Ana Sayfa 1998-2012 Ulus-devlet’in yolu kesiliyor mu?

Ulus-devlet’in yolu kesiliyor mu?

SON yıllarda, Avrupa Birliği süreci peşinde koşanlar, yeni bir oluşumu kültür yaşantımıza getirmeye çalışıyorlar. Bunlar, “Türküm” yerine “Türkiyeliyim” tarzında bir yolu tutmak suretiyle “Türklük” kavramını dışlamaktadırlar. Yönetimden sorumlu bazı kilit kişilerin de bu girişime katılmaları, konuyu AB ve küreselleşmenin bir gereği olarak yorumlamaya kalkmaları, bu olgunun yeniden sosyolojik boyutlarının tartışılmasını gündeme getirmekte-dir.

Ulus-Devlet süreci, sosyolojik bir gerçektir; “ümmet”ten “millet”e geçişin bir aşamasıdır. Osmanlı, yönetimi boyunca kavmini sevme-tanıma gerçeğini (asabiyesini) dışlayarak, “Hanedan-ı Osmanî” veya Patrimonial Yönetim biçimini desteklemiş, devleti kuran Egemen Toplum’u -Türklüğü- dışlamıştır. Türklük olgusunun, “altı yüz yıl süren bir Hanedan-ı Osmanî” uğruna fedâ edilmesi, İslâm’ın “kavmini tanıma” ve “sevme” duygusuna da ters düşmüştür.

Cumhuriyet dönemi ile başlayan ulus-devlet olgusu, Osmanlı’nın çevreye ittiği, dışladığı Türklük olgusunu gündeme getirmek suretiyle “millet-yapma”nın (nationbuilding) yolunu açıyordu. Artık, kavmini inkâr eden ve kendi hanedan sistemini merkeze alan bencil bir ümmet ideolojisine dönülemezdi. Cumhuriyet, dil-tarih tezleri ve üniversiteleşme yolu ile “ümmet’ten millet’e geçiyordu. Bu oluşumda, “Türklük” olgusu, sistemin temel yapısını meydana getiriyordu. Çünkü, devleti kuranlar “Türkler”di. Sosyo-antropolojik anlamda, Türkler, hem çoğunluğu teşkil ediyor, hem de egemen toplumdu. Bu nedenle, antropolojik anlamda Büyük Toplum veya Standart Kültür, bir ortak payda olan “Türklük” olgusunda birleşmek durumunda idi. Böylece, “Türklük” üst kimlik konumuna geçiyor, öteki etnik gruplar da alt-kimliği oluşturuyordu.

Cumhuriyet’in ideolojisi bu idi, “Türklük” şemsiyesi altında tüm alt-kültürleri bir araya getirmek suretiyle, “ümmet”ten “millet”e geçiyordu. Atatürk’ün: “Ne mutlu Türküm” diyene sözü bu gerçeği ortaya koyuyordu. Atatürk, bu sembol ifadesinde tüm alt kültürleri “Türk” olmaya zorlamıyor, sadece “Türklük” şemsiyesinde birleşmeyi öneriyordu. Böylece, “millet olma”nın sosyolojik anlamda yöntem ve kurallarını ortaya koymuş oluyordu.

Türkiye, 21.yüzyıla Batılılaşma sürecinin bir versiyonu olarak Avrupa Birliği’nin yolunda ilerlemektedir. Bu doğal bir gelişmedir. Çünkü, Tanzimat’tan beri Batı norm ve değerlerine yönelik bir kültürel değişme modelini ilke olarak benimsemiş bulunuyoruz. Cumhuriyetle de bu Batılılaşma zihniyeti, aynı zamanda modernleşme (çağdaşlaşma) olgusu ile eşdeğer tutulmak suretiyle, pekiştirilmiştir. Cumhuriyetin resmî düşünürü Gökalp’a göre de: “Garplılaşma (Batılılaşma), asrîleşme yani modernleşme demektir.

