26 Kasım 2001: Bir meslekî dayanışma teşekkülü olması gereken iş adamları, patronlar kulübü TÜSİAD’ın maksadını aşan talihsiz beyanı Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü.
Türkiye’de yolsuzlukların, hortumlamaların vukuat-ı adiyeden sayıldığı, herkesin kendi kapısını temizlemek mecburiyetinde olduğu şu günlerde şirket idare etmek yerine dışarıdan devlet idare etmeye kalkanlara tepki oldukça sert bir üslupla gelmekte gecikmedi. Sivil toplum örgütlerinin, sendikaların, TOB’ın, Anadolu’nun bağrındaki yiğit ticaret erbabını temsil eden kuruluşların, iktidar ile muhalefete mensup siyasîlerin ve de sorumlu devlet adamlarının tepkileri sert olduğu kadar yerindeydi de.
Anladık ki daha herşey bitmemiş, bu millet tepki vermesini de biliyor!..
ooo
Devlete ödenmeyen SSK prim ve vergi borçlarıyla enflâsyonu körükleyen ticarî ve malî uygulamalara, döviz manipülâsyonlarına girişenlere, hayalî ihracatçılara, naylon fatura ve sahte belgelerle yapılan ticarete gösterilmeyen tepkiyi; Kıbrıs gibi “Türkiye için stratejik” önemi haiz bir konuda bir meslek teşekkülünce gösterilmesinin altında ne yattığını Türk milleti bilmesine rağmen kem söz sahiplerinin susacakları günü sabırla beklemekteyiz.
ooo
15 yıl Güneydoğu’da vatan evlâtlarımızın şehit olmasına, sakat kalmasına yol açan İtalyan menşeli antipersonel mayınları imâl eden İtalyan firmalarının ortaklarının Türkiye’de ticaret sahasında etkili olup olmadığını, Türk insanının sırtından para kazanıp, Türk insanına yönelen bir bombaya dönüşmesine katkıda bulunanları sorgulayan bir millî burjuvazi fikrinin yeşermesini, benimsenmesini görmek isterdik bu zat-ı muhteremlerde.
Ne var ki, bugün Kıbrıs’ı masaya yatıran sayın iş adamlarımız ellerini vicdanlarına değil cüzdanlarına koymayı tercih etmektedirler.
KKTC’nin kalkınması için kumarhane açmak dışında, lüzumsuz ve yersiz konuşmaların ötesinde ne yaptıklarını Türk milleti merak etmektedir.
ooo
Avrupalı olmak, AB kültürüyle yaşamak, kârına kâr katmak uğruna; ulusal bilinci ve direnci terk etmek sonun başlangıcı olacaktır.
Böyle bir son kabul edilemez!..
ooo
Bu çevrelerin ağızlarından çıkan ifadelere dikkat edilirse başka İngiltere olmak üzere Avrupa ve gelmiş geçmiş AB yönetimlerince yıllardır Türkiye’ye karşı kullanılan ifadelerin aynısı olduğunu görürüz.
Bunlar kabulü mümkün olmayan sınırsız taviz istekleridir.
ooo
Türkiye’nin hayatî önem taşıyan bölgesel ilişkilerinde, (Kıbrıs, Güneydoğu, Kafkaslar ve özellikle Ermenistan), bu iş çevresi mensuplarının gösterdiği ilgi “her şey sadece para için” mantığına dayanmaktadır.
Türkiye’nin güzide bir meslek teşekkülü olması gereken TÜSİAD’ın bu mantığı farz-ı muhal bir gün yanlışlıkla iktidar olsa Misak-ı Millî sınırlarında bir takım rötuşlamalara yol açabilir. Öyle bir rötuşlama ki TÜSİAD’ın büyük gayretkeşlikle hazırladığı “Coğrafya 2001” kitabındaki haritalara; yeni bir “değişik sınırlara sahip Türkiye haritası” eklenmesi bu durumda kaçınılmaz olacaktır.
