Ana Sayfa 1998-2012 Yağdır mevlâm puan!..

Yağdır mevlâm puan!..

Belli merkezlerden pompalanan ve reklâm elbisesi giydirilen habere göre; hükûmet, Kurumlar Vergisi’ndeki oranı % 30’dan % 20’ye indirmiş. Medyamızın ekonomi sayfa ve ekranları, günlerdir bununla yatıp kalkıyor. Haber kanalı olmakla övünen bir televizyonda, bu vergi indiriminin piyasalara yaptığı “olumlu tesir”i anlatan kişi, aynen şöyle diyordu:

– “Yağdır Mevlâm puan!..”

Türkiye’de, Kurumlar Vergisi’ni, adı üzerinde, şirketler ödüyor. Bu vergiyi ödeyen şirketler kimin? Çok çok zengin olan holding sâhiplerinin yâni, vergi indirimi yüzünden bayram sevinci yaşayan medya organlarımız da bu holdinglere bağlı.

İşte; Hükûmet, bu holding sâhiplerinden daha az vergi almaya karar vermiş… Niye başka vergilerde değil de zenginlerin, ama çok çok zenginlerin ödediği vergide indirime gidiliyor? Bu uygulamanın, ekonomide yakalandığı söylenen istikrarla ve iyileşmeyle hiç mi hiç alâkası yok. Eğer olsaydı, vergi oranını indirmek yerine, dar gelirli ve açlık sınırında işçinin maaşında artış sağlanırdı.

Nitekim, Ankara Sanâyi Odası Başkanı, bir fırsatını bulup Mâliye Bakanı’na; bu husûsu, sormuş. Mâliye Bakanı’nın verdiği cevap, kem küm.

– “O ayrı bir mesele, vergi indirimi ayrı.”

Bilâkis, iyiye giden her ülke ekonomisi’nde, maaşlar artar. Artmıyorsa, ekonomi iyiye gitmiyordur. İyiye gitmeyen bir ülke ekonomisi’nde, zenginden alınan verginin oranı düşürülüyorsa, fevkalâde büyük hesaplar yapılıyor demektir. Tabiî ki, bu hesaplar, ülke menfaati çiğnenerek, garibanın ve masum vatandaşın hakkı zengine peşkeş çekilerek yapılıyor.

Dikkat ettiniz mi? Bu vergi indirimi dolayısıyla kasîde-gûluk yapanların içinden bir Allâh’ın kulu çıkıp da:

– “Mâdem ki, Türkiye % 10’luk vergi diliminden vazgeçebilecek seviyede zenginleşmiştir, bu imkânı her Türk vatandaşı paylaşmalıdır.” diyemedi.

Vah benim tâlihsiz ülkem vah!..

Acaba, “IMF cephesinden, bu vergi ikrâmına bir aks-i sedâ gelir mi?” diye, bir – iki yorum yapıldı. Öyle bir itiraz ve frenleme olmayacağı anlaşılınca; Mâliye Bakanı, üç meydan muhârebesi kazanmış komutanlar gibi, “mâlî mareşâl”likle taltif edildi.

IMF, böyle bir karâra niye karşı çıksın ki? Türkiye’nin hayrına, Türk insanının refâhına yönelik bir karar olmadıktan sonra, IMF asla karşı çıkmaz. Memur ve işçi ücretlerine zam yapılsaydı, IMF, bakın ne fırtınalar koparırdı…

Bu vergi indirimi yüzünden, bütçede meydana gelecek açığı kim kapatacak? Maaşı ve ücreti arttırılmamış memurumuzla işçimiz. Onlara, yine fedakârlık nutukları atılacak.

Önümüzdeki günlerde, medya tarafından atlı karıncaya bindirilmiş bir hükûmet göreceğiz, hazır olun… “Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyâmete” mi? diyeceğiz, belli değil. Ama, Türk milletini kıyâmete hazırlama provaları arka arkaya sökün ediyor.

Önce “Osmanlı Ermenileri” konferansı, ardından Orhan Pamuk dâvâsı, senaryoya uygun biçimde sahneye kondu. Her şey, önceden tertib ve tâlim edildiği gibi, harfiyyen yerine getirildi. Öyle bir noktaya gelindi ki; kimse, bu mâlum konferansta hangi meş’um fikirler sarfedildi; bu romanı geçinen zât, hangi densiz sözü yüzünden mahkemelik oldu? demiyor. Bunlar, kasten ve şuûrla unutturulmak isteniyor. Kendisine hakâret edilen, küfredilen, haksız ve seviyesiz isnadlara mâruz kalan Türk milleti, bütün bu tecâvüz karşısında öfkesini belli edince, suçlu mevkiine çıkarılıyor.

Sen, İstanbul’da Türk’ü aşağılayarak Ermeni hezeyanlarını kusacaksın. Aslâ yapılmamış bir katliâmı, vâki olmuş gibi göstereceksin ve işlenmemiş bir suçun şişirilmiş faturasını Türk milletine keseceksin.

Sen, nimetiyle semirdiğin bu ülkenin ve bu milletin bağrına -entellik ve modernlik tafralarıyla- hançer gibi iftira cümleleri sokacaksın. Türk’ün haslet ve meziyetleriyle alay edeceksin.