Ülkemiz açısından, 20. yüzyılın temel felsefesi, gözlendiği üzere Batılılaşma-çağdaşlaşma biçimini, temel nitelikleriyle Cumhuriyet ideolojisinin bir giriş kapısı ve çözüm yolu olarak benimsemiş olmasıdır. Oysa, günümüz kültür antropolojisi ve modern sosyoloji gösteriyor ki, çağdaşlaşma Batılılaşma ile eşdeğer değildir. Bilindiği üzere, modernleşme çağın yeniliklerine uyum sağlamaktır. Bu yenilik, Doğudan da Batıdan da gelebilir, yeter ki yaratıcı aydın kadro bu değerler sistemini kendi kültür ve inanç normları ile sentez yapabilecek bir güçte olabilsin. Batılılaşma ise, tüm yeniliklerin ve değerler sisteminin Batıdan gelebileceğine yönelik inanç ve düşünce tarzıdır. Böylece Batı, bir fetiş hâline getirilerek, ilerlemenin ve yeniliğin kaynağı olduğu inancı -en ufak bir eleştiriye gerek görülmeksizin- benimsenmenin odak noktasını oluşturmaktadır.

Bu tür bir Batılılaşma zihniyeti, gelenekli yaşantımızda, inanç ve kültür değerlerimizi bir yana iterek, Batıya teslim olmak, bir anlamda Batıyı kutsallaştırmak tarzında bir oluşumun meydana gelmesine yol açmıştır. Oysa, sanıldığı gibi Batı sonuna kadar kutsal değildir, arkasında kitleler hâlinde masum insanların sömürülmeleri, Maya-Aztek ve benzeri birçok uygarlıkların barut ve topla yıkılışları, Nagazaki-Hiroşima’ya atom bombalarının atılması, Hindistan’da koloniyal ülkelerin (Hollanda-İngiltere) yerli unsurların jüt dokumaması için sağ veya sol kollarını kesmeleri, yüz binlerce masum insanların kitleler hâlinde katledilmeleri gerçeği yatmaktadır. Hattâ, Birleşmiş Milletler efsanesine rağmen, 1991-1998 yılları arasında Irak’a uygulanan ambargodan ötürü beş yaşın altında yarım milyon çocuğun ölümü, Barış Gönüllüleri ve benzeri adlarla az gelişmiş ülkelerin etnisiti yapılarını kaşımak suretiyle iç çatışmalara zemin hazırlanması ve son Irak olayında gözlendiği üzere, keyfî barbarizm hareketleri gibi sayılamayacak ahlâkî olmayan davranış biçimleri vardır.

Hattâ, Irak’ ta İngiliz denetimi altında bulunan yörede çile çekmekte olan Kürtler ayaklandıklarında dönemin Sömürge Sekreteri olan Winston Churchill: “Gaz kullanımı üzerine koparılan bunca etik tartışmayı anlamıyorum. Gelişmemiş kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasına kesinlikle taraftarım” diyebiliyordu(1). Yine Pilger’e göre: ABD ve İngiltere on yıl süren Humeynî-Saddam savaşında, her iki tarafın silâhlarını temin etmek sureti ile tarihsel rollerini oynamışlardır. ABD ve Kuzey Batı, iki yüzlü politikalarında zengin deneyime sahiptirler. Bu nedenle, günümüzde, Kuzey Irak’ın PKK-KADEK terör örgütlerinden temizlenmesi için Türkiye’nin ABD’den beklentileri hususunda son derece uyanık olması gerekmektedir. Çünkü, bu tür eğilimler, Batının çok kültürlü toplumların sömürü ve yönetim düzeninde kazandıkları deneyimlerinin oluşturduğu, kuşaktan kuşağa aktardığı mizaç (idiosyncracisy) ve zihniyetlerinin bir yansımasıdır.

İnsanımıza, Batılılaşma sürecini bir idol olarak benimsetmeye kalkan bu kozmopolit tabakanın, Batılılaşmayı da “tüm değerlerin Batıdan kaynaklandığı” tarzında şartlandırmaları karşısında, millî aydınlarımızın son derece akılcı ve değerleri koruyucu bir tutum ve vaziyet alışları olmalıdır. Arnold Toynbee’nin vurguladığı gibi “Yaratıcı Aydın” kilit rolünü oynamalıdır. Aksi takdirde, “uydu aydın” tipi sürüp gidemez.

