Ana Sayfa 1998-2012 Üniversiteler Açılırken

Üniversiteler Açılırken

ilk ve orta öğretim okulları Eylül ayının ilk yarısında eğitim-öğretime başladı. Ardından da üniversitelerin bazı birimleri açıldı. Fakat üniversiteler yeni eğitim-öğretim yılına, genellikle Ekim ayı başında girerler. Bu başlangıç vesile edilerek her üniversitede gösterişli açılış törenleri yapılır.

Son yıllarda bu açılışlara Cumhurbaşkanının, başbakanın veya hiç olmazsa bir bakanın katılması âdet oldu. Sayısı yetmişi aşan üniversitelerimizin üst yöneticileri, andığımız devlet ve hükûmet yetkililerinin törenlerine katılmasını sağlamak için yarış ediyorlar. Böylece birtakım üniversite sorunlarını yetkililere doğrudan duyurma fırsatını kullanarak onlara çözüm bulabileceklerini umuyorlar. Siyasî görüş ve düşüncelerini üniversite kürsülerinden gençlere yansıtmak dâvetli üst yöneticilere de çekici geliyor. Ayrıca, törenlere bir üst siyasî yöneticinin katılması, törenlerin kamuoyuna televizyon ve basın aracılığı ile aktarılmasını kolaylaştırıyor. Bu yüzden Ekim aylarının ilk haftası üst yönetim yetkililerinin üniversite rektörlüklerinin bulunduğu şehirler arasında mekik dokumasına sebep oluyor. Ülke bir de bu “açılış”larla dalgalanıyor.

Bilindiği gibi, 1980’lerde çıkarılan bir yasa ile devlet üniversitelerinin sayası birden bire elliye yükseldi. “Yüksek Okul” niteliğindeki bütün kurumlar bunlara bağlandı. Bu üniversiteler yalnızca kuruldukları şehirler ile sınırlı kalmayıp o şehre yakın il ve ilçe merkezlerinde de fakülteler, yüksek okullar, araştırma merkezleri açma yoluna gittiler. Fakat bu açılışlar, çoklukla siyasî baskılar sonucu gerçekleşti. Böylece, siyasetçilerimize ilk ve orta öğretim okullarında olduğu gibi, yüksek öğretim kurumlarını da kendi bölgelerine getirdiklerini söyleme, onunla övünme fırsatı doğmuş oldu. Ancak üniversitelerdeki bu yayılmanın dengeli olduğunu iddia etmek mümkün değil. Kimi il merkezleri hiçbir yüksek öğretim kurumuna sahip olamazken, kimi ilçe merkezlerinde bunların birkaçı birden açıldı. Yani, birçok işimizde olduğu gibi, üniversite veya üniversite birimi açılmasında da “bastıran kazandı.”

Resmî üniversiteler yanında, vakıflarca kurulmasına izin verilen özel üniver sitelerin sayısı da hızla artıyor. Onlar daha çok istanbul, Ankara, izmir gibi büyük şehirlerde kuruluyor. Sayıları kısa zamanda yirmiyi buldu. Bunlar, kurucularının sağladığı malî imkânlarla ve önemli miktarlardaki devlet yardımları ile, devlet üniversitelerine göre daha çabuk gelişiyorlar. Üstelik, verdikleri yüksek aylıklarla devlet üniversitelerinin yetişmiş elemanlarını da kendilerine çekebiliyorlar.

Bir yüksek öğretim okulunu açmak belki kolay, fakat onu gerçek anlamda bir “yüksek öğretim kurumu” niteliğine ve kimliğine kavuşturmak çok zordur. Başka amaçlarla inşa edilmiş elverişsiz yapılarda, kütüphane ve laboratuvar hizmetlerinden yoksun olarak çalışmaya başlayan yeni üniversite birimlerinin en büyük eksiği, kuşkusuz, öğretim elemanı yokluğu olmaktadır. Çünkü öteki eksiklikler bağışlarla ve sağlanacak birtakım başka imkânlarla giderilebilir. Fakat bir öğretim elemanının yetişmesi uzun yıllar alıyor. Çünkü öğretim üyesi olmak isteyen bir kimsenin bir yabancı dili ilgilendiği alanın yayınlarını takip edebilecek kadar bilmesi, yüksek lisans ve doktora süreçlerinden başarılı olarak geçmesi gerekir. Bu, hem zorlu hem de uzun bir süreçtir. Bu yüzden yeni açılan üniversiteler yeni öğretim elemanı sağlamakta güçlük çekmektedirler. Açıldığından bu yana yirmi yıl geçen üniversiteler, hâlâ öğretim elemanı sıkıntısı içindedirler. Bu yüzden de yeni yüksek öğretim kurumları, eskilerin öğretim elemanı desteğine muhtaç kalmaktadırlar. Bu ise hem sürekli olamamakta hem de pahalıya mâl olmaktadır. Eski üniversitelerin öğretim elemanları yeni üniversitelerde sürekli olarak görev almayı; oraların sosyal hayatını, kütüphane veya laboratuvar imkânlarını uygun veya yeterli bulmadıkları için kabul etmiyorlar. Oralara geçici olarak görev ifa etmeleri ise, “taşıma su ile değirmen döndürme”ye benziyor.

Ondan dolayı yeni kurulan yüksek öğretim kurumları yönetici bulabilmekte bile güçlük çekebilmektedirler. Onlar, tıpkı bir zamanlar “bir müdür, bir mühür” anlayışı ile açılan orta öğretim kurumları gibi “bir dekan, bir asistan” anlayışı ile açılmış olmanın sıkıntılarını yaşıyorlar.

