Ana Sayfa 1998-2012 YORGUNLUK ÇAYI

YORGUNLUK ÇAYI

Rîm veyâ daha yaygın söylenişi ile Rûm, Roma’nın yerine kullanılmış. Zamanla etnik ve siyâsî literatürde Yunan kelimesinin karşılığı olmuş. Fakat, Kur’ân’da müstakil bir sûrenin de adı olan Rûm tâbiri, en çok Anadolu ve Balkanların batı bölümüne alem yapılmış. Diyâr-ı Rûm, Milket-i Rûm, İklîm-i Rûm, Hıtta-i Rûm terkibleri, hep Anadolu mânâsına sarf edilmiş. Rûmeli, Rûmili, Urumeli isimleri; Istanbul’un Avrupa yakasını da içine alacak bir Balkan coğrafyasına yakıştırılmış.

Bu yüzden; Rûm deyince, hemen Yunan menşe’li mâlûmâta saplanıp kalmamalıdır. Rûm lâfzının, Türk kültür ve medeniyet târihinde, Yunan’dan daha fazla bize âit tedâî ve mânâ açılışları var. Bunları hesâba katmadan gösterilecek celâl davranışları, ucu bize de dokunacak sivriliğe ulaşır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Eşrefoğlu Rûmî, Rûmeli Eyâleti, Rûmî Takvîm, Rûmeli Hisârı gibi daha da uzatılabilecek Rûmlu söz gruplarının hepsi, bizim bahçemize âittir.

Belçika’nın Valon bölgesinde, yâni Fransızca konuşulan tarafında, iki yüz kişinin yaşadığı küçük bir köy, tâ Haçlı Seferleri’nin başladığı 11.yüzyıldan beri Türk Köyü diye tanınmış. Geçenlerde, – her yıl olduğu gibi – bir kutlama yapmışlar ve kendi kendilerine temin ettikleri mehter kıyâfetleri, Türk bayraklarıyla köyün sokaklarında yürümüşler. Soy bakımından Türklükle hiç alâkası olmayan bu insanların, kendilerini Türk hissetmelerinde, bizim Rûm mahreçli kültür unsurlarımıza benzer bir durum yok mu?

Bir tek kelime Türkçe bilmeden Türk Köyü’nde yaşayan bu Valonlar, acabâ Türk’ün hangi kahramânına hayrân olarak büyüdüler?

Târihimizde, sayarken hatâ yapılacak kadar çok – hakikî mânâda – kahraman dolaşıyor. Her birinin sayfalar, hattâ ciltler boyu sürüp gidecek hikâyesi; anlatana da, dinleyene de gönül coşkunlukları ve hoşlukları verir.

Türk târihinde, bir de Yıldırım Bâyezîd adını taşıyan nev’i şahsına münhasır Sultan-Kahramân’ın adı yazılı. Onun kahramanlığı, sâdece sultanlık şerbeti taşıdığı için değil, Türk milletinin aktar dükkânındaki bütün bahârat kokularını nefsinde topladığından, çok parlak görünüyor.

Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr’ın Kosova’da şehâdeti sonrasında, Yıldırım’ın gösterdiği fevkalâde soğukkanlılık, zaferin hezîmete dönmesini önleyen en mühim tedbir olmuştur. Bu tedbir manzûmesi içinde, her ne kadar kardeşi Yâkub Çelebî’nin fedâ edilişi gibi, etkisi uzun sürecek bir burukluk yer alsa da, ileriki yıllarda meydâna gelen Yıldırım markalı hâdiseler, bu yarayı tâmir etmeyi bilmiştir.

Sultan Yıldırım Bâyezîd’in günlük hayâtında da, siyâsî lügatinde de korku kelimesi bulunmamaktadır. Avrupa magazin târihçiliğinin îcâd ve lânse ettiği Fransız Korkusuz Jean’nın, Yıldırım’ın korkusuzluğundan korktuğuna, Edirne ve Bursa saraylarının duvarları şâhittir.

Niğbolu Kumandanı ve çocukluğundan tanıdığı Doğan Bey’e, imdâd edişindeki çatal yürek tavrı ile; Timur’un hakâretlerine karşı, parmağındaki yüzüğe müracaatı, aynı yüksek kalite kahramanlığın mihekk taşlarıdır. Dünyâ târihinde bir tek Yıldırım oluşu, bunu işâret ediyor. Şimdilerde onun fıtratında devlet ricâline ne çok ihtiyâcımız var.

