı. Hattâ bunlar o derecede çoktu ki, o, keskin dil neşterini kullanmak mecbûriyetinde kaldı:
Dil ola, kese savaşı,
Dil ola, kesdire başı,
Dil ola, ağulu aşı
Yağ ile bal ide bir söz!
mısrâlarını, böyle bir kaosa bakarak söylediği, belli olmuyor mu?
İnsan, her devirde benzer gâilelerle uğraşmış. Değişen, sâdece aksesuar. Eksende, iskelette pek farklılık yok. Yûnus’un çağında da, beşerî zaaflarına kapılan atalarımız, sudan ve sabun köpüğünden mâzeretlerle nizâ çıkarmışlar, Anadolu’yu bir yamalı bohçaya çevirmişlerdir.
Unutmamak lâzım ki, günümüzde şâhid olduğumuz dış tahriklerle bunlara çabucak kapılan içimizdeki beyinsizlerin koalisyonu, Yûnus’u cânevinden vuracak şiddette, o yıllarda da mevcuttu. Lâkin, yine nostaljik takılmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. Bâkî merhûmun:
Bâkî, çemende hayli perîşân imiş varak,
Benzer ki, bir şikâyeti var rûzıgârdan.
deyişine hem hak veriyoruz, hem de “Keşke o yıllarda olsaydık. “ diyoruz…
Bizden önceki dönemlere duyulan bu hasretin temelinde, yaşadığımız zaman diliminin bunaltıcı ve bıktırıcı yeknesaklığı kadar, milliyetçilik hislerimizin de büyük harç malzemesi bulunuyor. Çünkü milliyetçilik; bugün ve yarın kadar dünü de potasında eritmelidir. Aksi hâlde, bir ayağı eksik kalır.
Bugünlerde herkesin dilinde ve kaleminde, yükselen milliyetçilik terânesi dolaşıyor. Zannetmeyin ki, bu terâneyi tutturanlar milliyetçiliğin yükseliyor olmasından memnundurlar. Bilakis, milliyetçiliği yeryüzünden tamâmen silmek azminde, kasdında olan bu anti-nasyonalist gürûh, habbeyi kubbe yaparak, hattâ bir kısmını kendisi tezgâhlayarak milliyetçiliği – tabiî ki – Türk milliyetçiliğini mahkûm etmek istemektedirler.
Çok geniş ve uzun vâdeli bir senaryoya dayalı program yapmışlar. Türkiye’yi içte, dışta kuşatan ateş çemberini daha da daraltmak, en hayâtî bölgelerimizi yakıp kül etmek için, plânın her karesini kendi pespâye emellerine hizmet eden kazûratla doldurmuşlar.
Türk’ün milliyetçiliğinden tehlike diye bahsedenler, hangi hukûka göre ahkâm kesiyorlar? Bizi küçük düşürmeye, aşağılamaya yönelik bu gayretler yeni değil. Dünyâ’nın en güzel bölge ve şehirlerine sâhip olduğumuz günlerden başlayarak, birileri tapu kayıtlarımızı silmek ve millî pınarımızın kaynağını bulandırmak için kol, bacak ve beyin gücü sarf ediyor.
Istanbul’un mânevî havasını en fazla taşıyan yerlerden biri, belki de birincisi, Eyüb semtidir. Yahyâ Kemâl’in Türk Müslümanlığını keşfettiği mezarlıklar, hazîreler, türbeler; Eyüb’e gelinin başından dökülen ko nfetiler gibi saçılmıştır.
Ebû Eyyûb El-Ensârî’nin hem mânen, hem de maddeten yanında olmayı murâd eden nice Türk; pâdişâh seviyesinden başlayarak, hemen her meslek ve zümreyi temsîl edecek genişlikte, zenginlikte; Eyüb Sultan çevresini, ebedî istirahat yeri seçmiştir. Dolayısıyla Eyüb, bir mezarlık şehridir.
Peki, buradaki mezarlık sâkinleri içinde, “ Ba’de’l-mevt Pierre Loti ile birlikte olayım. “ veyâ “ Beni Pierre Loti’ye gömün. “ diyen bir Allâh’ın kulu var mıdır?
