ASIRLARDIR tarih vadisini ısrarla ve süratle kat etmeye devam eden Türk Katarı, son üç yüz yıldır tespih tanesi misâli, yolunda peydâ olan tünellerin birinden çıkıp, bir diğerine girmekte… Çoğu kez; bu uzun ve karanlık tünellerde, kendi dumanımızla boğulmaya çalışıldık. Neyse ki Yaradan; Türk’ün olmadığı bir dünya istemediğinden, gün yüzü gördü katarımız… 1600’lü yıllarda başlayan çöküş ve gerilemeye, Sakarya Nehri kıyılarında dur dediğimiz günden bugüne, öz cevherimizden güç alarak tekrar şahlanmak emelindeyiz… Lâkin yine makaslar değiştirilmiş ve yine her biri canavar misâli, karanlık ağzından bizi içine çekmekte olan tünellere doğru gitmekteyiz. Türk olmak tarih boyunca zordur fakat idrâk etmekte olduğumuz çağdaki kadar yok edilmek istenilmemişti hasımları tarafından…
Dört bir taraftan kuşatılmış Türk milleti, bir şaşkınlığın ateşten çemberine itilmiş; her vakit baş rolü üstlenmişken, etkisizleştirilmiş olmanın ızdırabını tadar hâle gelmiştir. Bu hüzün dolu manzarayı, her konu uzmanı kendi ihtisasınca ortaya koymaktadır. Akrebin kıskacını andıran bu durumdan, bir çıkış yolunun var olduğunu kendi meşreplerince uzun uzun izah etmektedirler. Yıllar boyu değişik akımların sembol isimleri olmuş aydın şahsiyetler; bu izahlarda bulunurken, aslında Türkçülüğün meselelere temel yaklaşımlarının, farklı tonlardaki yansımalarını göstermektedirler. Hakikatin kesinlikle tek oluşunun bir tecellisinden ibaret bu husus, bir gün herkesin Türkçü olacağının müjdecisidir elbet… Gelişen hâdiseler örgüsünün, düşünen her Türk’ü; millî duruşa, milliyetçi çizgiye getirmesi, denizdeki dalgaların kayıp bir hazineyi sahile bırakması misâli sevindirici bir durum…
Türk Milliyetçiliğinin; yükselen değer oluşu gün gibi ortadayken, Türk Milletinin teveccühüne mahzar olurken aşındırılmak istenmesi ihtimalinden söz etmek ve her Türk’ün ruhunda filizlenen millî hassasiyetin yanlış mecrâlara sürüklenerek hebâ edilmesini engellemek bütün Türk Milliyetçilerinin aslî görevidir. Bir zamanlar tuttukları safın yanlışlığını fark ederek, Türk Milliyetçiliğinde karar kılanlar müstesnâ; birileri Türk Milletinin millî reflekslerini, meçhul emelleri için bir sıçrama tahtası olarak kullanmak maksadıyla, bizzat milliyetçilik kavramına alternatif olduğunu iddia ettikleri kavramları üretmek suretiyle zihinleri ve gönülleri bulandırmaktadırlar. Türkçe üzerinde meydana getirilen kargaşanın, fikrî ve siyasî bir boyutu olarak da niteleyebileceğimiz bu durum, bir Türkçü gözüyle bakıldığında ihmal edilemeyecek kadar hayatî bir husustur.
Ulus kavramının, millet kavramı yerine ikame edilmek istenmesi ile başlayan bu kargaşa ortamında; geçmişte Türk milleti aleyhine fiiliyat ve söylemlerde bulunmuşlardan tutun da, şahsî ihtiraslarına ermekte Makyavelli’yi dahi geride bırakacaklara kadar uzanan bir yelpaze mevcut olup ne hikmetse bu gürûhun tamamı “ulusal” sıfatını siyah bir tül misâli bürünerek, cazibe merkezi hâline gelmek istemektedirler. Kimi Türk milliyetçilerinin ise, kendi fikirlerini ifade ederken; millî kelimesi yerine ulus ve onun türevlerini tercih etmeleri tam bir muammadan ibarettir.