Son yıllarda ve dâimâ artan desibelde bir Musul, Kerkük oratoryosu müziği kulakları tahrîş ediyor, havanda su dövmenin şânını yüceltiyor. Türk yurdunun üstünde dolaşan kara bulutları, daha da karartan hamâkat, bütün devlet kadrolarını esir almış.

Hâinlerin, mukaddesâtını satışa çıkaranların, felâket tablosundan rant teminine çalışan vampir tabiatlı bezirgânların çığlıkları ayyûka çıkıyor.

Bir zamanlar Dünyâ siyâsetine biz istikâmet veriyorduk. Krallar, sezarlar, kayserler sultânımızın fermânıyla tahtın altına iniyor veyâ üstüne çıkıyorlardı.

Meselâ, 1533 yılı, şimdiki ABD’den daha yukarıdaki otorite makamlarını Osmanlı Devleti’ne kazandırıyordu. 1533’de, Türk Devleti ile Avusturya arasında imzalanan antlaşmanın en mühim maddesi, Nemçe Sezarı (Avusturya İmparatoru)’nın Osmanlı Sadrazâmı’na denk sayılmasını âmir olanıdır.

16. yüzyılda Avrupa’nın büyük ve güçlü devletleri arasında yer alan Avusturya, su katılmamış bir Alman devletidir. Bu, günümüz Avusturyası için de geçerlidir. Avusturya’yı Almanya’dan ayıran – koyu Katoliklik dışında – hiçbir kültür, dil, gelenek farklılığı bulunmamaktadır.

Türkiye’ye, Dünyâ protokolünde şeflik, liderlik ikrâm eden 1533 Antlaşması, bir yıl önceki dillere destân Alaman Sefer-i Hümâyûnu’nun temin ettiği bir neticedir. İki devlet arasındaki bu eşit olmayan denklik, 1606’da Zitvatorok Antlaşması’na kadar yürürlükte kalacaktır.

Belgrad’ın fethi, Rodos’u Şövalyelerden temizleme, Mohaç Güzellemesi, Viyana Kuşatması gibi, art arda eklenen Türk zafer halkaları, Avrupa’yı umutsuz bir Dünyâ ile baş başa bırakmıştı.

Charles-Quint ( Şarlken) ile Avusturya Kralı olan kardeşi Ferdinand, son kozlarını oynamak maksadıyla Macaristan’da Türk kovanına çomak sokmaya yeltenince, Kaanûnî Sultan Süleyman, bu def’â her ikisini de er meydânına dâvet ederek, o, meşhûr Alaman Seferi’ne başladı. Lâkin, Mukaddes Roma Germen İmparatoru ile kardeşi Arşidük Ferdinand, sırra kadem bastılar. 1533’de Avusturya’yı istiskâl eden antlaşma, bir sene evvelki seferin yorgunluk çayıdır…

Diplomasi, elbette kalemin kılıca galebesidir. Lâkin, kılıcı kınından çıkarmadan kalemi kâğıda koyamazsın. Ürkek, korkak, hattâ câhilce davranışlar yüzünden; milletimiz de, ülkemiz de ciddiyet mahfillerinin kadrosundan çıkarılmıştır.

ABD’nin Irak’a müdâhalesinden beri, hep tribünde oturan Türkiye, sâhaya inenlere, lehde veyâ aleyhde tezâhürat yapma hakkına bile ulaşamamıştır. Böylesine ufuksuz ve çapsız duruşlarla Türkiye’yi içinde bulunduğu ateş çemberinden geçirmek muhâldir. Ateşi, ya daha güçlü bir ateşle alt edersiniz veyâ onu söndürecek güç ve kudrette bir su rezervine sâhip olursunuz. Aksi takdirde, itlâf mukadderâttandır.

Damarlarındaki kanı, hamâset tezyîfi ile takbîh edenler; sis, duman ve çamurdan kurtulamazlar…

Türk milletini ahmak mevkiine koyanlar, kendilerine sipâriş edilen iftirâ, bühtan ve hakâret pelerinlerini, yine kendi îcâdları olan rüzgârla şişirip üstümüze üstümüze geliyorlar.

Sultan İkinci Selîm zamânında fethedilen Kıbrıs Adası üzerinde spekülasyon yapanlar, Türk Devleti’ni ve onun 16. yüzyıldaki idârecilerini bön, safdil, enâyi kategorisine alıyorlar.