Mc Luhan’ın küreselleşmeyi sembolize eden “Dünya Köyü” tezi yanında, Avrupa Birliği gibi Batının 21.yüzyılı karşılayan iki önemli tezi, az gelişmiş ülkeler aydınları arasında beyin fırtınaları yaratmaktadır. Ülkemizin bir kesim aydınları, ellerinde bulundurdukları yetkileri de kullanmak suretiyle, bu tablonun içinde yer almışlardır. Oysa, AB’nin 12 yıldızlı sembolünden tutunuz da, yetkili temsilcilerine varıncaya kadar dayattıkları: “Avrupa Birliği, bir Hıristiyan kuruluşu ve Avrupa Topluluğunun Birliğidir” tarzındaki beyanlarına rağmen, yetkili kişilerin ısrarlı davranışları ve katılımcı tutumları ülke genelinde bir kültürel boşluk yaratmıştır.

İslâmî norm ve değerlerle yoğrulmuş, kendine özgü kültür ve inanç sistemlerini taşıyan Türk toplumunun, tamamen Hıristiyan öğreti ve kültür değerlerini yaşayan bir uygarlık çevresiyle kaynaşmaya çalışması kuşkusuz kültür antropolojisi açısından üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Gözlendiği üzere, bu süreçte iki farklı kültür ve dünya görüşünün karşılaşması söz konusudur. İngiltere bile, kültürel açıdan değil ekonomik yönden katılıma destek verirken, Türkiye’nin bir vaziyet alışı olmaması düşündürücüdür.

İki farklı kültürün karşılaşması, antropolojik açıdan önemli sonuçlar doğurabilir. Bunlardan en önemlisi, egemen (dominant) kültürün zayıf kültürü hâkimiyeti altına alması gerçeğidir. Çünkü, Batı kültürü verici (donner), Türk toplumu ise alıcı (receiver) durumundadır; sistemin yapılaşmasından ötürü, etkileyici bir konumda değildir.

Tanzimat ile başlayan Batılılaşma süreci, Avrupa Birliği çizgisinde ülkemizin çok daha hızlı kan kaybını artıracak ve Avrupa’nın bir uydusu hâline getirebilecek tüm yöntem ve tekniği gündeme taşıyacaktır. Zira, ülkemizin verici toplum özelliğini taşıyan Batı kültür ve değerleri karşısında, ona kazandırabileceği bir kültürel konfigürasyon, norm ve inanç sistemi söz konusu da olamaz.

Türk toplumu, tarihsel yapılaşmasından ötürü, Arnold Toynbee’nin ileri sürdüğü anlamda, koruyucu kimliğini (gate kepeer) temsil eden bir “yaratıcı azınlık” sınıfından yoksun bulunması nedeniyle, Batılılaşma sürecini kendi eğilimleri ve zihniyetleri doğrultusunda yönlendirmek sureti ile önemli değerler bunalımına yol açmıştır.

Bilindiği üzere, Batı toplumlarında özellikle Fransa’da “Büyük Gelenek”, soya dayalı aristokrasiyi yıkarak özgür irade ve ekonomik başarının ürünü olan burjuvazi sınıfını meydana getiriyordu. Çoğunlukla büyük tüccarlar, yatırımcı zenginler ve sanayicilerin oluşturduğu bu yeni sınıf, bir kast hâline dönüşmüş bulunan aristokrasiyi yerinden sökmüş ve toplumsal statüdeki yerini almıştır. Fransız Devrimi’yle de bu burjuvazi ülkede yükselişe geçmiş ve bireyciliği, törelere bağlılığı, girişimci zihniyeti, düzenliliği ve aile bağlarının güçlülüğü ile toplumdaki konumuna yükselmiştir. Böylece, gelenekli kültürü ile kapitalizme, liberalizme ve parlamenter sisteme etkide bulunarak Fransız kimliğini yükseltmiştir. Bu süreç, bir anlamda ulus-devlet olgusunun gerçekleşmesi oluyordu.

