Ana Sayfa 1998-2012 Üst kimlik(ler) çatışması

Üst kimlik(ler) çatışması

Birkaç yıl önce Prof. Mümtaz Soysal’ın bir yazısında okumuştum. Bilmediğim, duymadığım bir husus değildi. Ama bazı şeyler kişinin kafasında biraz bulanık, dumanlı, sisli, pek yerine oturmamış durumdadırlar. Bir yazı, bir söz, bir olay, hattâ bir rüya kişiye “ha!”, yani “…gerçekten de öyle, bak bunu ben tam böyle düşünememiştim!..” dedirtir. İşte Soysal’ın bir siyasî analizini okurken ben de içimden böyle söyledim. Soysal bir batıl politik sistemi anlatıyor ve bu sistemin uygulamalarını değerlendirirken “… ama kendi mantığı içinde tutarlı…” diyordu. İşte bu “kendi mantığı içinde tutarlı olmak” benim bilmediğim, duymadığım bir husus değildi, ama henüz beni yönlendiren düşünce ve eylem parametrelerim arasında ön sırada da değildi. Üniversite mezunu olmama rağmen bir konuda derinleşmiş, uzmanlaşmış değildim. Dersler arasında metodoloji de vardı, ondan sınava da girmiştim, fakat sistematik düşünme, analitik düşünme, daha da doğrusu bilimsel düşünmede aksıyordum, bilgilerim de eklektik nitelikte idi ve durum şimdi de pek farklı değil. İleri yaşıma rağmen hâlâ hatalarımı düzeltmek, eksiklerimi tamamlamak için çok okurum, notlar alırım, kendimi azarladığım ve hattâ cezalandırdığım bile olur1.

İşte bu “… kendi mantığı içinde tutarlı olmak…” beni etkiledi ve düşünürken hem de düşüncelerimi söylerken ve yazarken bu kurala uymaya zorladı. Bu, halk deyimi ile saçmalamamak, aklına geleni düşünmeden söylememek, sözün başında, ak dediğini sözün ortasında grileştirmemek ve lâfın sonunda da onu asla kara yapmamak demekti2. Kişinin kendisini disiplin altına alması zordur. Âleme talkın vermek kolaydır. İmam olup dediğini de yapmak zordur3. Düşünerek konuşmak, konuşurken, yazarken kişisel veya konusal parametrelere ters düşmemek zihnî bir yorgunluktur da. Ama her iyi-doğru-güzelin gerisinde çok zaman bir yorgunluk vardır. Mutlu olduğu kadar onurlu bir yorgunluk…

Birinci ve ikinci paragrafları neden yazdım? Çünkü benim tartışma, hattâ eski deyim ile “infial” yarattığı anlaşılan bir söylemim bu “… kendi mantığı içinde tutarlı…” olmak prensibimin bir sonucu. Konuyu bilmeyen veya hatırlayamayan okurlar için söylemimi tekrarlayayım: “ Dinler, bu meyanda semavî denen Hristiyanlık ve İslâm da uluslararasıdır. Bu nitelikleri ile de bir Türk’ün hem tam Müslüman hem de Türkçü olması mümkün değildir. Aynı husus bir Alman, Fransız ve İngiliz için de söz konusudur. Teorik olarak tersini savunmak olanaksızdır. Benim mantık sistemim bir kişinin, ben hem yüzde yüz Müslümanım hem de yüzde yüz Türkçüyüm demesini kabul etmez…. “ Yani ne diyorum: Bir kişi aynı zamanda hem – ödünsüz – Türkçü (milliyetçi) hem de – ödünsüz – bir semavî din taraftarı, yani Hristiyan veya Müslüman olamaz4. Ben bunu söylerken kendi mantığım içinde tutarlıyım. Burada şunu özellikle vurgulamak isterim. Hareket noktam öncelikle soyuttur. Yani birisi (meselâ ben) bir tanım yapıyor, bazı varsayımlardan hareket ediyor ve bu tanım ve varsayımlara dayanarak da bir sonuca varıyor. Sonuç, tanım ve varsayımlara göre doğru ise fikir tutarlıdır. Sözlerimi somutlaştırayım. Bundan belki on yıl kadar önce “Ütopya” dergisinde bir yazı okumuştum. Yazar sonuçta mealen “… Peygamber Muhammed solcudur…” diyor. Ben önce bu sonucu okuyunca, halk deyimi ile hop oturup hop kalkmıştım. Ama, yazar kendi mantığı içinde tutarlı idi. Çünkü önce bir tanım yapıyordu ve mealen “… kurulu düzeni değiştirmek için eyleme geçenler, devrimcidir… ” diyor ve ekliyordu “… Peygamber Muhammed kurulu düzeni değiştirdi, bu devrimciliktir ve kurulu düzeni değiştirmek bir sol aksiyondur…” Her kurulu düzeni değiştiren devrimci midir ve kurulu düzeni değiştirmek münhasıran bir sol eylem midir, ayrı bir tartışma konusudur. Hattâ “zırva” diye kesilip atılabilir de. Burada devrimci sıfatı yerine başka bir sıfat ve solcu yerine de başka bir sıfat koyarak bambaşka bir sonuç çıkarılabilir. “… Muhammed solculdur…” sonucuna, yargısına, “zırva” da deseniz, yazarın kendi mantığı içinde tutarlı olduğunu yadsıyamazsınız.