Strateji, jeopolitik, mefkûre gibi tâbirleri lügatten silip, yerine ham hayâl sayılabilecek mizansenlerle uydurma senaryolar koymak isteyenler, belli merkezlerden emir alan kiralık kalemlerdir.

Efendim, neymiş? İkinci Selîm’in nedîmlerinden Yasef Nassi adlı bir Yahûdî, Kıbrıs’ın Venediklilerden alınıp Yahûdîlere verilmesi husûsunda Türk Pâdişâhı’nı iknâ etmiş; hattâ Sultan Selîm, ada ele geçirilirse Nassi’yi Kıbrıs Kralı yapmayı vaad etmiş.

Sokollu Mehmed Paşa’nın, Kıbrıs’ın fethine karşı çıkmasına, milliyetçi şuûr, daha da ötesi, kahramanlık etiketleri yapıştıran bu iz’ân, Osmanlı İmparatorluğu’nu Yahûdîlerin elinde oyuncak göstermeye çalışıyorlar.

Gûyâ, Yahûdî ve müştaklarının Türk târihinde nelere ve nerelere hükmettiklerini isbatlama gibi, akl-ı selîm sâhibi insanlarımıza yaranma, hoş görünme perdesinin ardına gizlenip, bütün mukaddesâtımızı yerle bir ediyorlar.

Türkiye, 1974 yılında Kıbrıs’a niçin askerî müdâhalede bulunduysa, 1570’de de aynı sebeple bu adayı fethetmiştir. Bunun altında Kıbrıs’ın şarabı ile Yahûdî’nin kurnazlığını aramak, abesle ve de Şeytan’la iştigâl olur. Denizden ve karadan etrâfı Türk Devleti ile çevrilen Kıbrıs’ın, fethi dışındaki bütün ihtimâller, bizi ahmak yapar. Peki, biz ahmak mıyız?..

Kendi büyüklüğümüzü fark edemeyip başkalarına kapılanma ihtiyâcı duyduğumuz müddetçe, bize âit bir idealden bahsetmemiz mümkün değil. İdealini kaybetmiş bir Türkiye, geçmişinden utanmaya mecburdur. Geçmişinden utanan milletlerin de, Dünyâ sahnesinde rol üstlenmeleri beklenmemelidir.

İsrâil, 1945’den sonra kuruldu. Birinci Dünyâ Savaşı’na girilirken, İsrâil’in bugünkü topraklarının tamâmı ve daha fazlası, bizimdi. Irak’ın toprak bütünlüğünü millî hedef(!)imiz hâline getirirken ortaya nasıl bir hamâkat heykeli çıkarıyorsak; İsrâil-Filistin münâsebetlerinden İsrâil tarafdârı olma hakkını da, aynı heykel mantığı ile elde ediyoruz.

İsrâil’in elinde oyuncak mevkiine düşen ABD de, büyük devlet olma vasfını çoktan kaybetti. Ona büyük mıâmelesi yapan – Türkiye’den başka – ülke kalmadı. Başta İsrâil ve ondan tâlimat alan diğerleri, pehlivan edâsıyla, yaklaşıp yaklaşıp Türkiye’ye elense çekiyorlar.

Türk ve Müslüman özelliklerinin bir arada bulunmasından rahatsızlık duyanlar, asırlar boyunca bu berâberliği bozmak için, akla hayâle gelmeyecek tuzaklar kurmuşlardır. Türk ve İslâm târihleri, boydan boya bu tuzakları boşa çıkarma mücâdeleleriyle doludur.

Günümüzde de, aynı mel’ûn ve meş’ûm tezgâh ehli boş durmuyor. Hemen her saat ve dakika, Türk’ü Müslüman’a, Müslüman’ı Türk’e gammazlayıp duruyorlar.

Hâlbuki, Türk’ü Türk kılan, Türk kalmasını sağlayan temel husûsiyetlerden biri-şeksiz ve şüphesiz- Müslüman oluşudur. Müslüman olmayan Türk topluluklarının âkıbeti, gün gibi ortada duruyorken, Müslüman Türk’e bu düşmanlık, öyle basit seviyede bir cephe alış değil. Ardında daha girift ve kolektif teşebbüs hamleleri var.