Oysa, ülkemiz açısından bu durum, Osmanlı’dan kaynaklanan tarihsel yapılaşmadan ötürü, Batıdan tamamen farklı bir oluşumu ortaya koyar. Osmanlı düzeninde, Büyük Gelenek (askerî ve yönetici tabaka), yerlilik (nativistic) kimliğini taşımamakta, bütünü ile kozmopolit (Devşirme ve Dönme-konverso) bir oluşumun ürünüdür. Bu nedenle doğal değil, yapaydır. Genellikle, Batı kökenli olmalarından ötürü de yeniliğe açık bir zihniyeti (open-mind) taşıyorlardı. Toynbee’nin belirlediği türde bir kilit kişi veya gümrük kapıcısı rolünü oynayamazlardı. Üstelik, halkının değerler sistemi ve geleneklerinden, yaşayış biçimleri ve dünya görüşlerinden de yoksun idiler. Sürekli Batı norm ve değerlerine yatkın bir zihniyet ve tutumu temsil etmeleri ve halka yabancılaşmış olmalarından ötürü, Batılılaşma olgusunu antropolojik açıdan yorumlama şansına da sahip değillerdi.

Kısacası, toplum yaşantısında hem kilit noktaları tutmaları hem de Batı kültürüne yatkın tutum ve davranışları taşımalarından ötürü, bu kozmopolit tabaka Tanzimat’tan itibaren tüm yenileşme hareketlerini aşırı Batılılaşma (over-westernization) diyebileceğimiz bir sürecin içine itmiştir. Yönetimin hemen her kademesinde söz sahibi olmalarından ve akademik kuruluşları ellerinde tutmalarından ötürü, yerlilik(nativistic) kimliğini temsil eden grupları da danışma çerçeveleri (frame of referance) doğrultusunda şartlandırarak, kendileriyle benzeşen tiplerin ortaya çıkmasını sağlamışlardır(2)

Gözlendiği üzere, Osmanlı’da Batı tipi millî burjuvazi diye ifade edebileceğimiz yerlilik kimliği yüksek bir yönetici, sanayici, iş vereni, kısacası toplumun kültür ve değerlerine bağlı bir elitist kadrodan veya millî-seçkinci bir gruptan söz açmak mümkün değildir.

Türk toplumu, ancak Cumhuriyet’le, Ulus-Devlet’e dönüş yapmak suretiyle millîleşme yolu tutulmuştur. Nitekim, ulus-devlet teorisinin sosyolojik mimarı olan Gökalp, bu gerçeği şu tarzda açıklıyordu: “Yeni Türkiye, artık Anadolu’da yeni hiçbir milliyetin göç yolu ile tesisine izin veremez. Yeni Türkiye’ye gelecek Türk olmayanlar ancak Türkleşmek ve Türklüğü benimsemek arzusu ile gelebilirler(3).

Gökalp, Cumhuriyet rejiminin milletleşme çizgisindeki boyutlarını kesin bir biçimde ortaya koymuş bulunuyordu: “Yeni Türkiye, artık Anadolu’da (….) Türkleşmek ve Türklüğü benimsemek yolu ile yükselecektir (…) Şimdi biz, millî dayanışmaya dayanan bir devlet, millî bir kültüre (hars) yönelmek üzere millî bir vatan istiyoruz”. Kemalist sistem, Gökalpçı bu düşünce tarzını aynen benimseyecek ve uygulama alanına aktaracaktır.

