Türk arkeolojisinin doğasında ne yazık ki özellikle Türk hümanistlerinin Türk tarihi konusundaki bilgisizliğinden ve “ulusal kültür” konusuna eğilirken ortaya koydukları bakış açısından kaynaklanan bir sakatlık söz konusudur. Anadolu’da yaşayan bütün uygarlıkları ayrılmaz bir bütün, Asya’dan gelen Türk ırkını da bu bütün içinde dönüşüp kozmopolitleşmiş ve ona dâhil olmuş bir karışım olarak görmek ve kültürümüzün gerçek kaynakları dururken bizi Anadolu’nun antik kalıntılarına bağlamak gibi akla mantığa sığmayacak bir budalalığın “bilimsel” sözcülüğünü yapmak, kültür politikaları oluşturmak, kelimenin tam anlamıyla çarpıtmadan başka bir şey değildir. Birincisi bu konunun tartışan özneleri içinde arkeolojinin yeri yoktur. Eğer ülkemizde kurumsallaşmış bir Orta Çağ arkeoloji disiplini söz konusu olsaydı bu düşünülebilirdi; fakat Abas’la Zeus’tan başka bir şey bilmeyen Klâsik Arkeoloji veya prehistorya, protohistorya gibi disiplinlerin uzmanları Türk tarihinin gerçek seyrini göz ardı ederek kendi branşlarına özgü bir dille Türk millî kültürünü yorumlama ve yamama hakkına sâhip değildirler.
Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Cevat Şakir gibi Anadolu sentezi fikrinin savunucularının yazı ve çiziktirmelerine bakacak olursanız ulusal kimlik konusunda ne kadar yavan ve sığ düşündüklerini, savunduklarının “bilim” diye kabul ve tartışıl asının bile çok zor olduğunu görürsünüz. Bunların “bilim” diliyle sözcülüğünü yapanlardan birisi de Prof. Dr. Sencer Şahin’dir. Bu kısa yazıda Anadoluculuk düşüncesine kapsamlı bir eleştiri yapmam mümkün değil. Bunu başka ve geniş içerikli bir çalışmaya bırakarak burada Prof. Şahin’in Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi’nde yayınlanan bir yazısındaki önerisine değineceğim (S.Şahin, «Kültürel Miras, Kültürel Kimlik» Cumhuriyet Bilim Teknik, 25 Kasım 2000)
Hoca, işi gücü bırakmış, Türk milletine geçmiş biçme peşinde… Eğer kazısını yapıp topraktan çıkardığımız kalıntılara ulusal tarihimizin bir parçası olarak bakmazsak bunları çıkartmanın ne mânâsı olacağını ifâde edip yaptığımız işle ulusal kültürümüz arasında anlamlı bir bağ kurmamız gerektiği yönünde görüşler serdediyor. Bu faydacı aklı eleştirmek de ayrı bir başlık teşkil edebilir. Meselâ Batı dilleri ve edebiyatları hakkında çalışan birisi Lord Byron’ı veya Baudelaire’i ulusal kültürünün bir parçası olarak görmezse yaptığı iş anlamsız mı olacaktır? Kişisel ilgi, bilimsel merak gibi kavramlar bu faydacı aklın herhalde hiçbir yerine sığdırılamaz.
Homeros, Herodotos, Thales, Herakleitos gibi Eski Çağ’ın yüksek şahsiyetlerinin o döneme ilişkin tarihsel, felsefî veya söylensel veriler sunmak dışında bizim açımızdan başka bir şeyi, daha duygusal bir ilgiyi hak ettiğini düşünmenin sağlıklı zemini nedir? Hocaya göre bunları ulusal kültürümüz olarak benimsemek yaşadığımız topraklarda hem halkın bu tarihsel değerlere yönelik ilgisini canlandıracak hem de Batı’nın bizim buralarda yabancı olduğumuz yönündeki temel inançlarını geçersiz kılacakmış. Kimse kusura bakmasın; ama halkın kendi ulusal kültürünün gerçek temsilcisi olan Selçuklu ve Osmanlı geçmişine ne kadar saygı duyduğu ortadayken bir de suyu hepten bulandırıp antik kültürleri halka bu anlamda benimsetmekten kısa veya uzun vadede bir yarar sağlanacağını ummak safdillikten başka bir şey değildir. Bunlara sahip çıkmak, korumak, bilimsel tanıtımını yapmak bir ulusal kimlik meselesi değildir. Kısaca ve sâdece târihsel değerlere saygı ve kimin kalıntısı olursa olsun mülkiyet hakkımızdan doğan bir sorumluluk duygusu bu konuyu açıklamaya fazlasıyla yeter… Halkı bu yönde eğitmek hem gerçek bir fayda sağlayacak hem de ulusal kültürümüzü ucubeye dönüşmekten kurtaracak olduğu için benimsenecek tek doğru da budur. Kimliğimizi aramak için Anadolu’da en fazla 10 asır geriye gidebiliriz. Dilimizin, etnosumuzun, kültürümüzün, irfanımızın kaynakları Asya’dadır. Eski kıtanın pek çok yerinde siyâsî egemenlik tesis etmiş, kültür yaratmış, târihsel macerası bu coğrafyanın tamamında hem bir bütünlük hem de çeşitlilik arz eden Türk milletini salt Anadolu coğrafyasıyla izah etmek, anlamak ve anlamlandırmak çok büyük bir mantıksızlıktır. Hele Sayın Profesör’ün dediği gibi “Türk ulusunun kültürel kimliği Hatti’den Roma’ya, Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Selçuklu’ya, Selçuklu’dan Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kadar bir bütündür” ibâresini Anayasa’ya sokmak gibi yüksek fikirler(!) herhâlde ancak bizimki gibi “Kafası Karışıklar Ülkesi”nde söz konusu olabilir.
Böyle bir kimlik tespiti bizi nelerden yoksun bırakmış olacaktır? Neleri “ulusal” diye benimserken neleri reddetmiş olacağız? Türk Kara Kuvvetleri’nin armasında M.Ö. 209 tarihi kuruluş yılı olarak kayıtlıdır. Bu tarih, Türk ordu teşkilâtının kurucusu Mete’nin tahta geçiş târihidir. Mete, bu Anadolu ulusunun neresindedir? Orhon Yazıtları olarak bilinen ve atalarımızın (gerçek atalar) gür sesini, uyandıran, uyaran nasihatlerini bize taşıyan bengü taşlar bu çarpık ulusun neresindedir? İran’da ta Kaçarlar’a kadar devam edecek Türk egemenliğini başlatan Selçuklular bu ulusun neresindedir? Bakanlar’daki millî mirasımız bu ulusun neresindedir? Turfan’ı yaratanlar bu ulusun neresindedir? Kutadgu Bilig’in nasihatlerini mi dinleyeceğiz, “Kyros’un Eğitimi”ni mi? Çocuklarımızı Dede Korkut’un millî irfânı besleyen öyküleriyle mi büyüteceğiz yoksa Perseus’un, Pelops’un, Mopsos’un masallarıyla mı? Bize biraz insaf, biraz da ciddiyet lâzım…