ooo
TÜSİAD’ın bu anlamsız, yersiz ve talihsiz beyanları öncesi ve de sonrası gerek anavatan Türkiye’den, gerekse yavru vatan KKTC’den bir takım çatlak sesler işitildi. Özellikle T.B.M.M’nin Kıbrıs konusunu kapalı bir oturumda ele aldığı gün AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri bay Verhaugen’in “-Türkiye adada daha fazla bedel ödemeyecek, Denktaş yalnız kalacak” tarzındaki hüküm ifade eden küstahça sözleri sanki bir işaretti. AB faaliyetleri çerçevesinde gerek Türkiye’de, gerekse KKTC’de bir takım lobi faaliyetleriyle belli çevreler Türkiye-KKTC Türkleri arasına nifak sokma çalışmalarını sürdürme noktasında bu işareti iyi değerlendirdiler. Bu çerçevede bir takım haddini ve kendini bilmezlerin “-Kıbrıs’ı satalım, Kıbrıs AB’ne girmemize engel teşkil etmektedir”, “-ya AB, ya Kıbrıs” beyanları ile tansiyonun oldukça yükseldiği bir Kasım 2001 ayı yaşadık.
ooo
Propagandanın büyük önem taşıdığı günümüzde iki taraflı dezinformasyon yapılmaktadır. Gerek anavatan Türkiye gerekse KKTC Türkleri arasına nifak tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Amaç Türkiye ile KKTC Türk halkının bağlarını koparmaktır.
Bu oyun er geç, öyle veya böyle bozulacaktır. Engellemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir!..
ooo
Türkiye’nin ikinci derece riskli bölge ilân edilmesi ve iptal edilen turlar hakkında Turizm Bakanı sayın Mustafa Taşar’a yaptığı ziyaretle görüş alış verişinde bulunan ABD büyükelçisine (Kasım 2001) görüşmelerinin basına sızan bilgilere göre Afganistan’a savaşmak için sevk edildiği iddia edilen ABD askerlerinin izinlerini Türkiye’de geçirmelerinin sağlanması, bu saygıdeğer misafirlerimizin(!) ağırlanmasında kusurda bulunulmaması için bir takım tedbirlerin ivedilikle alınmaya başlandığını da öğrenmiş olduk.
Aralık 2001 içerisinde Afganistan operasyonunu başarıyla tamamlayıp, özellikle Afganistan ve bölgede kalarak kök salmaya hazırlanan barış gücü askerlerinin, kadın ve içki konusundaki ihtiyaçlarını Afganistan’ın İslâm ülkesi oluşu nedeniyle karşılanması tehlikeye girmiş bulunmaktadır.
Bu durumda BM barış gücü anlaşma metni bir takım ilerici(!) kalem sahiplerinin ifadesi ile “şeriat” pürüzüne takılmıştır. Afganistan iç işleri bakanlığı kamu güvenliğinden sorumlu yetkilisi general Muhammed Jurhat (29.12.2001), “-önceki akşam anlaşma imzalanabilirdi, ancak iki maddede anlaşmazlık çıktı. Afganistan İslâm ülkesidir. Örneğin geldikleri ülkelerde serbest olan alkol ve evlilik dışı ilişki (zina) yaygın bir durumdur. Burada ise Afganistan’ın kurallarına uymaları gerekir.”; ifadeleri ile konuya açıklık getirdi.
Bu açıklamaların dışında Türkiye’nin turizm patlaması yaşayacağını dile getiren, zat-ı muhteremlerin beyanlarını duyar gibiyiz.
ooo
Bir zamanlar Dolmabahçe rıhtımından uğurladığımız “c onileri” ağırlamaya hazır televole kültürünü benimsemiş seçkin bir zümrenin ülkeye bu yönde gelecek döviz konusundaki değerlendirmelerini bundan sonra izlemeye devam edelim.
ooo
Bu arada yurdumuza gelecek dost ve müttefik ABD’li conilerimizin ancak ve ancak ABD yasalarına karşı sorumlu olduğunu, kendilerine saygıda kusur edilmemesi gerektiğini, ola ki vukuat-ı adiyeden bir olayla karşılaşıldığında ABD pasaportu taşımayanların pek hakkı hukuku olmadığını peşinen hatırlatmakta fayda görüyoruz.
ooo
Çıkarılan şeker yasası, tütün yasası, Türk tarımı üzerinde oynanan oyunlar derken geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden emekli general Brent Seowcroft’un başkanlığındaki Amerikan-Türk iş konseyi heyetinin raporuna göz atalım.