Kim ne derse desin, Türkiye sınırları içinde, belli mihrakların teşvikiyle Türk-Müslüman mücâdelesi peydahlanmaya ne kadar gayret edilirse edilsin, Avrupa başta olmak üzere, dışımızdaki diyaloglarda Türk ve Müslüman tâbirleri birbirinin yerine kullanılıyor. Meselâ, 16. yüzyılda, Preveze Zaferi’nden sonra, bu hâdiseyi anlatan İtalyan, Fransız, İspanyol, Portekiz, İngiliz, Alman kaynakları; karşısında hezîmete uğradıkları gücün adını kâh Türk, kâh Müslüman adıyla dile getiriyorlardı. Bu misâl, çuvallar dolusu arşiv vesîkasıyla, istenildiği kadar çoğaltılabilir.

Yunanistan’ın, Batı Trakya’daki Türk nüfûsundan Müslüman azınlık diye söz etmesi, her ne kadar Türk fobisi ile îzâh edilmeye çalışılıyorsa da; bunda, Osmanlı döneminden kalan, Türk’e Müslüman deme alışkanlığının da büyük rolü vardır. Yunan’ın Müslüman dediği insanların Türklüğünden nasıl şüphe etmiyorsak, Türkiye’de yaşayan Türklerin Müslümanlığından da aynı derecede emîn olmak gerekmez mi?

Türk’le Müslüman’ı ayrı ayrı yerlere koymak isteyenlerin murâdı, belli değil mi? Karakucak güreşinden bütün güreş stillerine geçen elense, güreşin nabız yoklama şeklidir. Güreş esnâsında güreşçiler, fırsat buldukça birbirlerinin ense ve boyun bölgelerine şaplak indirirler. Elensenin en önemli özelliği, rakîbin dengesini bozmasıdır. Elenseyi kuvvetli çeken güreşçi, rakîbine üstünlük sağlar.

Türk’e buğzu olan milletler, bize ha bire elense çekiyorlar. İçimizdeki yalancı pehlivanların da onlara âlet olmasıyla, en kuvvetli yerimizden çökertmek için alesta bekliyorlar.

Türk’ün, Müslüman olmaktan şikâyet ettiği falan yok. Aksine, tahmîn edilemeyecek derecede gurur duyuyor. «Türk’üm ve Müslümanım!» demenin hazzı, başka hangi kaynaktan temin edilebilir?

Bu soruya, Nâmık Kemâl, Vatan Yâhut Silistre’yi yazarak cevap veriyor. Bu eserin isminde teksîf edilmiş mânâyı çözmeye nereden başlamalı?

Vatan, Silistre’den görünen Türk yurdu mudur? Yoksa, nâ-mütenâhî Türk vatanının bir küçük uzvu olan Silistre, bütünün özelliklerini bihakkın taşıdığından, temsîl ettiği vatanın yerine mi geçmiştir?

Nâmık Kemâl’in bu piyesi, tiyatro tekniği bakımından ne kadar alt basamaklarda dolaşıyorsa, epik mesajları açısından da o kadar yükseklerde uçuyor. Evvelâ piyesin adı, vatan mefhûmuna yerleştirdiği hümâ kuşu ile, insanı alıp götürüyor.

Vatan varsa, Silistre vardır. Silistre, vatanın kendisidir. Silistre’deki vatan bekçileri, Silistre’nin şahsında vatana adanmışlardır. Ama, Silistre’nin kendisi, vatan uğruna fedâ edilemez. Çünkü, Silistre bizâtihi vatandır.

Piyesin adında kullanılan yâhut kelimesi, sihirli bir ayna hükmündedir. Silistre’ye tuttuğumuzda vatanı, vatana tuttuğumuzda da Silistre’yi gösteren bu yâhut aynası, biraz da Tuna’nın sularına vurulmuş Türklük mührü gibi duruyor. Mâdenî bir mührün, ihtişamlı yüzükler gibi parlayan dâirevî kalkanı vardır. Âh, bu Tuna!… Âh, bu Silisttre!… Dilimizde adınız telâffuz edilirken vücûdumuza yayılan tatlı harâreti, lezzeti târifte ve tasnîfte sıkıntıya düşüyoruz.

Kim derdi ki, Silistre’yle birlikte vatanımızın Rûmeli denilen kolunu, omzumuzdan kesip alacaklar. Nâmık Kemâl’in oğlu bile, Silistre’ye pasaportsuz gidemedi. Silistre’siz bir Edirne, Silistre’siz bir İstanbul, Silistre’siz bir Bursa, Konya, Erzurum ne kadar garîb ve kimsesiz kalır, demeye kalmadan; bizi Silistreler boyu Silistre’sizliğe gömdüler. Silistre gibi daha nice vatan hükmündeki beldeyi, kocaman kocaman hiçlere fedâ eyledik.