Çünkü; “Ulus sözü, bugünkü Türkçe’mizde yanlış olarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin aslı Eski Türklerde uluş olarak ifade edilmekte olup, içindeki insanlarla beraber düşünülen bir vilâyet veya büyük bir eyalet demektir. Yani devletin bir vilâyetini veya eyaletini gösterirdi. Bu deyim sonradan Moğollara ulus şeklinde geçmiştir. Moğollarda da ulus kavramı hem bir bölge ve hem de bir halk kitlesini ifade etmekteydi. Türlü ırk, kültür ve tarih gelişimlerine bağlı olan bu halklar, bir millet özelliğini göstermiyorlardı, fakat buna rağmen bir ulus’u meydana getirebiliyorlardı. Halbuki, Göktürklerdeki budun deyimi bugünkü modern millet anlayışımızı karşılayan bir sözdü…(1)” Başka bir görüşe göre ise; “Göktürk çağının hâtırası olan ve Orhun Kitabelerinde, daha ziyade Türk Bodun – Oğuz Bodun şeklinde tekrarlanan bu tabirin doğrudan doğruya ‘kavim’ sözünü karşıladığı meydandadır ve zamanın içtimaî durumuna da tevâfuk eder. Aynı devre ait ulus (veya uluş) kelimesi bodun ile aşağı yukarı sinonim bir mânâ taşır. Fakat her ikisi de millet mefhumunu ifade etmekten uzaktır.(2)”
Sovyet Rusya’nın çöküşü ile iflâsı belgelenen Sosyalizm ve Marksizm’in ülkemizdeki taraftarları kısa bir şaşkınlığın ardından, teknik olarak da çıkmaz bir yol olduğu herkesçe mâlum fikriyatlarını maskeleyecek değişik araçları kullanma yarışı içine girdiler. Türk milletinin genlerinden kaynaklanan millî hassasiyeti istismar etmek noktasında kararlı olduklarını görmekteyiz. Farklı anlayışlar şeklinde tezahür eden bu istismarın “ulusal sol” ana başlığı altında toplanması da, her renkten Sosyalizmi temel alan grupların, millî refleksi kullanmak istediklerine delâlet eder.
“Milliyetçiliğin mücadele etmek zorunda bulunduğu bir diğer husus, materyalistlerin demokrasi anlayışıdır. Demokrasinin gerçekleşmesini bu idare tarzının ekonomik ve sosyal öz kazanması, devlet hayatında halk kütlelerinin söz ve karar sahibi olması şartlarına bağlayan materyalistler, burada da tıpkı ferdiyetçilikteki hürriyet müdafaacılığı gibi hâlisane (?) dileklerle ortaya çıkmışlardır.(3)” Galiba “halkların kardeşliği” sloganlarını, topluma ulus kavramından müteşekkil Truva atları ile; millî dokuyu çözmek suretiyle yerleştirmek istemektedirler. Dikkat edilirse, sürekli kullandıkları ulusçuluk, ulusal sol vb. kavramları izah etmeyi bir kenara bırakın; her biri farklı şekilde (işlerine geldiği gibi) eğip-bükmekte, kamuoyunu yanıltmaktadırlar. Ulusal sıfatı ile anılan her türlü hareket, maalesef milliyetçilik ile aynı saftaymış gibi algılanır hâle gelmiştir. Türk milleti bilmelidir ki; “gerek komünist sosyalizmi, gerek kollektivist sosyalizm, hattâ devlet sosyalizmi ve bu tasnife girmeyen her türlü sosyalizm düşüncesi ile milliyetçiliğin bağdaşmasına imkân yoktur.(4)” Türk milliyetçiliği sosyal adalet ilkesine sahip olmakla beraber, kesinlikle sosyalizm ile bir anılamaz. Bu anlamda, söylenişte benzer fakat muhtevası tamamen zıt kavramların istismara yönelik kullanışlarını Türk milleti bilmek ve fark etmek zorundadır. Öte yandan, “milliyetçiliğin doktriner tarifini yapan Elie Kedourie, milliyetçiliğin sağ veya sol politikası olup olmadığını sormanın yanlış bir anlayış olduğu fikrindedir. Milliyetçilik bunların ikisi de değildir.(5)” Görüldüğü gibi ilmen de ulusal sol tanımının yapılamayacağı ayan beyan gözler önüne serilmektedir.