“Türk hükûmetinin mevcut tarım politikaları Amerikan tarım ürünlerinin Türkiye’ye ihracatını engelliyor. İthalat sertifikaları ve sağlık karnelerinde ya zorluklar yaşatılıyor ya da hiç verilmiyor!
Amerikan malı peynir, soya unu, mısır, buğday, meyva, muz, pirinç ve biranın Türkiye’ye ihratacında ciddî sorunlar var!
Şeker sektörünün liberalizasyonu sırasında mısır bazlı tatlandırıcıların üretimine sınırlama getirilmesi, Türkiye’de bu alanda yapılan ikiyüz milyon dolarlık Amerikan yatırımlarını kaybolma noktasına getirdi!
Türk hükûmetinin tarım alanında şeffaf olmayan ve istikrarsız politikalarının bir an önce düzeltilmesi gerekir!..”
Bu sözlerin ne anlama geldiğini izaha gerek var mı?
ooo
12 Aralık 1999 Helsinki zirvesi kararları, bilâhare KOB’si, AB yol haritamızın belirlenmesi, anayasamızda iyileştirme adı altında yapılan bir takım değişiklikleri de değerlendirerek neticede artık ezilmiş olduğu sistematik olarak işlenen azınlıkların (!) haklarının aranması yolunu açma, Lozan’ı devre dışı bırakma, yeni Sevr’i yaratma girişimlerini de bazı çevreler bu sayede hızlandırıp işlerlik kazandırmaya soyunmuşlardır.
ooo
Banker Kastelli’ye yaptığı koordinatörlük hizmetindeki başarıları inkâr edilemez ekonomist, edip, hatip, yazar, şu anda özelleştirmeden ve Salkım Hanımın Tanelerinden sorumlu sayın devlet bakanımızın bu filmi TRT’de geçtiğimiz günlerde gösterilmesi üzerine, kopan kavgada boy hedefi yapmıştır.
Eserini belâgatla, cesaretle savunan sayın bakanımızın bu arada yeni bir çalışması olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. TRT destekli olarak filmi yapılacak bu eser “Güz Sancısı” isimli olup, sayın bakan bu çalışmasını da 6-7 Eylül olaylarına hasrettiğini, ezilen azınlıklar, saklanan tarihî gerçekleri ortaya çıkarma gayretlerine yazılacak yeni eserlerle devam edeceğini umuyoruz. Ve sayın bakana bu konuda başarılı çalışmalar diliyoruz.
Tarihî gerçekleri ortaya çıkarma dile getirme gayretlerine 1982 yılındaki banker faciasının da programa alınıp alınmadığını merak ediyoruz.
Birinci ağızdan o gerçekleri de dinlemek, film olarak seyretmek eserdeki ve başroldeki kişileri, şahsiyetleri o günkü ve bugünkü durumları ve bulundukları mevkileri itibarıyla değerlendirmek arzumuzdur.
ooo
Bu film ile başlayan tartışmaları izlerken takıldığımız bazı hususlara da değinmeden geçemiyoruz. Film veya romanı savunanlar kimi yerde bunun bir edebî sanat eseri olduğunu ileri sürüp, tarihî gerçeklerle uyum içerisinde olmasının zorunlu olmadığı tezinin arkasına sığınıyorlar. Riyakârlık öyle bir noktaya ulaşmış ki kimi yerde de filmde ya da romanda sanki tarihî gerçekler dile getirilmiş ifadesiyle, tarihimizle yüzleşmekten çekinmememiz gerektiğinden utanmadan bahsedebiliyorlar.
ooo
Yıl 1942: 2. Dünya Savaşı’nın en fırtınalı ve en acı günleri. Türkiye azgın Hitler ordularının işgaline uğramamak için sınırlarını bir milyonu bulan askerle korumak mecburiyetini hissetmiş, ihtiyatları silâh altına alıp bu artan asker mevcudunu üreticilikten mecburen koparmak zorunda kalmıştır. Bu artan silâh altındaki asker sayısı mecburen tükeci hâle getirilmiştir.
Bu kadar askeri üretimden uzaklaştırıp beslemek mecburiyeti devleti iflâs noktasına getirmiş, enflâsyon o güne kadar görülmemiş bir şekilde yükselip % 93’e çıkmıştır.