Üniversiteleri eğitim-öğretim ve araştırma bakımından zorlayan bir başka olgu, öğrenci fazlalığıdır. Geçmiş yıllarda düşüncesizce ve bir plâna dayalı olmadan açılan ve köylere kadar yayılan liseleri bitiren gençler, haklı olarak, üniversiteler önünde büyük yığınaklar oluşturuyorlar. Yetkililer de üniversitelerin öğrenci kontenjanlarını durmadan artırmayı, bu yığınları eritmenin tek çaresi olarak görmektedirler. Bunun sonucu olarak, üniversitelerin her bölümüne kapasitenin ve o alandaki ülke ihtiyacının çok üstünde öğrenci alınıyor. Büyük bir kesimi değişik üniversite birimlerine isteksiz girmiş olan öğrencilerin doldurduğu dersliklerde nitelikli dersler yapmak, laboratuvarlarda başarılı uygulamalar yaptırmak imkânsız olmaktadır. O yüksek öğretim kurumunda bulunsa bile, öğrencilerin kütüphaneden yararlanma alışkanlığı da yoktur. Üniversiteleri bu durumda bitirenleri ise “işsizlik” canavarı bekleyecektir. Sonuçta, üniversite kapılarını kapasitelerinin üzerindeki isteklilere açarak yığılmalara çözüm getirdiklerini sananlar, ciddî sosyal patlamalara sebep olabilecek başka yığılmalara yol açmış oluyorlar.

Üniversitelerin önemli meselelerinden biri de öğretim elemanlarının durumudur. Ömürleri boyunca hem öğrenci hem de öğretici konumunda olan, her akademik üst dereceye yorucu çalışmalar ve sınavlarla ulaşabilen öğretim elemanları, bu zahmet ve sıkıntılarını maddî yönden hafifletecek geçim imkânlarına bir türlü kavuşturulmamışlardır. Zaman zaman yapılan iyileştirmeler de enflâsyon sebebiyle kısa zamanda eriyip yok oluyor. Öğretim elemanlarının, eğitim ve kültür düzeylerinin ve gördükleri önemli hizmetlerin gerektirdiği yaşama şartlarına uyabilecekleri maddî imkânlara kavuşamamaları, onları ek gelir kaynakları aramaya istiyor. Bunun için de başka kurumlarda ek bir iş buluyorlar ya da ders yüklerini artırarak ‘ek ders ücreti’ alabilmenin yollarını arıyorlar. Her iki durumda da öğretici ve araştırmacı olarak verimleri azalıyor. Çünkü araştırmaya ve öğretime ayıracakları zamanın büyük bölümünü bu tür “mecburî” meşguliyetler alıyor. Bu ise hem çalıştıkları yüksek öğretim kurumunu hem de doğrudan öğretim elemanlarını yaralıyor. Son yıllarda buna bir de “özel üniversite”lerin öğretim elemanlarına ödedikleri ile devlet üniversitelerinin ödedikleri arasındaki uçurumun yarattığı psikolojik olumsuzluklar katıldı. Bu olumsuz durumlara son vermenin çaresi, öğretim elemanlarının aylıklarını, onların zihinlerini bir de geçim derdi ile yordurmayacak bir düzeye çıkarmak ve ek ders ücreti uygulamasına son vermektir. Devletin öğretim elemanlarını “nâmerde muhtaç olmak” ayıbından kurtarması ancak böyle mümkün olabilir. Aksi hâlde, üniversitelerde araştırma, eğitim-öğretim çalışmalarından verim beklemek ve devlet üniversitelerindeki nitelikli öğretim elemanlarını özel üniversitelere kaptırmamak mümkün değildir.

Devlet üniversitelerimizde tedirginlik yaratan olgulardan biri de, bunların bazılarında yaşanan “yönetici bunalımı”dır. Üniversite birimlerinin yanlış değerlendirmelerle seçilen (veya atanan) yöneticileri “astığım astık, kestiğim kestik” havasına girebilmekte, uymak ve uygulamak zorunda oldukları yasaları yok sayabilmektedirler. Böyleleri taraflı, ‘ceberrutçu’ yönetmeyi ve keyfîliği “yöneticilik” sanıyorlar. Yaptıkları, başına getirildikleri birimlerin mensuplarını huzursuzluğa, güvensizliğe, isteksizliğe itmekten başka bir yarar sağlamıyor. Ne yazık ki, bu olumsuz, başına getirildikleri birimleri ve mensuplarını yıpratan davranışları onları bu görevlerde yetkilendiren üst birimlerin yöneticileri tarafından da görmezlikten geliniyor; hattâ teşvik edilebiliyor. Oysa güvensizliği, huzursuzluğu, isteksizliği kötü yönetim yaratır. Nedense bu açık gerçek göz ardı edilebiliyor. Böyle yöneticilerin(!) bulunduğu üniversite birimlerinin öğretim elemanları bir yandan öteki imkânsızlıklarla boğuşurken bir yandan da onların kaprislerine ve mânevî zulümlerine katlanmak zorunda kalıyorlar. Yüksek öğretim kurumlarımız açısından hiç de istenmeyen bir durum!

Üniversitelerimiz açılırken bunları hatırlamaktan ve hatırlatmaktan uzak kalamadık. Çünkü onların, geleceğimizin umudu olan gençlerimizi yetiştiren kurumlar olarak bu olumsuzluklardan arınmasını, daha iyiye, daha güzele yönelmesini istiyoruz. Ve… üniversite hayatımızın bu “iç dökmeler”e fırsat vermeyecek güzelliklere yöneleceğini umuyoruz.
 

Orkun'dan Seçmeler