Yazılarımda din konusuna az veya çok değindiğim gerçektir. Bunun nedenini kısaca açıklamak istiyorum. Ben genç yaştan, 8. ve 9. sınıflardan itibaren, ki takriben 1942 yılına tekabül ediyor olmalı, Türkçü’yüm, yani 64 yıldır. Türkçülük hamurumun esas unsuru hocamız Reha Oğuz Türkkan kaynaklıdır. O zamanlar Türkkan’ın yazılarını Atsız’ın yazılarından fazla okudum, çünkü iki dergi alacak harçlığım yoktu, Türkçü diğer arkadaşımın durumu benden iyi değildi, alabildiğimiz dergileri birbirimize verdiğimiz hâlde. Türkkan’ın bilimsel Türkçülüğüne karşılık benimki bölük pörçük ve eklektiktir. Hattâ eski bir deyim ile, hocamız Türkkan yanında Türkçülük taslamaktan teeddüp ederim, yani utanırım. Bütün bu eksiklerime rağmen şunu rahatlıkla iddia edebilirim ki – bedenimi bilemem ama – ruhen – aşağıda Özdağ’dan naklen Atsız’dan duyacaksınız – yüzde yüz Türk ve Türkçü’yüm. Onun için de yine sık sık üst kimliğimin Türklük olduğunu vurguluyorum. Neden sık sık vurguluyorum, ilerki satırlarda anlatacağım.

Ben bir Cumhuriyet Çocuğu’yum. Bunu da sık sık tekrarlarım. Aslında özellikle Cumhuriyet’in ilânından sonra doğanlar ve Cumhuriyet kültürü ile yoğrulmuş olan herkes Cumhuriyet Çocuğu’dur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en farik unsuru onun “lâik” olmasıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyeti dinsel referanslı değildir. Devletin dini yoktur ve tüm dinsel sayılan inançlara – ateizm dahil – eşit uzaklıktadır vs. Devlet için bilimsel olmayan bu sıradan tarifi yaptıktan sonra benim için önemli olan dinler karşısındaki kişisel durumuma geliyorum. Ben seküler düşünceli bir kişiyim, erken Cumhuriyet’ın pek çok kişisi gibi. Yani hiçbir hareketimi, dinsel kurallara göre değil, Türk törelerine5 ve evrensel iyi-doğru-güzel kabullere göre yaparım. Zaten çok zaman etik dinsel kurallar ile etik seküler kurallar çatışmaz. Etik kurallarla çatışma durumunda benim için geçerli olan seküler kuraldır.

Benim ve benim gibi düşünen kişiler için dinler kişi ile inancı arasında kaldığı sürece sorun çıkmaz. Ama dinler, bizde şeriatçıların, bu meyanda AKP’ nin ve onun başının anladığı, yorumladığı ve uygulamaya çalıştığı gibi6 kamusal ve dünyasal (seküler) alana girerse çatışma olur, hudut ihlâli, tecavüz söz konusudur7. Bir Türk için dünyasal alan önce bir Türklük ve Türkçülük alanıdır. Üst kimliğiniz Türklük ise önceliğiniz böyle olmak zorundadır, eğer kendi mantığınız (tanımlarınız) içinde tutarlı kalmak istiyorsanız. Bu durumda hiçbir dış etken Türklük parametrelerinin önüne geçemez, bu din de olsa onun adı islâm da olsa. Şimdi Altan Deliorman’ın “Tanıdığım Atsız” adlı yapıtının ikinci baskısının 195. ve 196. sayfalarından bir alıntı yapıyorum:8[…Atsız’ı İslâmiyete gereken değeri vermemekle suçlayanların, onu «dinsiz», «zındık», «şaman» şeklinde tanıtan ve tanımlayanların sayısı hiç de az değildi. Atsız’ın tutumu da, bu kabil davranış sahiplerini zaman zaman haklı gösterecek gibiydi. Fakat onun asıl hazmedemediği, İslâmiyet vesile edilerek Türklüğün horlanması ve din istismarcılığı yapılmasıydı… ]9