Böyle bir ortamdaki yoksul cumhuriyet, savaşın yükünü kaldıramaz hâle gelmiştir. Anadolu ve Trakya’daki Türk insanı büyük sıkıntı içindedir. Trakya bir Alman saldırısına karşı boşaltılmıştır. Ana gıda maddelerinin hemen hepsi karneye bağlanmıştır. Türk insanı süpürge tohumundan ekmek yemektedir.
Kasası boşalan devlet çok acele ek kaynağa ihtiyaç duymaya başlamıştır.
Kurtuluş Savaşı’nı takiben yapılan Lozan Anlaşması ile kapitülâsyonlar kaldırılmış, Düyun-u Umumiye borçları ödenmeye başlanmış (bu borçlar 1954 yılına kadar da Türk milletince ödenmiştir) olmasına rağmen 1940’lı yıllarda hâlen dış ve iç ticaretin % 93’lere varan kısmı yabancı ve TC vatandaşı olan azınlıkların konrolündedir.
Kasası boşalan devletin çok acele ek kaynağa ihtiyacı olduğu o günlerde Anadolu’da insanlar açlık ve sefaletten kırılırken İstanbul’da ve büyük şehirlerimizde çok sayıda fırsatçı savaş zengini türemiştir. Karaborsadan kazandıkları paralarla lüks ve ihtişam içinde yaşayan bu insanlar göze batmaya, yoksulluk içinde kıvranan halkın öfkesini çekmeye başlamıştır. Anadolu’daki sefalet ve açlık ile İstanbul’daki varlıklı savaş zengini kesimin yaşantısındaki çelişki devleti harekete geçirmiştir.
Hükûmet bir defaya mahsus olmak üzere servet ve kazanç üzerinden bir ek vergi almaya mecbur kalmıştır. Esasen Varlık Vergisi adı verilen bu vergi varlıklılar ve varlıksızlar ayrımını gözeten bir servet vergisidir.
Bu vergi azınlıkları hedef almamıştır. Bu vergi, servet ve haksız kazanç sahiplerinden bu ülkeden kazandıklarını bu ülke insanlarına ödemelerini sağlamak amacıyla çıkartılmıştır.
Varlık vergisinin yayınından on bir gün kadar önce yaptığı konuşmada İsmet İnönü şöyle diyordu: “-Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politik ihtirasları için büyük fırsat sayan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar.”
Verginin büyük bölümünün Yahudi, Rum ve Ermeni kökenli yurttaşlarımızdan alınma konusuna gelince bazı gerçekleri ifade etme mecburiyeti doğmaktadır.
Onlar bu ülkede, ticareti tekellerinde tutan, bu nedenle ülke insanından kazandıkları servete servet katan kişilerdir. Üstelik daha yakın tarihimizde 1920’lerde düşmanların İstanbul’u işgal yıllarında onlarla iş birliği yapmışlar; Adalarda, Beyoğlu’nda, Şişli’de vb. semtlerde Müslüman Türk vatandaşına yaşam hakkı tanımamış, düşmanla bir olup İstanbul’un Türk halkına en büyük eziyeti yapmışlardır.
Kurtuluş Savaşı sonrasında bu hiyanetlerin hesabı kendilerinden sorulmamış, Türk insanının ve Atatürk’ün alicenaplığı, insancıl anlayışıyla geçmişe sünger çekilip, gerçekler unutturulmaya gayret edilmiştir.
Müslüman-Türk insanı, Mehmetçik vatan müdafaasında kanıyla canıyla suladığı bu vatan toprakları için kendini fedâ ederken hiç değilse bu azınlıklar da zenginliklerinden bir bölümünü devlete vererek bu vatanı kalkındırma mücadelesine katkıda bulunabilirlerdi.
Ne yazık ki olmamış. Gerek cumhuriyetin ilk yıllarında gerekse 2. Dünya Savaşı’nın o yokluk günlerinde maalesef cumhuriyet Türkiyesi’nin bürokratları içerisinde bu kesimi kollayanlar vardı. Varlık Vergisi tasarısının yasalaşacağını bildikleri için önceden tedbir almışlar, servetlerini başkalarına devretmişlerdi. Bu açıkgözlük kimsenin gözünden kaçmadı. Vergi kaçırma gayretinde olanlar Aşkale’ye gönderilip, zorunlu ikamete ve çalışmaya tabî tutuldular.