“Her hareket milletle bütünleşmek zorundadır. Aksi hâlde başarılı olamaz. Eli kanlı radikal kadrolar bile milletten çekinirler, hiç olmazsa başlangıçta niyet ve programlarını halkın temayüllerine göre maskelerler. Oltalarının uçlarına yem olarak halkın sevdiği şeyleri takarlar. Çok muztar durumda kalmadıkça da, kendi renk ve niyetlerini kolay kolay açığa vurmazlar.(6)” Bugüne kadar farklı senaryolarla emellerine ulaşamayanlar, Türk milletinin en hassas noktası olan millî refleksini aşamayınca, bir zamanlar bizzat hasım olarak nitelendirdikleri milliyetçilik şuurunu, “ulusal” kılıfı altında alt etmek için epeyce mesafe kat etmişlerdir. Bir tek Türk milliyetçiliği fikrinin var olduğunu Türk milleti idrâk etmek durumundadır. Aksi takdirde hâlis niyetlerinin kullanılacağını bilmelidir. “Marksizm millet gerçeğini kabul etmez.(7)” O halde geçmişte ve bugünde marksizmle yoğrulmuş olanların, ulus lâfzını kullanmakla milliyetçilik kisvesine büründüklerini nasıl ifade edebiliriz?
“Türkçülük, Türk Milletinin hayatının her safhasında, yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk’e yararlı olması amacının, fikrinin ön plânda tutulmasıdır.(8)” Ulusçuluk fikriyatı ile Türk milliyetçiliğine alternatif olduklarını iddia etmek zavallılığı içindekiler; acaba millî kültür, millî tarih ve millî şuur hususunda nasıl bir bakış açısına sahipler? Bütünüyle, tarihten gelen bir sürekliliğe haiz, çağlara hükmetmek kudretinde bulunan Türk milliyetçiliği karşısına dikilen; köksüz, geleceği meçhul ve tamamen millî refleksten kaynaklanan tepkileri zapt-ı rapt altına almak isteyenlerin mıknatısı konumundaki bu tür yaklaşımların, bünyesinde barındırdığı tezatlara sadece bakmakla yetinen Türk milleti artık gerçeği görmelidir.
İstismarı meslek hâline getirenler Ulu Önder M. Kemal Atatürk’ü de istismar etmekten geri kalmamaktadırlar. Türk tarihinde ilk kez Türk milliyetçisi olduğunu ifade eden devlet adamı Atatürk’tür. İstismarcıların bu istismarı; Kemalist, Atatürkçü ya da Atatürk Milliyetçisi gibi kavramlarla meydana getirdikleri ifade kargaşalarından da fark edilebilmektedir. “İşte Atatürk Milliyetçiliği diyerek Türk’ün ideolojik olarak değil, hayatî ve ilmî yaşama düsturu olan milliyetçiliğini de böylece, kendi çıkar ve politikalarına âlet etmek derdindedirler. Atatürk Milliyetçiliği lâfını türetmekten maksatları görülüyor ki; fesat ve çıkarcılıktan ibarettir.(9)” “1980 öncesi gençlerin dimağlarına zehirlerini zerk ederek, sosyalist maceraya sürükleyenler bugün hipokrasi çarkını çevirerek Atatürkçülük kisvesi altında günlerini gün etmeye çalışmaktadırlar.(10)” Bunun en bariz örneğini 05.05.2003 günü Yıldız Teknik Üniversitesi yakınlarında cereyan eden hâdisede görmekteyiz. Hatırlanacağı üzere, çatışan gruplardan biri yasa dışı sol bir örgütün yandaşları iken; diğer grup Atatürkçü Fikir Kulüpleri Federasyonu üyeleri idi. Yine ekranlarda bu elim hâdiseyi izlerken, her iki grubun da taş, sopa, bıçak vb. bakımından teçhizatlı olduğunu ve şiddetin en onursuzunu sergilediklerini bütün Türk milleti gördü. Sormak gerekiyor; bunlar mı Türk milleti için kaygılanan ulusal solcular ya da Atatürk’ün çizdiği yolda yürüdüklerini iddia edenler? Halbuki Ulu Önderimiz; “Milliyet dâvası, şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde mütalâa edilmemelidir. Bu, şuurlu bir ülkü meselesidir.