Böylece, Kemalist sistemle gündeme gelen kültürde ve yönetimde Türkleşme, Osmanlı’nın gelenekli Patrimonial Yönetim tarzına karşı açılmış bir savaştır. Gözlendiği gibi, Kemalist sistemin resmî teorisyeni Gökalp sosyolojisinde, “Türk olgusuna” dönüş önemli bir atılımdır. Bunun için de Gökalp ulus-devletin yapı taşını teşkil eden görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Türk olmak için yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından gelmek kâfi değildir. Türk olmak için, her şeyden önce Türk kültürü (harsı) ile terbiye görmek ve Türk ülküsü (mefkûresi) için çalışmak şarttır. Bu şartlara sahip olmayanlar, kanca ve ırkça Türk olsalar bile Türk unvanını veremeyiz(4)”

O hâlde, Gökalp’a göre: “Türk olmanın esas şartı, Türk kültürü ile terbiye (eğitim) görmek ve Türk ülküsü için çalışmaktır”. Gözlendiği üzere, Türklük, Gökalp sosyolojisinde bir terbiye ve kültürleşme biçimidir.

Kemalist sistemin “Türk” olgusuna dönüşü ve “Türkleşme” sürecini gündeme getirmesi, hiçbir vakit Batı standartlarına açık bazı aydınımızın algıladığı tarzda, coğrafyası üzerinde yaşayan azınlık-etnik grupları “Türkleştirme” serüveni değildir(5). Yüzlerce yıl “kavmini tanıma ve sevme” duygusunu benimsemiş bir Arap ve İran toplumu gibi Türk toplumu da, “kavim asabiyesine” saygı duyacağı yerde, onu dışlayan bir Osmanlı modelini artık savunamazdı(6).

Cumhuriyet sisteminin ideolojisi, “Türkü Türk’te bulma” anlamında kökleri Orkun anıtlarına kadar uzanan “Türk Budunu”na yani (ulus-millet) kavramına dönüşle ancak gerçekleşebileceği anlayışına dayanıyordu. Böylece, Osmanlı’da hiç gereği yok iken uygulanan bir “Hanedan-ı Osmanî” fetişizmi artık yerini “Türk” olgusuna dönüşe bırakacaktı. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyetin başarısı, sistemi tarihsel boyutları üzerine oturtma tarzında belirleyebileceğimiz bir sosyolojik restorasyondur.

İslâm tarihinde -Asr-ı Saadet dışında- Osmanlı, gerçek anlamda “ümmet” ideolojisini temsil etmiş, hattâ kendi kimliğini dışlamış biricik İslâm ülkesidir. Egemen olduğu üç kıtada dinsel hoşgörüyü temel hareket noktası olarak kabul etmiş, yönetimi de tümü ile bu gruplarla paylaşmıştır. Buna karşılık, Fransız Devrimi ile yükselen bağımsızlık hareketleri ve millî ayaklanmalar Balkanlara, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılmış, Osmanlı üç cephede ümmetleşmenin hesabını vermek durumunda kalmıştır. Kavmini tanıma bilincini bir kenara iterek kendine özgü bir ümmet ideolojisi Osmanlı’ya ne sağlamıştır? Buna kanıt bulmak isteyenler yakın tarihimizi incelemek durumundadırlar. Milliyet duygusunu geri plâna iterek veya saf dışı yaparak salt ümmet ideolojisine dönmek hem İslâm’ın ruhuna, hem de millet oluşumuna aykırıdır. Osmanlı deneyimi bu gerçeği göstermiştir. Çünkü, İslâm, kültürel dengeye dayanan sosyolojik bir sistemdir. Ona göre: “Kişi kavmini tanımakla suçlandırılamaz.” Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kavmimin en hayırlısı kavmine hizmet edendir”. İbn Haldun Mukaddime’de “kavim asabiyesini” tarih felsefesinin ana motifi olarak kabul etmiştir.