Gidenlerin bir kısmı pişmanlıkla sakladıkları serveti çıkarıp vergiyi ödedi ve İstanbul’a döndü. Zaten kısa bir dönem sonra da vergide hedeflenen o günün rakkamıyla 300.000.000.TL (üç yüz milyon TL) gelir elde edildiği için çıkarılan afla serbest kaldılar. İşlerine dönerek kısa sürede sakladıkları servete servet katarak Türkiye’nin siyasetçilerini bile satın alabilecek duruma tekrar geldiler.
Bugün babalarının eziyete uğradığını, horlandığını, servetlerinin ellerinden alındığını söyleyen dilleri ve elleri oldukça uzun kesimin Türkiye Cumhuriyetinde şu anda bulundukları mevkilerini göz önünde tutmalarını dilerdik. Yoksa babalarının ellerinden alınan servetlerini dile getiren bu zat-ı muhteremlerin şu anda sahip oldukları serveti nasıl elde ettiğini de bugün açlık ve yokluk mücadelesi veren Türk insanının sorgulama hakkı olduğunu kendilerine hatırlatırız.
ooo
Basında, TV ekranlarında Türk milletine yansıyan “Salkım Hanımın Taneleri” isimli filmin eleştirilerine verilen cevaplar, cevaplara verilen karşı cevaplar Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişini yargılamaya ve mahkûm etmeye dönüşmüştür.
Milletin dikkatini, cumhuriyeti yargılama hakkını kendinde gören zihniyete yaptırtan sayın devlet bakanının siyasî sorumluluğunu taşıdığı TRT’de filmin nasıl finanse ettirilip oynattırıldığının net bir cevabı da henüz alınabilmiş değil.
Bu konuda en önemli açıklama filme konu tecavüzcü paşanın yaş tashihi olduğunu görmekteyiz.
ooo
Varlık vergisi sırf Musevî, Rum, Ermeni gibi Müslüman olmayanları ezmek, onların elinde birikmiş olan servetleri Türk asıllı tüccara, iş adamına ve fabrika sahibi, otel sahibi, büyük dükkân-han sahibi olmak isteyen Anadolu eşrafına yönlendirmek, Türk burjuvasını yaratmak için yapılan bir cumhuriyet devleti zulmü müydü?
Kesin değildi, ne var ki filmde özellikle işlenen tema bu!..
O yıllarda İstanbul 600 bin, bütün Türkiye 18 milyon nüfusludur. İstanbul Ticaret Odası arşivleri karıştırıldığında İstanbul’daki ticaret hayatının % 87’sinin Musevî, Ermeni ve Rumların elinde olduğunu görürüz. (İstanbul’daki 19 bin ticarî kuruluşun 11 bin küsuru azınlıklara aitti).
Bunların içinde tüccarların, ithalatçıların, büyük han sahiplerinin dışarıya tütün, incir, üzüm, ham maden ihraç eden ihracatçıların, para alıp satan tefecilerin ne kadarının Rum, ne kadarının Ermeni, ne kadarının Musevî, ne kadarının Türk olduğuna bakılırsa varlık vergisinin gerçek muhatabının kim olduğu ortaya çıkmaktadır.
Özellikle 1940’lı o savaş yıllarında İstanbul ticaret, sanayi ve eğlence hayatının Rum, Ermeni, Musevîlerin elinde olduğu gerçeğini PTT arşivlerinden de tetkik etmek imkânı mevcuttur.
O yılların İstanbul telefon rehberi bulunup tetkik edildiğinde, özellikle meslekler kısmında tüccarlar, ithalatçılar, ihracatçılar, oteller, pastaneler, bankalar bölümüne vb. ne kadar yüksek kazançlı iş ve meslek varsa o bölümlere bakıldığında bu tespit görülecektir. Hattâ ticaret odası kayıtlarında % 82 olan yüzde nispeti, telefon rehberi baz alındığında Rum, Ermeni, Musevî, İtalyan, İngiliz ve Fransız olarak değerlendirildiğinde % 89,2 olmaktadır.