Ahmet Kabaklı vefât ettiğinde, cenâze namâzının kılındığı Fâtih Câmii’nden çıkılırken, defin işinin nerede yapılacağı sorusu, “ Piyer Loti Mezarlığı! “ cevâbını almıştı. O zaman, tüylerim diken diken olarak düşündüm. Kabaklı Hoca gibi, ömrünü İslâm’a ve Türklüğe vakfetmiş bir mü’min münevverin, Hristiyan bir Fransız’ın adını taşıyan mezarlıkta işi ne idi?
Garâbet, Istanbul’un en rûhânî ve İslâm’ı sembolleştiren yerine, bir kuru âferin bile almayan işgüzarlıkla, Pierre Loti isminin verilmesindedir. Hz. Peygamber’in sancakdârlığını yapmış, onu Medîne’deki ilk gününde evinde misâfir etmiş Hz.Hâlid (Eyyûb Sultan )’in mâneviyât iklîminde bu Frenk isminin yeri var mı?
Zihnimde Eyüb’lü cümleler uzayıp giderken, Eminönü iskelesinde vapurdan indiğimde, Necib Fâzıl’ın:
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
mısrâını dudaklarımdan dökülür buldum. Yakın plânda Yeni Câmi’in ve Rüstem Paşa Külliyesi’nin; biraz yukarıda Süleymâniye’nin kurşunî kubbelerine nazar ettim ve bu peyzajın bütün boşluklarının irili ufaklı kubbelerle dolduğunu gördüm.
Türk mimârîsinin en karakteristik unsûru olan kubbe, atalarımızın çadırlı yıllarından yerleşik hayâtımıza sunulmuş bir armağan. Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi’nin ulaşmak istediği nihâî noktayı en iyi ve şümûllü anlatan tâbir, Gök Kubbe olmuştur. Gök Kubbe’nin yeryüzündeki temsilcisi, Türk’ün çadırı idi. Oğuz Kağan’ın, milletine gösterdiği hedef; Güneş’i bayrak, Gök Kubbe’yi çadır yapmaktır:
Takı taluy, takı müren
Kün tuğ bolgıl, kök kurıkan!
Türk’ün uğramadığı nâdir coğrafyalardaki İslâmî eserlere bir bakın, kubbeden haberdâr olmayışlarının hüznü, her taraflarına sinmiştir.
Türk diyârları arasında da, kubbeyi imtiyazlı hâle getiren şehir, elbette Istanbul’dur. Istanbul’un kubbelerini önce tasnîf edeceksin, sonra sayacaksın. Zîrâ, câmi veyâ han, hamam sayısınca kubbe hesâb etmek, çok yanıltıcı olur. Bu eserlerden en küçüğü sayılabilecek Üsküdar sâhilindeki Şemsi Paşa Câmii’nin bile kubbeleri vardır. Tabiî, bir de tam, yarım, çeyrek kubbe kategorileri bulunuyor.
Âh! Osmanlı Türkü’nün Cihân ihtişâmı! Âh! Mimâr Sinan’ın kubbe iştâhı! Eminönü’nün Süleymâniye’ye ulaşan bugünkü sokaklarını, târihe göstermemek için çok geniş ve kalın bir örtüye ihtiyâcımız var…
Örtü bekleyen vatan diyarlarımızdan biri de İmralı Adası. Osmanlı târihinin şafağında, Türklük çeşmesinin musluklarından billûr damlalar hâlinde akan mütevâzı serdengeçtilerden biri de Emîr Ali’dir. O, aynı zamanda bizim denizcilik mâcerâmızın ilk cümlelerini kuranlardandır. Kıt ve iptidâî imkânlarıyla yüreğini birleştirip fethettiği ada, bugün – biraz değişik bir fonetikle de olsa – hâlâ onun adını taşımaktadır. İmralı sözünün Emîr Ali’den galat olduğunu, az buçuk mürekkep yalamış herkes bilir.