(11)” diyerek, Türk milletini bu günleri görürcesine ikaz etmiştir. “G. Bourgin ile P. Rembert’in Sosyalizm adlı kitabında, millî hâkimiyetin kalkması sosyalizmin lüzumlu şartı olarak ileri sürülmektedir ki; bu da sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunun ifadesidir.(12)” Millî hâkimiyeti hiçe sayan bir fikir ile milliyetçi, affedersiniz ulusal(?) yaklaşımlar nasıl ve hangi akıl ölçülerinde birlikte zikredilebilir? Bu kadar tezadı ihtiva eden akımların, emperyal sihirbazların yeni bir illüzyonu olup olmadığı sorusu cevabını aramaktadır. “Millet kavramı devamlılık ve ebedîlik fikri ifade eder. Bu bakımdan da millet, mânevî bir varlığın karşılığıdır ve bir hükmî şahsiyet’tir.(13)” Materyalist felsefelere dayanarak kendini ifade edenlerin, mânevî boyutlarıyla anlam kazanmış bir fikrin taşıyıcısı olduklarının ilmî yaklaşımlarla da koskoca bir palavradan ibaret olduğu ortaya konulmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında, Türk milliyetçilerinin bu durumdan mesul tutulabileceği yargısını öne sürmek; yerinde bir tez olacaktır. Çünkü bütün bunlar; Türk milliyetçiliğinin, Türk kamuoyu tarafından yeterince ve doğru algılanamamış olmasının bir sonucudur. Türk milletinin öz değeri olan Türkçülük, artık geç kalamayacağı randevusuna, Türk milleti ile buluşmak üzere yıldırım hızı ile gitmelidir. Kargaşa bulutlarının kuşattığı Türk dimağı ufuklarının, Türk ülküsü güneşinden mahrum bırakılmasına kayıtsız kalınamaz! Şanlı tarihin ve kutlu âtinin huzurunda, bu kayıtsızlıktan dalâlet uçurumuna sürüklenişin vebâli kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyüktür. Bir tabiat kanunu olarak, her boşluğun mutlaka doldurulduğu malûmdur. Bu sebeple Türk milliyetçiliği fikri, Türk milletinin sinesinde kendisine ayrılan yeri dolduracak hacim ve muhtevaya kavuşturulmalıdır.
Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin!
DİPNOTLARI
(1) Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Cilt: II, s. 29, MEB Yay., İstanbul 2001.
(2), (3), (4) Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s. 237, 37, 246., Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999.
(5), (7), (11) Prof. Dr. Aydın TANERİ, Türk Kavramının Gelişmesi, s. 13, 253, 315., Ocak Yay., Ankara 2000.
(6) S. Ahmed ARVASİ, Türk İslam Ülküsü, Cilt: II, s. 262, Burak Yay., İstanbul 1992.
(8) Alparslan TÜRKEŞ, Millî Doktrin Dokuz Işık, Bizim Ocak Kitap Kulübü Düşünce Dizisi: 1.
(9) Ahmet KABAKLI, Temellerin Duruşması II – Gazi ve Atatürkçüler, s. 103, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İstanbul 2002.
(10) Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, Millî Kimliğin Yükselişi, Niçin Milletleşme?, s. 227, Alfa Yay., İstanbul Ağustos 1999.
(12) Prof. Dr. S. Hayri BOLAY, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 450-451. Akçağ Yay., Ankara 1997.
(13) Prof. Dr. Aydın TANERİ, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, s. 81, MEB Yay., İstanbul 1993.