Bu aşağılama, hakâret, iftirâ, hezeyan ve tecâvüzlere mâruz kalan Türk milleti, pek normal ve eşyânın tabiatından olarak -saygı duyulacak bir nefs-i müdafaa tavrı gösterecek; ama bu, -en çok da bizim sandığımız- basın organlarında, mahkûmiyet dâvetiyesine malzeme yapılacak. Ben, böyle mürekkebi dışarıdan gelen basını ne yapayım?

Türk’ün şefkati, hamiyeti, müsâmahası ve sevgisi sayesinde günümüze sâlimen ulaşan pek çok etnik ve dinî unsur gibi, Ermeniler de, fırsat ellerine geçer geçmez “küfrân-ı nimet” etmişlerdir. Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, Sırplar, Hırvatlar ve aynı testiden su içen daha nice küfür ortakları var.

Şu hâle bir bakınız. İstanbul’daki bir konferansı bahâne edip Türk’e tecâvüze yeltenenler, “sütten çıkmış ak kaşık” oluyor gibi; “benim ülkemde, benim İstanbul’umda, benim üniversitemde bana fütursuzca küfür edemezsin!” diyen milliyetperver Türk insanı, “barbarlık” kürsüsüne çıkarılıyor.

Türk’ün -bırakın adını- gölgesinden bile rahatsız olan bir “ultra entel” romancı mukallidi, Türk’e düşmanlık üzre yaratılmış birtakım kavimlere ve bu kavimlerin koalisyon güçlerine şirin görünebilmek uğruna; yenilmesi, yutulması imkânsız herzeler yumurtlayacak; tükürdüğü bu pis ifrâzâtı yalaması istendiğinde de, mağdur rolü oynayacak. Türk ülkesinde, Türk kanunu ile muhâkeme edilecek; bunu, Türkiye aleyhine ve milletlerarası bir kampanyaya dönüştürecek.

Söyler misiniz, bunun neresinde insan hakları şarkısı var? Söyler misiniz, bu küstahlık ve densizlikler, ne zamandan beri bu aziz milletin başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyor?

Danimarka’dan yayın yapan bir Kürt televizyonu var. Roj TV diyorlar. PKK’nın adını kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okuyan bu televizyonu susturmaya -maalesef- gücümüz yetmedi. “Dostum”uz Danimarka, T.C. Başbakanı’nın koyduğu tavra (!) rağmen, bu şer yayınını engellemedi.

Sen, 70 milyonluk bir memleketin başbakanı sıfatıyla kalkıp tâ Kopenhaglara kadar gideceksin; Danimarka Başbakanı ile ortak basın toplantısı yapacaksın; Türkiye’yi -kendi stilince- pazarlayacaksın. Basın toplantısını tâkib eden yayın kuruluşları arasında Roj TV mensuplarını görünce -etrâfından aldığın işmarlarla- toplantıyı terk edeceksin. Bunu yapınca, bütün Baltık ülkelerinin ve Grönland’ın sarsılarak hizaya gireceğini sanıp, hem Türkiye’ye dönecek, hem de, “ne şiddetle bir harekât-ı arz oldu?” diye ardına bakacaksın.

Vaktiyle Midhat Paşa da, Taif’e gönderilirken böyle yapmıştı. Bugünkü tıbbın “megalaman” teşhisi koyduğu Paşa, kendisini taşıyan gemi Çanakkale Boğazı’ndan geçinceye kadar, İstanbul’dan gelecek ihtilâl haberlerini beklemişti. Ona göre, Osmanlı ülkesindeki Midhat Paşa sevgisi, başta Sultan Hamid olmak üzere, bütün rejimi sarsacak kadar büyük ve coşkundu.

Ama, ne böyle bir ihtilâl oldu, ne de rejim sarsıldı. Paşa, Taif’e “paşa paşa” gitti.

Hâl-i hazırdaki T.C. Başbakanı da, mâlüm Danimarka Seferi’nden dönerken, daha Ankara’ya varmadan Danimarka’nın hem özür dileyeceğini, hem de Roj TV’nu kapatacağını zannediyordu. Bunlar olmadığı gibi, Türkiye’nin prestiji bir defa daha ayaklar altına alındı. Dünyanın en köklü ve tecrübeli devleti olan Türk Devleti’nin, bu tarz acemiliklere âlet edilerek küçük düşürülmesi, affedilecek bir hareket değildir.

Şimdi, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın başını çektiği elli dört belediye başkanı, Danimarka’ya mektup yazarak, Roj TV’nun kapatılmaması husûsunda ricâda bulunmuşlar. Aradan kaç gün geçti, Türk adâlet mekanizması bu elli dört belediye başkanı hakkında herhangi bir muâmele başlatmadı. Daha, işin inceleme safhasında olduğu söyleniyor.

Şiir okuduğu için hapsedilen belediye başkanlarını gören Türkiye, şimdi, açıkça PKK’ya destekçilik ve yataklık yapan belediye başkanlarını vazifede tutuyor.

Eğer, Türkiye Cumhuriyeti, bu elli dört belediye başkanına bir şey yapamıyorsa; Roj TV, yayın merkezini Ankara’ya taşısın. TRT stüdyolarından en büyüğünü de ona tahsis edelim.

 

Orkun'dan Seçmeler