Türkiye’nin içinde bulunduğu uzun süreli krizin temel nedenleri son yılların savurganlık, yolsuzluk, yanlış yatırımlar, siyasî düşüncelerin manipüle edilerek çıkar amaçlı kullanılması vs. gibi örneklere bağlanmasına rağmen ayrıntılara girilince nelerin ihmal edildiği pek de tartışılmamakta, gündeme getirilmemekte. Sanırım bu topu taça atmak gibi bir şey olsa gerek.
Ülkenin şu anki durumunda siyasîlerin ve onlarla beraber hareket eden milliyetsiz çıkarcıların payı olduğu kadar sistemin ve bu sistemin iyileştirilmesinde fikir üretme ve yansıtma gücü göstermeyen aydının da payı büyüktür.
Bakın Türkiye’nin aydın profiline; zıt kutupların içerisinde hâlâ geçmişin benliklerinde bıraktığı kinleri birbirlerinin suratına kusmaya devam etmekteler. Tüm bu saydıklarımızın yanında aydın dediğimiz aklı evvellerin de millete karşı suçu ve sorumluluğu var. Hâlâ ben merkezlilik, şablonculuk üzerine kurulmuş girift dünyalarında homojenliği yakalayamamış, sadece kendi gibi düşünen gruplara hizmet etmişlerdir.
Yıllardır ülkenin sıkıntısı bu değil midir? Bir ülkede mal üretimi varsa fikir de üretilir. Fikir üretilmiyorsa mal da üretilmez. Yaşadığımız bu ağır tahribatı (sosyal-ekonomik) her kesim insan farklı yorumluyor. Üretim krizi, reel kriz vs. adı ne olursa olsun sonuç ortada. Bu ülke fikrî ve maddî üretimi toplumsal tabana yayamamanın sıkıntısını zaman zaman yaşıyor.
Maddî üretimde ileri gitmiş ülkeler önce felsefe, edebiyat, kültür üretiminde ileri gitmişler, zengin bir tarih bilinci oluşturmuşlar, sonra bunu mühendislik alanına yansıtmışlardır.
Biz ise hâlâ zengin tarihimizi cumhuriyet, Osmanlı diye bölen ucube, kopuk bir zihniyeti taşıyan aydınların savurganlığını yaşıyoruz. Temeli olmayan, bacası tütmeyen bir ekonomi bu ülkede maalesef bazı kesimleri refah seviyesine ulaştırmıştır. Tabana yayılmadan aklın, bilginin yanı sıra ülke için biz menşeli üretebilmek bilincine sahip bir millî kalkınma ülküsü oluşturmazsak kapitalist düzenin gelişmemiş ü lkeler için kalkınmama modeli olan bu parasal politikaların girdabında gün be gün eririz. Oysa belirttiğimiz ekonomik seviyeden yola çıkan fakat insanı temel alan politikalar izleyen ülkelerin yükselişini ve hangi seviyelere geldiğini görüyoruz.
Şu anda AB’nin gözde üye ülkelerinden olan ve başlangıçta AB’ye soğuk bakan İspanya’nın temel altyapı sayılan eğitim, bölgeler arası kalkınma modelini oluşturması ve uzun vadede bulunduğu noktaya ulaşıp kendi şahsına münhasır bir kalkınma modeliyle ihracaat şampiyonu olması tesadüfî değildir.
Aynı doğrultuda benzer başarıyı gösteren İrlanda bilgisayar ve yazılım teknolojisinde büyük atılımlar yapmış ve bu sektörde, değil Avrupa’da dünya piyasalarında haklı bir yer edinmiştir. Bugün ulaştığı nokta geçmişteki İrlanda’yı bilen insanlara dudak ısırtmaktadır.
Her iki ülkenin başarısının temel felsefesi; insanı temel alan, insanı yetiştiren bir politika izlemeleri ve yetişmiş insan gücünü iyi kanalize etmeleridir. İnsanı geliştiren, eğiten bir ülkenin siyasî ve ekonomik istikrar kazanması herhalde kaçınılmaz bir olgudur. İnsanı eğitimli olan bir ülkede fikir de üretilir, mal da.
Bu değerlendirmeler ışığında ülkemizde izlenen politikalara bakıldığında eğitimin dünya standartlarının altında olduğu, bölgeler arası kalkınma dengesizliği yüzünden çok ciddî göç problemlerinin yaşandığı, girişimciliğin cezalandırılması (maddî külfetlerle) sonucunda işsizliğin artık tehlikeli boyutlara ulaştığı kolaylıkla görülebilmektedir.
Yeterli yatırım olmadığı için üretimden bahsetmek ve üretim olmayınca ihracatın gelişmesini beklemek doğru olmaz. Esasen ihracat ve yatırım birbirinin sebep ve sonuçlarıdır. İhracat yapabilmek için önce üretmek gerekir. Üretebilmek için de evvelâ yatırım söz konusu olmalı. Yatırım ise, iç ve dış kaynakların yeterliliğine bağlıdır. Ya iç kaynakları artırıcı tedbirler alacaksınız ya da yabancı sermaye girişini sağlayacaksınız. Türkiye normal dönemlerde bir yıl içinde 200 milyar dolarlık mal ve hizmet üretiyor. Bu da kişi başına yaklaşık 3 bin dolarlık üretim eder. Bakın Avrupa Birliği millî gelir ortalamasına; bu 30 bin dolardır. Maalesef 3 bin dolarlık gelirle batılı ülkelerin yaşamını özlüyoruz. Tüketici bir toplum oluyoruz. Sorunumuzun üretemeden tüketmeye kalkışmak olduğu da görülüyor.