Şimdi benim için çok önemli bir noktaya geldim. Benim gibi seküler düşünceli ve yazılarımı okuyan bir dostum bir gün bana mealen “… yazılarında dine, Türk-İslâm-Sentezi’ne biraz fazla değinmiyor musun?..” demişti. Çok doğru bir saptama! Ama değinmek zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü, Altan Deliorman’ın Atsız için yaptığı yorumun, yani “… Türklüğün horlanması ve din istismarcılığı yapılması…” hususu bugün, Atsız’ın reaksiyon gösterdiği zamankinden korkunç derecede fazla. Atsız bugünleri yaşasa her hâlde atom bombası gibi patlardı. Ben ise Atsız’ın tırnağı bile olamam! Ama Türklük en kıskanç – ve bazen hırçın – olduğum alandır. Onu çok okuyarak, onu inceleyerek, onu sorgulayarak, ona usumla ulaştım, tıpkı Atatürk’e ve lâisizme ulaştığım gibi…

Orkun’un yayın konseptini aşmak istemem ve bu konsepti aşan yazılar da zaten basılmaz. Ben şu kadarını söylemekle yetineyim. Namık Kemallerin, Ziya Gökalpların, Yusuf Akçuraların ve onlar gibilerden feyiz alarak Türk milliyetçiliğinin doruğuna ulaşmış bir Mustafa Kemal Atatürk’ün vatanında birileri, “… Türk yok, Türkiyeli var!.. “ diyorsa ve millî olan Türklük şuurunu, niteliği gereği ümmetçi ve gayrımillî olan bir dinin, bu İslâm da olsa, içinde eritmek istiyorsa, yani Türklük şuurunu hor görüyorsa, ben karınca kararınca karşı koyarım10. “Türk yok Türkiyeli var!” diyen kişi ve kişiler ve onları tutan kişiler için Turan da yoktur. Çünkü ümmetçi zihniyet için bir Azerî ancak Nijeryalı, Endonezyalı, Etyopyalı bir Müslüman kadar değer taşır ama, bir Arap kadar değer taşımaz. Ümmetçi kendi mantığı içinde tutarlıdır. Ama benim Türklük konseptim çok farklı. Azerî, Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız, Uygur, Kırımlı ve Kazanlı Türk, Çuvaş, Saha vs. ve hattâ “Türk’üm!” diyen, Türkiye’de köklerini arayan ABD’li Melucan benim kardeşimdir. Benim için Hristiyan bir Gagavuz bir Müslüman Araptan daha önemlidir. Hele o Gagavuz bir de Türklük şuuru taşıyorsa (ki Gagavuzlar övünerek “ Biz Türk’üz!” diyorlar ve de güzel Türkçe konuşuyorlar!) Bu benim Türklük konseptim ve tartışmasız üst kimliğim olan Türklük ile de tutarlı11. Türkçü kardeş ve ülküdaşlarıma bir ara Orkun’da bir soru yöneltmiş ve Maide 51’e göre “… ben Gagavuz (veya Hristiyan) olsam beni dışlar mısınız?..” mealinde soru sormuştum. O zaman bazı yorumlar da gelmişti. Umarım dışlamazsınız12!

Konunun akademik boyutu tabiî ki beni çok aşar. Ama yeri gelmişken biraz daha fikir yürüteyim. Semavî denilen dinleri ben iki farklı alanda görüyorum. Birinci alan yazılı metinlerin sosyolojik, tarih inceleme yöntemleri, hermenötik gibi bilimsel incelenmesi, akademik alan; ikincisi ise bu dinlerin carî anlam, yorum ve uygulamaları, sokak alanı. Bilindiği ve AKP düzeninde (ve diğer tüm Müslüman ülkelerde) yaşanmakta olduğu gibi carî İslâm anlayış ve uygulayışı evrensel etik değerlerden yoksun ve tamamen şeklî bir niteliktedir. Meselâ zaten evrensel bir değer olan ve İslâm’da “kul hakkı yememe” şeklindeki etik kural hiç uygulanmayan hattâ tam aksi yapılan bir kuraldır. Dinler en azından sosyolojik kurumlar olarak insanların ihtiyaçları arasındadır, vardır ve pratik olarak gereklidirler de. Ve olması gereken nitelikleri gereği de temiz kalmalıdırlar. Siyaset ise – özellikle geri kalmış toplumlarda – kendini kirliliklerden arındıramamaktadır. İleri dediğimiz toplumlarda sistem kirlilikleri yok edememekte ama büyük ölçüde önlemektedir. Kilise de eski pisliklerinden arınmış ve siyaset batağından kurtularak ve lâik düzeni içine sindirerek saygınlık kazanmıştır. İleri toplum kendi beklentileri doğrultusunda bir Kilise13 oluşmasını gerçekleştirmiştir.