İstanbul’da ve dolayısıyla bütün Türkiye’yi elinde tutan Orta Doğu’ya ticaret imkânları olan alt yapısı varlığı kuvvetli sermaye Taksim-Beyoğlu-Tünel-Galata-Sirkeci çizgisinde Kapalıçarşı’ya kadar uzanan bir hat üzerinde faaliyet göstermekte idi.
Bu hat üzerinde icra-i faaliyet gösteren dükkân, mağaza, otel, pastane vb. iş yeri sahipleri tanzimat fermanın getirdiği ayrıcalıklardan istifade ederek ticareti ellerinde tutan Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşlarımızdır.
Sadece Türklerin askere alınıp altı yıl askerlik yaptırıldığı o yıllarda bütün bu ayrıcalıklardan istifade eden vatandaşlarımızın da hiç olmazsa bu ülke insanlarına bu yolla katkıda bulunmak mecbureyetinde kalışlarını bugün bu ülke insanlarına bir kan davâsına dönüşecek şekilde aksettirmemeleri gerekir diye düşünüyoruz.
ooo
Devlet vergiyi kuşkusuz servet sahibi kişiler tarafından toplamıştır. Bu kişiler arasında çoğunluk Rum-Ermeni ve Musevîler olduğu kadar onlarla işbirliği içerisindeki Türk unsurlar da mevcuttur. Varlık vergisiyle üç yüz milyon lira toplanmış, etnik ayrım ve zulüm yapıldığı iddiasıyla suçlanan aynı devlet yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir yıl sonra köylüye de “arazi ve hayvan vergisi” koyarak varlık vergisinden topladığından daha fazlasını 368 milyon lirayı yoksul Türk köylüsünden toplamıştır.
Ermeni lobisi son yıllarda cumhuriyet Türkiyesini de suçlama altına sokmak için özel bir çaba göstermektedir. 1915’leri sorgulayan yabancılara, bir de 1940’ları sorgulama fırsatı verilmektedir.
Tarihe katkı yapmayan gerçeklerden uzak bir senaryoyla, Ermeni lobisi arşivine yeni bir “Ermeni mağduriyeti” filmi bu sayede armağan edilmiştir.
Romanın yazarı sayın bakan romandaki ve filmdeki ileri sürmeye çalıştığı tezleri savunmuyor, savunamıyor.
“Türkiye Cumhuriyeti devleti yerli burjuva yaratmak için zengin Musevîleri, Ermenileri, Rumları vb. gayrımüslim azınlıkları Aşkale’ye sürdü. Malları yok pahasına ucuza kapattılar, ben bu gerçeği dile getirmeye çalıştım” diyemiyor.
Sayın bakan susuyor ama başkaları bu konuyu işlemeye, yorum ile açıklama ve suçlama yapmaya devam ediyor.
Bu tutum ile (sayın bakan) yazarın asıl amacını anlamakta zorlanıyoruz.
Filme çekilecek “Güz Sancısı” isimli 6-7 Eylül olaylarını anlatan eserinin de bu anlayış ile değerlendirileceği kanaati oluşmaya başladı nedense.
Bilirsiniz, Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir.
Bütün bu gelişmelerin ışığında: Kutsal Türk devletinin varlığının devam edip etmeyeceği veya kendisini fesh etme noktasına getirilmek istendiği konusu gündemdedir. Dünya coğrafyasında etkili olabilmekten, fesh edilme noktasına getirilmek kabul edilemez.
Bizi felâketten felâkete sürükleyen Avrupa’nın yaptıklarını görmezden gelip bize ilâç vermesini, bizi benimsemesini, bizi AB içine kabul etmesini beklemek yanlışlığından bir an önce vaz geçmeliyiz.
AB bir ekonomik kuruluş değil, politik kuruluştur. Bir AB kimliği oluşturulacaktır. Hristiyan kültürüyle yoğrulan bu birlikte maalesef Türkiye’ye ve Türk insanına yer yoktur. Bu gerçeği artık görelim.
Gerek AB gerekse diğer batılı dostlarımız meyanındaki ABD’nin Türkiye üzerindeki çıkarlarını göz ardı etmeyelim. Siyaseti dış etkilerden uzak tutalım.