Marmara Denizi’ndeki bu minik ada, Emîr Ali’nin eliyle millî bohçamıza katılalı beri, sâhip değiştirmedi. Fakat, tâlih değiştirdi. Osman ve Orhan Gâzî devirlerinin, körpe olduğu kadar enerji ve ümit dolu dalgalarını kıyılarına dolduran ve Barbaros’a yükselecek kulaçları idmana çağıran Emîr Ali Adası, yakınındaki Yassıada’yla kader birliği yapıp, 1960’dan itibâren tam mânâsıyla dramatik bir mekân oldu.
Cumhuriyet târihimizin en trajik siyâsî muhâkemesi Yassıada’da cereyân etti. Asırlar sürecek bir zamân içinde bile temizlenmesi imkânsız günahlara, kirliliklere Yassıada şâhit oldu, İmralı mezar… Çook sonra ve hiçbir yaraya merhem olamayan mezar nakli, iâde-i itibâr sayılmaktan ziyâde, bir yara deşilmesi tarzında anlaşıldı. Demokrasi Şehîdleri’nin Istanbul’a taşınan naaşları, bugün bulundukları yerde, mağdûr bir millet çoğunluğunu yanlarına alarak mendil ıslatmaya devâm ediyorlar.
Ne hazîn bir tecellîdir ki; İmralı Adası, yaşadığımız günlerde yine, başka vâdilerden esen ve Türk’ün tâlihine hoş sadâlar göndermeyen bestelere güfte yapılıyor…
Akıl hastalığı, belki teşhîsi en zor rahatsızlık. Psişik etiketler taşıyan bu tıb sâhasının; ne kadar var dense de, laboratuar disiplininden bir hayli uzak olduğu mâlûm. Böyle olunca da, teşhîs ve tedâvi için harcanan mesâi boşa gidiyor, yâhut ilâve rahatsızlıklar getiriyor.
Önce akıl nîmetine inanmak, nîmeti bahşedene şükretmek gerekiyor. Günümüzde, sâdece akıl değil, cümle nîmet ilk sâhibinden uzaklarda aranıyor. Para ile satın alınabilen her şey, para sâhibinin gücüne, kudretine râm olacak, onun mülküne dâhil edilecek sanılıyor. Hâlbuki, başta soluduğumuz hava olmak üzere, parasız sâhiplendiğimiz nice nîmet var. Para ödemeden aldığımız bu havanın, eğer bir târifesi olsaydı, ödemeye, Kârun bile güç yetiremezdi. Dakika değil, sâniye, hattâ sâlise hesâbıyla içimizde dolaştırıp sonra dışarı attığımız bu hava, hangi rafineride işlenerek, hangi pompa istasyonundan geçerek ciğerlerimizi ziyâret ediyor? İnsan ve diğer bütün canlılar, havaya bağlı bir hayat sürüyorlar.
İşte, akıl da hava gibi parasız sâhip olduğumuz nîmetlerden. Ama, para dahî, varlığını akıla borçlu. Peki, akılın nasıl bir yapısı vardır? Rengi, kokusu, tadı, ağırlığı nicedir? Bu sorulara verilecek cevâbımız yoktur. Lâkin, akıl, yerinde duruyor. Hangi yerinde? Yeri neresi? Fizikî yönden, aklî melekelerin idâre yeri beyin, fakat, bâzılarının sandığının aksine, beyin=akıl denemez, yazılamaz. Çünkü akıl, beyinin de üstünde.
Rûh ile aklın münâsebeti, yakınlığı, aynîliği üzerine de çok şey söylenmiş. Hattâ, rûh ve akıl hastalıkları bir arada zikredilmiş, çoğu zaman ikisi aynı sanılmış. Oysa akıl, rûhun da âmiri. Rûhî yönelişlerimizi sevk ve idâre eden güç, akıl.
Can tâbirini de bâzen akıla yaklaştırıyorlar. Fakat, can, rûha daha yakın. Nefis, irâde sözleri, akıl vâdisine uğrarlar mı? Kim bilir? Onlar gibi, mantık da, akla uzak olmayan bir mahâlde ikâmet ediyor.
Îmân ile akılın arasını açmaya çalışanlar, târihin her devrinde İblis’in ordusuna yazıldılar.
Aklını îmân taşında bileyen kişi, onu her dâim keskin ve zinde tutar. Akıl hastalığının temelinde, îmân eksikliği yatıyor.