Bâzen bir Silistre vatan cesâmetine bürünür, bâzen de vatan, Silistre’den ibâret görünür. Nâmık Kemâl’deki epik romantizm, sâdece eser ismindeki bu fevkalâde şiiriyetle sınırlı değil. Kahramanların isimleri de, en az eserin ismi kadar tedâî yüklü. Meselâ İslâm Bey, Silistre’nin müdâfaasına ne yakışan bir isimdir. İslâm Bey, tertemiz bir Türk subayıdır ama, taşıdığı isim, bu müdâfaaya ibâdet lezzetinde hüviyet ilâveleri yapmaktadır. Silistre’de düşmana karşı savunulan, sâdece bir güzel vatan toprağı mıdır? Hayır, orada İslâm da nefs-i müfâfaa hâlindedir. Hem Türklüğü, hem vatanı, hem de İslâm’ı, İslâm Bey ve arkadaşları müdâfaa etmektedir.

Piyesin hanım kahramânı Zekiye, ismiyle müsemmâ bir Türk kızıdır. Erkek kılığına girerek Âdem adını almıştır. O, hem Âdem, hem de adam olmuştur.

Abdullah Çavuş’un adı da, aynı dikkatli seçimin sonucudur. O, herhangi birinin değil, Allâh’ın kuludur. Öyle olmasa kıyâmet mi kopardı? Kim bilir? Onlar, vatan toprağını korurken, ateş altında ve can pazarında bile görgülerinden, nezâketlerinden hiç bir şey kaybetmeyen muazzez insanlardı.

Görgüsüzlüğün panzehiri tahsîl, diploma veyâ ikbâl değil. Olgunluk ve irfânın uğramadığı yerde, görgüden de bahis açılamıyor.

Fakir görgüsüzlüğü, zengin görgüsüzlüğünün yanında pek mâsûm, hattâ sevimli kalıyor. Aynı hükmü, diplomasız-diplomalı görgüsüzler için de verebiliriz. En çekilmez olanı da, devlet ricâlinin görgüden yana nasîbi, behresi bulunmayanı. Ne yaparsın ki, zamâne Türkiyesi’nde bunlardan tümen sayısınca var. Bu makûlenin ağzından çıkan sözlerle sergiledikleri tavırlardan, ansiklopedi hacminde antoloji malzemesi çıkar.

Tasavvuf yolunun insan-ı kâmil istasyonuna çıkan terk durakları; terk-i Dünyâ, terk-i Ukbâ, terk-i terk diye sıralanıyor. Bu duraklardan birincisinde yeterli puanı alamayanı ikinciye, ikincidekini de üçüncüye geçirmiyorlar. Yâni, her durakta ciddî imtihan var. Ham-ervahlıktan, görgüsüzlükten, pişmemişlikten elini-eteğini çekemeyen kişi, terk-i Dünyâ edemez. Bunu beceremeyenin, ilerideki duraklarda işi yoktur. Peki, terk-i Dünyâ diploması alabilmek için, terk edilecek olanların başında neler var? Hiç şüpheniz olmasın, görgüsüzlük listenin ilk sırasında.

Terk-i Dünyâ etmek, Dünyâ’dan göçmek mânâsına da geliyor. fakat, burada tasavvufî nüans, terk fiilini, yaşıyorken işlemeyi gerektiriyor. Hani Ahmed Yesevî’nin, 63 yaşına geldiğinde: «Allâh Resûlü’nün ömründen fazlasını yaşamak, bana haramdır.» deyip yer altında hazırlattığı mekâna girmesi gibi. Hem bu Dünyâ’da yaşayacaksın, hem de nîmetlerine yüz çevireceksin. Bunu, Yûnus’un dilinde «Hamdım, piştim, yandım…» şeklinde telhîs edilmiş görüyoruz.

Yaşadığımız günlerde, elbette Yesevî gibi yer altında yaşama imtihanları teklîf edilemez. Ama, Yûnus’un yaptığını söylediği üç fiil, herkes için, en çok da ricâl-i devlet namzetlerine ilâç hükmündedir.