Yakın tarihimizde Necip Fazıl, tıpkı Âkif gibi bu gerçeğe sosyolojik bir kimlik kazandırmış ve sistemi trajik bir biçimde eleştirmiştir: “Evet, saf ve berrak Müslüman Türk kanına bir yandan devşirmelik yoluyla yabancı kanın hulûlü, öbür yanda da Bizans ve Fars tesiri yüzünden çürüyen Yeni Çeri.” İşte Osmanlı’nın dramı. Bu tarihsel tablo karşısında Necip Fazıl da millet-ümmet arasındaki hassas dengeyi korumaya çalışır. Ona göre: “Türk’de İslâmı, İslâmda Türk’ü tasfiye etmek boştur. Türk’de bozulan, ancak Türk’de düzelebilir. Türk’de düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir”… Çünkü, Mircae Eliade’nin de belirttiği gibi: “İnsan olmak dinî bir varlık olmak demektir”(7).

Cumhuriyet, dil ve tarih tezleriyle ulus-devletin yolunu açarken aynı zamanda çağın gereği olan milletleşme (nation-building) oluşumunu da gündeme getirmiş oluyordu. Ulusumuzun dil- tarih mirasının tüm unsurlarını Asyatik kökenlere dayandıran Kemalist sistem, artık yeni Anadolucu akımların kültürel değerlerimizi Greko-Lâtin kaynaklara dayandıran gelenekli yöntemlerine iltifat edemezdi.

O hâlde, milletleşme olgusu gözlendiği üzere bir romantizm veya Batı tipi bir oluşum değil, aksine hem Osmanlı’nın ümmet ideolojisine tarihsel bir tepki, hem de köklerimize bir dönüştür. Batı, Rönesans ve Reform hareketleri sonucu ulus-devlet sürecine yönelmek suretiyle monarşiden demokrasiye, imparatorluktan cumhuriyete yönelirken, Türk toplumu, sekizinci yüzyıllarda, özellikle Kök Türklerde Budun-ulus gerçeğini temsil ediyordu.

On sekizinci yüzyılda, Fransız Devrimi ile Balkanlar ve Orta Doğu ülkelerine sıçrayan özgürlük-bireycilik ve demokrasi akımları Osmanlı egemenliğinden kurtuluşu ve bağımsızlık hareketlerini de gündeme taşıyordu. Genç Osmanlılar ve Jön Türk hareketleri de Osmanlı toplum yapısına yönelik ulus-devlet ilkesine dayalı projeleri yürüten çağın dinamik akımlarının temsilcileri oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti, bu akımların içinde büyüyen, deneyim kazanan, tarihsel geleneklerimiz ile çağın dinamikleri arasında sentez yapabilecek güçteki kadroların eseri olarak tarih sahnesine çıkıyordu.

Kemalist sistemin,Ulus-devlet olgusuna gidiş yolu tamamen bilimsel yöntemlere dayanıyordu. Bunun için de “Türklük” olgusu merkeze alınıyordu. Modern sosyoloji ve antropolojinin görüşleri de bu doğrultudadır. Bir devleti kuran büyük çoğunluk, günümüz antropoloji biliminin verilerine göre, Standart Kültür veya Büyük Toplumu oluşturur; diğer unsurlar yani azınlık ve etnik halklar ise, alt-kültür diye belirlenen kategoriyi meydana getirirler.

Türkiye Cumhuriyeti, gözlendiği gibi Asyatik kökenli Türk halkının kültür ve değerler sisteminin oluşturduğu bir coğrafya üzerinde kurulmuştur. Bu nedenle, Standart Kültür veya Büyük Toplum, devleti kuran aynı zamanda çoğunluğu oluşturan Türk toplumudur. Alt kültürler bu üst kültürün şemsiyesi altında toplanmak durumundadırlar. Aksi takdirde, toplum uyumlu kimliğini yitirir ve çoğulcu (partiküler) bir yapılaşmaya dönüşür, ulus-devlet diye belirlediğimiz milletleşme olgusu gerçekleşemez.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Standart Kültür veya Büyük Toplum sembolik bir nesne değildir. Temsil ettiği değerler düzeni, tarihsel bilinç, inanç sistemleri, dil ve kültür unsurları ile alt grupları kucaklar. Deyim yerinde ise, istatistiksel ifade ile bir çan eğrisi gibidir. Nüfusun yüzde 80’ inden fazlasını temsil eden normal grafiğin (çan eğrisi) her iki yönündeki unsurlar ise alt grupları oluşturur.