• Devamı 99. Sayıda

DİPNOTLARI

1- Bu tür “ben merkezli” ifadelerim bazı okurların hoşuna gitmeyebilir. Genç Türkçüler’e örnek olabilirim diye yazıyorum, bağışlana…

2- Özellikle son yıllarda AKP’li çoğu donanımsız politikacılarımızın nasıl zor durumlarda kaldıklarını, yakışıksız ve ilkel teviller yaptığını görüyoruz.

3- Onun için halk, “… İmamın dediğini yap yaptığını yapma!..” der.

4- O yazımın devamında şöyle diyorum: […Hattâ Türklük öncelikli, yani ne mutlu bana ki Türk’üm diyen ateist de benim yüzde yüz kardeşimdir. Bir Türk, Müslüman veya Hristiyan olamaz mı? Olur! Ben ve benim gibiler bu gibi İslâm yorumuna “Türk Müslümanlığı” diyoruz. Anadolu’da asırlarca yaşamış ve hâlâ yaşayan ve şamanlık törelerini bile içinde barındıran bir “Türk Müslümanlığı” var. Saygıdeğer ve zararsız Müslümanlık bu Müslümanlıktır. Bu kültürün ürünü Anadolu kadını başını türbanla ambalajlamıyor ama başı açık gezmiyor, hattâ Hristiyan inançlı ve Ermeni kökenli Anadolu kadını bile…]

5- Türkler İslâm dinini kısmen önce zorla ardından kısmen gönüllü olarak kabulden sonra, zaten doğal olarak içinde İslâm dışı unsurları da içeren ama sonuçta İslâm Kültürü denilen kültür ile de haşır naşır oldular. Böylece, İslâm kültürü de Türk Töresi’nin ağırlıklı bir unsurudur. Hocamız R. O. Türkkan’ın, Türk-İslâm-Sentezi yerine Türk-İslâm kültürü-Sentezi önerisi yerindedir.

6- AKP’nin ve RTE’nin gerçek yüzü ve maksadı artık biliniyor. Başbakan AİHM kararına kızıp başörtüsü kararını ulema verir diyebiliyor. Türban takan öğretmenin anaokuluna müdür olamayacağına dair Danıştay kararı üzerine Star TV’ye çıkan AKP milletvekili Mehmet Çiçek şunu demişti: “İslâm, dini hayatın her safhasında yaşamayı emreden bir dindir. O zaman hakim karar vermeden önce Kur’an’daki âyete bakacak..”

7- Bir Erken Cumhuriyet Çocuğu olarak şunu yaşadım ve yaşıyorum ki, lâik Cumhuriyet asla kul ile Tanrı arasındaki alana tasallut etmedi, ama, lâik alan, tarikatların devamlı tasallutuna uğradı ve şimdi de “seçilmiş despotlar” aracılığı ile kısmen alenen kısmen hile ve desise ile yok edilmek isteniyor.

8- Orkun yayınları, istanbul, 2000.

9- Altan Deliorman, daha sonra “Çağrı” dan bir bölüm aktararak Atsız’ın islâm’ın önemini işaret ettiğini vurguluyor.

10- Orkun sınırlarını aşan fikirlerimi öğrenmek isteyenler www.ergenekoncm.com ve www.celadet.net internet sayfalarında da bunlara rastlayabilirler.

11- İlgi duyanlara Prof. Dr. Orhan Türkdoğan hocamızın, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi’nin şubat 2006 tarihli sayısındaki “Kültürel Kimlik” adlı bilimsel yazısını okumalarını salık veririm.

12- Prof. Süleyman Ateş Vatan gazetesinde Maide 51’e yeni bir yorum getirmişti. Ayrıca Müslüman bir kadının müşrik olmayan bir Hristiyan ile evlenebileceğini dile getirdi. Bakınız Vatan 03.02.2006

13- Burada Kilise ile içinde tapınılan bir binayı değil bir kurum olarak Hristiyanlığı kastediyorum.

 

Orkun'dan Seçmeler