Meczûb, deli, dîvâne sıfatlarıyla aramızda dolaşan nice gönül eri, akıl kumaşının her ilmiğini, Yaradan’ın nîmet bahçesine bağlamış âriflerdendir. Mevlânâ’nın:
Ba’de’z-vefât türbetî mâ-der-zemîn mecûy
Der sînehâ-yı ârifân mezâr-ı mast
derken arzuladığı kabristan manzarası, böyle bir ârifler sînesidir. Bu şifreli selâmın kodlarını çabucak çözen Yûnus;
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı,
Onun görklü nazarı, gönlümüz aynasıdır.
diye, ârifâne dilleşmişdi.
Akıl, hasta olmaz, îmânsız kalabilir. Îmânlı akıl da, bu Dünyâ’da dâim durmaz.
Bütün peygamberlere inanmayı, îmânın şartları arasında gören İslâm dini, böylece diğer dinlere en üst seviyeden kucak açmıştır. Sözde, nutukta kalan nice barış çağrısı yanında, İslâm’ın bu duruşu, çok mühim mesajlar vermektedir.
Evvelâ, İslâm nazarında; Hz.Îsâ’nın, Hz.Mûsâ’nın, Hz. Dâvûd’un – muharref bile olsa- teklif ettikleri akîdelere inandıkları iddiâsında bulunan muhtelif din mensupları, peygamberlere hürmet duygusuyla selâmlanmakta ve yakın görülmektedir. Rûm sûresindeki ilâhî tembih de bu meâldedir. Hristiyanların, âteşperest ve putperestlere karşı elde ettikleri askerî galibiyet, bu sûrenin ilk âyetlerinde, sevinme fiillerine vesîle sayılmıştır.
Mûsevî ve Îsevî topluluklardan söz edilirken ehl-i kitab terkîbinin kullanılması, Kur’ân terminolojisinde, ayrı bir hassâsiyet olarak dikkati çeker. Böylece, peygamber çıkışlı yakınlık, kitap mesnediyle kuvvetlendirilir.
İslâm’da îmânın bir diğer şartı da, Allâh’ın kitaplarına inanmaktır. Burada esas alınan kitap; tahrîf edilmemiş İncil, Tevrat ve Zebur’la birlikte Kur’ân-ı Kerîm’dir. Rafine birer kitap olarak ilk üçü insan elinde ve muhîtinde mevcut değildir. Yalan, bühtan ve iftirâ tazyîki altında aslı yok edilen bu kitapların, Allâh indindeki asıllarına, Müslümanın inanması, dinin emridir.
Ne var ki, ne İslâm’ın hak bildiği Îsâ, Mûsâ ve Dâvûd; ne de İncil, Tevrat ve Zebur, bugünkü Hristiyan v e Mûsevîlerin inandık dedikleri peygamber ve kitaplar değildir.
İslâm katındaki Îsâ,-hâşâ- Allâh’ın oğlu olabilir mi? Yine aynı Îsâ, -yine hâşâ- Allâh’ın kudretine ortak kılınabilir mi? Müslümanın inandığı ve hürmet ettiği Mûsâ ile Dâvûd, -adı ne olursa olsun- herhangi bir ırka, soya, kavime üstünlük pâyesi verebilirler mi?
Velhâsıl, bugün kendilerine Hristiyan ve Mûsevî diyen insan yığınları, Allah’ın elçilerine – en hafifi şirk olan – sıfatlar isnâd etmişlerdir. Yine aynı topluluklar; Allâh’ın, elçileri vâsıtasıyla tebliğ ettiği kitaplarını, kendi emelleri uğruna tahrîfe yeltenmişlerdir.
Allâh’ın peygamberini tanımamak ve kitabını değiştirmekten daha büyük dinî vebâl olabilir mi? Hz.Muhammed’in karikatürize edilmesi üzerine Hristiyan ve Mûsevî mahfillerinde koparılmak istenen fırtınanın temelinde; bu iki dinî sapkınlığın, fil ayağı cesâmetinde oturduğunu, vicdân ve irfân sâhibi her insan görüyor…