Son yıllarda, Standart Kültür’ü dışlayarak, kendini “Türk değil Türkiyeli” olarak takdim eden zihniyet, eğer Büyük Toplum’la özdeşleşme yoluna gitmiyor, alt kültürü ile aidiyet duygusunu (community feeling) sürdürmeye devam ediyorsa, o takdirde ulus-devlet sürecini belirleyen toplumsal uyum yerine, çeşitli balıkların içinde yüzdüğü bir etnik havuza dönüşümü destekliyor demektir.

Günümüzde, yönetim kademelerinde, küreselleşme ve Avrupa Birliği’ni arkasına alarak, “millet-olma” gerçeğini dışlayan ve etnisiti bilincini öne çıkaran bir zihniyet varsa, tarihsel yanılgı içindedirler, diyebiliriz. Avrupa Birliği ve küreselleşme olgusu, hiçbir vakit toplumların ulusal kimliklerinin silinerek, ütopik bir yapılaşmaya dönebileceği tarzında algılanmamalıdır. Plato’nun Mağaralar Teorisine benzer bir idealar evreni yoktur.

Avrupa Birliği’ni oluşturan ulusların ortak para birimi, simge ve benzeri görünümleri olabilir, hattâ duygu, düşünce ve stratejik noktalarda birliktelik sağlayabilirler, ancak bu ulusların kendilerine özgü kültür değerleri, inanç sistemleri, dil ve tarih bilinçleri olduğu unutulamamalıdır.

Ülkemiz, Avrupa Birliği’ne girmekle, ideal bir birlik kültürü ve değerler düzeni içinde kendini bulmayacaktır. Üyelerinin tümünün katıldığı kendine özgü bir Birlik kültürü yoktur. Her birlik üyesi, azamî ölçüde değerlerini, inanç ve kültürlerini korumakta kararlıdırlar. Türkiye’nin isteği üzerine, birlik yasasından din kavramı çıkarılsa bile, hiçbir dış etken Avrupa Birliği’ni oluşturan felsefenin temel taşlarını oynatamaz.

Türkiye, birliğe katılmakla değerler sistemini korumak isteyecek mi? Koruması mümkün olabilecek mi? Ne ölçüde birlik çatısı altında kimlik ve kişilik niteliklerini sürdürebilecektir? Daha da önemlisi Türkiye, katılımcı üye olarak Standart Kültür değerleriyle mi, yoksa alt-kültür unsurlarıyla mı topluluk içinde yerini alacaktır? Kanımca, tüm bu hususlar tartışılmadan, akademik bir çözüme bağlanmadan sere serpe yol almak doğru olmazsa gerek.

Avrupa Birliği, adı ve simgesi ile Hıristiyan kültür ve değerlerinin bir ürünüdür. Bu gerçek, yani Hıristiyanlık unsuru Anayasalarından dışlansa ve seküler bir kimliğe yönelse bile, hiçbir şey değişmez. Alt yapı tamamı ile Hıristiyan değerlerinin bir yansı-masıdır. Bu değerlerden, Türkiye arzu ediyor diye Batı insanını yoksun bırakamazsınız. Çünkü, toplumların inanç ve kültür değerleri, çocukluktan başlayarak binlerce yıl kişilik oluşumu ve toplumsallaşma (sosyalizasyon) süreci sonucu biçimlenmiştir. Bu nedenle, Avrupa Birliği size yeni bir Ütopya veya “Süt Gölü” yaratarak orada yer almanıza olanak sağlayamaz. Bu onun elinde değil, sistemin işleyiş mekanizmasının bir yansımasıdır.

Bu gerçeklerin ışığı altında, ulus-devlet olgusunda, bir başka deyimle devleti belirleyen Standart Kültür odak noktasının çatısı altında, dil ve duygu birlikteliğini içeren ortak bir paydada bütünleşmek durur iken, sürekli “Türkiyeliyim” tarzında mesajlar vermenin ne anlamı var?
 

Orkun'dan Seçmeler