Çiğ et yemenin insan organizmasında husûle getireceği metabolizma bozuklukları, çiğ söz dinlemenin sosyal bünyedeki tahrîbâtı yanında oldukça hafif kalıyor. Yûsuf Hâs Hâcib, kuyumcu terâzisine koyarak bir araya getirdiği kelimelerine Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) ismini boşuna vermemiş. O büyük eserin ilk msırâını bilir misiniz?

Bayat atı birle sözüg başladım

Yâni, «Allâh’ın adı ile söze başladım.» diyor. Bunun, Besmele demek olduğunu haykırıyor. Gâliba, bugünkü en temel eksiğimiz burada yatıyor. Okyanus hacmindeki kendi öz değerlerimizi yok sayıp, çorbacı kâselerine imrenmeye başladık.

Klâsik Osmanlı kültüründe sık kullanılan hitap şekillerinden biri de çorbacı idi. Bu sözde hem tasnîf, hem de tahfîf tedâîleri var. Tasnîfe yönelik mânâ semtinde de dinî ve meslekî mâlûmât bir arada veriliyor.

Çorbacı, önce Hristiyandır. Sonradan ihtidâ etmiş olsa bile, cemâziye’l-evveli Hristiyandır. Mezhebi pek öne çıkmamakla birlikte, bu sıfatı taşıyanlar daha çok Ortodoks olmuş. Bunda, Osmanlı tebaasındaki Hristiyanların Ortodoksluğa daha fazla meyletmesi rol oynamış. Elbette, Ortodoks tebaanın tamâmı çorbacı değil. Bu unvanla çağırılmak için ya resmî bir görevde çalışıyor olmak, yâhut dinî sıfat (papaz, râhip, piskopos vs.) taşımak gerekiyordu.

Gâh günlük halk konuşmalarında, gâh halka mâl olmuş yazılı eserlerde, çorbacı sözü; güç, kuvvet, otorite, itibâr eksikliğinin remzi gibidir. Çorbacı hükmünü veren ve bunu – aslâ horlama ve aşağılama mânâsı yok – hükmetmekten kaynaklanan bir hâkim olma psikolojisi içinde sıfat hâline getirip Hristiyan unsurlara yakıştıran merci, muhît ve kalemin dinî mensûbiyeti, İslâmdır.

Ortodoksların şahsında Hristiyan din adamı veyâ devlet görevlilerine verilen bu çorbacı sıfatı, hangi vasıfları olan bir karakteri anlatıyor? İşte burada beliren portre, aynı zamanda bir zihniyetler mukâyesesini, kendiliğinden yapmış oluyor.

1826’daki Vak’a-i Hayriyye’ye kadar, Yeniçeri ortalarında, bölük komutanı mânâsına da çorbacı tâbiri kullanılmıştır. Bilhassa Sultan Üçüncü Murad devrinden başlayarak büyüyen bozulma çizgisinde, Yeniçerilerin sabahleyin çorba içip içmemeleri, huzursuzluk olup olmayacağı husûsunda fikir verir oldu. Bu mansıbın, yâni çorbacılığın önem kazanması da, doğrudan bu çorba içirme fiiline dayanıyor. Eğer, Yeniçeriler o güne çorba içerek başlarlarsa, akşama patırdısız ulaşılır; aksi olursa, kaldırılacak ve devrilecek kazanların hesâbı yapılırdı.

Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması üzerine târih düşüren Keçecizâde İzzet Molla:

Tecemmü’ eyledi Meydân-ı Lâhm’e,

Edib küfrân-ı nîmet nice bagî…

Durup kaldırmada ikide birde,

Kazan devrildi, söndürdü ocağı!..

derken, kaldırılan ve de Ocak’ın üstüne devrilen kazanın, bu meşhûr çorba kazanı olduğunu biliyordu.

Yeniçeriliğin, kanlı bir şekilde lâğvedilmesinden sonra da, çorbacı sözü yaşamaya devâm etti. Bilhassa Bulgarlar arasında, gayr-ı meşrû kazanç yollarından geçerek zengin olan tüccâra çorbacı denmeye başlandı. Balkan coğrafyasına sinsîce ve vahşîce yayılan komitacılık rûhu, hep çorbacı zihniyetin desteğini alarak, Türklüğü imhâya ve ezmeye azmetti.

– Mâsum ve kendi hâlindeki çorbacı, lokantacı esnâfını tenzîh ile- Ömer Seyfeddin ve muâsırı yazarlarımızın tasvîr ettiği bütün Türk düşmanı çorbacıları, acı ve ibretle hatırlıyoruz…

 

Orkun'dan Seçmeler