Türkiye ekonomisinin sorunlarının başka bir boyutunu da, plânsızlık ve millî gelirin verimli kullanılmaması olarak görebiliriz. Ekonomik ve piyasa değişimleri üzerinde sebep ve sonuçlarını analiz ederek etkilerinin değişik boyutlarda plânlamasını ve analizini yapmalıyız. Hem ferdî hem de toplumsal yankılarını iyi tesbit etmeliyiz. Bu acı reçetelerin kesin çıkış noktası olmadığı toplum ve siyasîler tarafından bilinmelidir. Olağanüstü durumların olağanüstü tedbirleri zorunlu kıldığı doğrudur ama, bunun parasal tedbir ve politikalarla önlemek olmadığı, insanımızı daha da fakirleştirmek olduğunu görmek zorundayız. 60’tan fazla devlet ve özel üniversitelerin var olduğu ülkemizde hâlâ yüz binlerce insan tahsil hayatını dışarıda yapmayı tercih ediyor. Bakın sadece Amerika’da 16 bin kişi öğretim görüyor. Yıllık 850 milyon dolar döviz Amerika’ya gidiyor, 100 bin kişinin yurtdışı tahsili yaptığı düşünülürse ortaya 8-10 milyar dolar gibi bir rakam çıkıyor.
Üniversitelerimizin durumu da pek hoş bir görüntü sergilemiyor. Birkaçı hariç diğerlerindeki eğitim, tabiri yerindeyse yüksek lise düzeyinde. Yurt dışı tahsiline, bununla beraber teknolojik formasyon kazanmaya ben dahil hiçbir kimse karşı tavır sergilemez. Fakat en azından çıkan bu dövizin belli miktarlarını kendi eğitim kurumlarımızın ilgisine yönlendirme modeli kurarsak farklı bir yapı ortaya çıkar diye düşünüyorum. Bununla beraber gençliğimizin kendi üniversitelerine güvenmelerini sağlamalıyız. Ama durum hiç de bahsettiğim şekilde değil. Her sahip olduğumuz kaynağı iyi bir şekilde kullanmak durumundayız. Bu millet çalışkan, zeki ve aksiyon sahibidir. Tarih de bunu her yönüyle göstermiştir. Milletin bu hasletlerini maksimum kullanmalıyız. Çağın lokomotifi insandır. Türkiye bir kaynak enflâsyonunun yaşandığı ülkedir. Türkiye’nin gelişiminde en büyük payın bu gücü kullanmak olacağının bilincini her kesim idrak ve teyit etmeli. Biz gelecek yüzyıl randevusunda bulunmak, teknolojik yarışa katılmak ve derece almak zorundayız. Geleceğimiz buna bağlı. Bürokratik ve siyasî ayak bağlarından kurtulmalıyız. Kaybolmaya yüz tutan millî duygularımızı millî heyecan olarak harekete geçirmek, yarışta güç kaynağımız olacaktır. Bazen bir çığlık çığa neden olur, bu çığlığı milletçe topyekûn atmalıyız.
Türkiye’yi 21. yüzyıla hazırlamakta maalesef geç kalıyoruz. Teknoloji yarışında yerimizi alabilmeliyiz. Damarlarımızdaki statik kuvveti dinamik hâle getirmek gerekiyor. Üzerine oturduğumuz zengin kaynakları insanlarımızın emrine sokmakta geç kalıyoruz. Türkiye gelecekteki yerini, istikametini tayin etmelidir. Ayrıca toplum üzerinde ciddî bir araştırma yapmaya ihtiyaç var. Geçmişi zengin 70 milyonluk bir kütlede ilim ve edebiyat alanında büyük isimler çıkmıyor. Millî duygular, heyecanlar zayıflıyor, düşündürücü, rahatsız edici belirtiler var.
Bunların mutlaka araştırılması, sebeplerinin ortaya çıkarılması ve tedbirlerin alınması gerekiyor. Yine çözümün temeli, gelişmenin olmazsa olmazının eğitim olduğunu unutmamalıyız. Ve bu dertlerin aşılması uzun vadede eğitimin toplumsal tabana yansıtılmasıyla olur. Ülke profiline baktığımızda eğitim göstergelerinin yetersiz olduğu, çağın gerisinde kaldığı görülür. Savunma ve ekonomik kalkınmanın yolu eğitimden geçer. Ortaya koydukları mucizelerle dikkati çeken ülkelerin sırrı eğitimdir. Ülkemizdeki geniş eğitim adaletsizliğinin kimseyi, bilhassa idarecileri rahatsız etmemesi üzücüdür.
Eğitim müesseselerimiz birer diploma fabrikasına dönüştürülmüş vaziyette, eğitime ayrılan kaynaklar yeterli olmaktan çok uzak. Çok iyi düşünülmüş, plânlanmış eğitim reformuna ihtiyacımız var, eğitim olmazsa olmazdır.
Ne var ki, bunun şuuruna kavuşmak da eğitime bağlıdır…