Salkım Hanımın Taneleri filmi tartışmaları sırasında bir konuşmacının üzerinde hassasiyetle durduğu ve rahatsız olduğunu ifade etmekten çekinmediği 1942 yılında Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun sarf ettiği sözü burada göğsümüzü gere gere söylemekte fayda görüyoruz: “Türk’üz, Türkçüyüz ve Türkçü kalacağız”.
Türk milleti yeni bir Kuva-i Milliye hareketinin arefesindedir ve gereğini yapacaktır, vakit geçirmeden bir takım hatalardan dönelim.
Türk olabilmenin bedelini ödemeye hazır milyonlar, bu şuurlu davranışı kendisini yönetenlerden beklemektedir.
DİL BİR; BAYRAK BİR; MİLLET BİR; VATAN BİRDİR
CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.
ESAS DURUŞTAKİ SİYASET
AB dayatmaları çerçevesinde insan hakları ve demokratikleşme yolunda anayasamızda yapılan bir takım değişiklikler meyvalarını vermeye başladı. İstanbul Üniversitesinde öğrenim gören bir grup öğrenci, Kürtçenin seçmeli dersler kapsamına alınması amacıyla kampanya başlattı.
“Kürtçe eğitim ve öğretim için Kürt öğrencilerin girişimi” adı altında bir araya gelen öğrenciler kampanya kapsamında topladıkları dilekçeleri üniversite rektörlüğüne verdiler.
“Başta Kürt öğrenciler olmak üzere Türk, Arap, Ermeni, Laz, Çerkez vb. bütün öğrenci arkadaşlarımızı, değerli hocalarımızı, demokratik kitle örgütlerini bu kampanyaya sahip çıkmaya çağırıyoruz”, diyen bu güruh; “Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açacağına inandığımız küçük bir adım attık. Anadilimizi öğrenmek ve geliştirmek için Kürtçe dersinin seçmeli dersler kapsamına alınmasını talep ediyoruz” diye fikirlerini beyan ettiler.
Bu teşebbüsler, takip edebildiğimiz kadarıyla artarak devam etmekte ve edecek görünmektedir.
Yorum yok, takdir sizin. Anayasa değişikliği, demokratikleşme, insan hakları derken “kutsal Türk devletinin” üniter yapısında açılmak istenen gediği kör gözlerin göremeyeceğini biliyoruz.
Esas duruştaki siyasete ne diyelim?..
BÖYLE DOSTLAR DÜŞMAN BAŞINA
Geçtiğimiz Ekim 2001 ayı içerisinde Türkiye’nin Irak konusundaki haklı tepkileri ve endişeleri üzerine ABD büyükelçisinin olağandışı bir ziyaret ile TBMM’nde yaptığı açıklamalar Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda “şimdilik” Türkiye’nin görüşünü paylaştığı açıklamaları ne zamana kadar geçerliliğini koruyacak?
ABD emrivâki yapma alışkanlığından vaz geçebilecek mi? Göreceğiz derken bir de baktık ki ABD büyükelçisi TBMM’ni, bakanlıkları yol geçen hanı yapmış. Kâh bir bakanımız sayın büyükelçiyi ziyaret ediyor, kâh sayın büyükelçi o bakana iade-i ziyaret ediyor, görüş alış verişinde bulunuyorlar. Bir muhabbet sorma gitsin. Ne diyelim Allah muhabbetlerini artırsın.
ABD büyükelçilerinin Türkiye’deki ekonomik konularda, özellikle özelleştirme, tarım sektörü ve kamu ihaleleri, endüstri bölgeleri yasaları ile bu kadar yakından ilgilenmeleri bizleri mütehassis ediyor!..
Özellikle özelleştirmeden sorumlu devlet bakanı, “Salkım Hanımın Taneleri” isimli müstesna eserin(!) sahibi Yılmaz Karakoyunlu’ya ziyaretinde sayın büyükelçi Pearson’un “-özelleştirmeyi, liberalleştirilmeyi halka anlatın, halkın desteğini alın” önerisini getirdiğini öğrenince hassasiyetimiz bir kat daha artıyor.
Bize sahip çıkan, devamlı arkamızda olan, bize destek veren, bize yol gösteren dostlara sahip olmak herkese nasip olmaz, bu bakımdan mutlu ve bahtiyar olmak gerekmez mi?…