1953 yılının Ocak ayı, 1944’ün Mayısı gibi, Türkçüler için yeni bir üzüntüler döneminin başlangıcı olmuştu. Onda da Türkçülüğe olumsuz tavır ve davranışlar yöneltilmiş, Türkçülere mânevî baskılar uygulanmıştı. Bu ikinci terör döneminde, 1944’teki maddî işkenceler yapılmamış, fakat Türkçüler korkunç iftira kampanyaları ile bunaltılıp sıkıntıya düşürülmüşlerdi. Bu mânevî işkencelerin en önemlisi de, 1951 yılında kurulup yurdun değişik bölgelerindeki şehir, kasaba ve köylerinde seksen dolayında şubeler açarak Türkçülük ışığını yurt alanına yaymaya başlayan Türk Milliyetçiler Derneği’ne yönelik hücum ve kampanyalardı.
Bu kampanya ve hücumlar, bir lise öğrencisinin, düşüncelerini beğenmediği ünlü bir gazete başyazarını vurmasının ardından, 1952 yılında başlatılmıştı. Malatya’da vukubulan o olayın ardından, millî ve mânevî değerlere düşman bütün şer güçlerince o değerlere sahip çıkan kişi ve kuruluşlar aleyhine yürütülen, karşı konulmaz bir iftira kampanyası dalga dalga yayılmaya başladı. Bunun öncülüğünü, rahmetli Peyami Safa’nın “Mahutlar” ve “Devrimbazlar” dediği çevreler yapıyordu. Onların yaygarası ile ülkede tam bir “mânevî terör” ortamı oluşmuştu. Böylece milletini seven, dinine bağlı insanlar yeniden sindirilmek isteniyordu.
Bu amansız kampanyanın hedeflerinden biri de Türk Milliyetçiler Derneği oldu. Beş Türkçü derneğin birleşmesi ile oluşan ve kısa zamanda büyük bir gelişme gösteren bu gönüllüler kuruluşu, başta bazı ‘devletliler’ olmak üzere, bütün millet ve mâneviyat düşmanı çevreleri harekete geçirmişti. Şehir, kasaba ve köylerdeki aydın insanların çabasıyla seksen ayrı yerde yakılan bu milliyet ve mâneviyat ışıkları onları ürkütüyordu. Bu kampanya, millî ve mânevî değerlere sahip çıkanların oyları ile iktidara gelenleri de etkisi altına aldı. Sonunda, bir yolunu bulup Derneğe hücumu şiddetlendirdiler. Zamanın başbakanı Adnan Menderes’in Gaziantep’te yaptığı “Ya oldukları gibi görünsünler, ya da göründükleri gibi olsunlar” yolundaki konuşmadan yola çıkan (veya çıkması emredilen) bir savcının gayretkeşliği ile 22 Ocak 1953’te Derneğin ve şubelerinin faaliyetlerinin “ihtiyatî tedbir” olarak durdurulması kararı çıkarılmış ve bu karar, 23 Ocak 1953 gecesi, Derneğin Genel Merkez ve şubelerine yapılan baskınlarla uygulanmıştı. Özünde Türk Milliyetçiler Derneği’nin siyasî bir oluşuma dönüşmesi kaygısı yatan bu eyleme, ne yazık ki, adalet kurumu da âlet edilmişti. Böylece, yurdun seksen yerleşim yerinde yakılan milliyetçilik ışığı söndürülmüş, yenilerinin yakılması önlenmiş, Türkçüler yeni bir mânevî yıkıma sürüklenmişti.
Aradan 48 yıl geçmiş olmasına rağmen, düşünürlerimiz, sosyologlarımız ve yazarlarımız bu önemli konu üzerinde hiç durmadılar. Oysa, 23 Ocak 1953’te uygulanan ‘ihtiyatî tedbir’ kararından sonra yapılan duruşmaların ardından çıkan mahkeme kararı ile Dernek kapatılmış, fakat savunduğu düşünceler ve dolayısıyla Türk milliyetçiliği beraat etmişti. Bunların bilim adamları ve düşünürlerce incelenip değerlendirilmesi gerekirdi. Gönül, bunun hiç değilse olayın ellinci yıldönümünde gerçekleşmesini diliyor. Türk Milliyetçiler Derneği’nin sonunu hazırlayan sosyolojik ortamın değerlendirilmesi bilim adamları için gerçekten güzel bir uğraşı olabilir.
Ben, Türk Milliyetçiler Derneği Genel Merkezi’nin kapısına mühür vurulması olayını yaşayıp bugün hayatta olan üç kişiden biriyim. O günü, notlarıma dayanarak yazmaya çalıştım. Mahkeme safahatını da başka bir yazımda sunmak istiyorum. Böylece, “Türk Milliyetçiler Derneği Dosyası”nın kapağını aralamış olacağıma inanıyorum. Gerisi, bu yazılanları bilimsel bir temele oturtmakta. Onu yapacaklara başarılar diliyorum.
ooo
Takvimler 23 Ocak 1953’ü gösteriyordu. Kışın en şiddetli günlerinden biri yaşanıyordu. Ankara’nın cadde ve sokaklarında kar yok, fakat insanın içine işleyen bir soğuk vardı. Akşam üzeri, Türk Milliyetçiler Derneği’nin Umumî Kâtibi Abdullah Savaşçı ağabeyle birlikte, aynı birimde çalıştığımız Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Gençlik Parkı karşısındaki işyerinden çıktığımızda bizi bu ayaz sağnağı perşembe akşamı karşılamıştı. Kuşkusuz gece çok daha soğuk olacaktı.
O günler, Dernek çalışmaları bakımından en yoğun olduğumuz günlerdi. Çünkü Derneğimiz, rahmetli Peyami Safa’nın devrimbaz dediği İstanbul gazetelerinin itham ve taarruzları altında idi. Onlar ve yine rahmetli Peyami Safa’nın ‘mahutlar’ dediği yazarlar, akla hayâle gelmedik iftiralarla Derneğe ve üyelerine yükleniyorlardı. Yurdun seksen ayrı yerindeki seksen dolayında şubemizin üyeleri bu amansız kampanya karşısında şaşkın ve tedirgindi. Onların aydınlatılması, tedirginliklerinin giderilmesi gerekiyordu. Fakat onları aydınlatmak için kullanabileceğimiz araçlar çok sınırlı idi. Onlara, ancak daktiloda yazıp teksir makinesinde çoğalttığımız açıklamalarla ulaşabiliyorduk. Bir de Derneğin yayın organı olarak çıkardığımız, yarım sayfa boyutundaki Mefkûre adlı dört sayfalık yayınımız vardı. Ayrıca, gazetelerdle, nadiren de olsa lehimize çıkan yazılar oluyordu. Onları da şube sayımızca satın alıp onlara postalıyorduk.
Mefkûre’yi, yeni kurduğumuz Dernek Mürettiphanesi’nde elle dizip hazırlıyor, bir basımevinde bastırıyorduk. Dizgi işinde dernek üyeleri gönüllü olarak çalışıyordu. Böylece hem “mürettiplik”‘i öğreniyor, hem de derneğimize hizmet edebilmenin zevkini yaşıyorduk. İşte o gün, bir yandan Dernek Mürettiphanesinde, Mefkûre’nin 32’nci sayısını hazırlarken bir yandan da Nurettin Ardıçoğlu’nun derneği savunan “Türk Milliyetçiler Derneği” başlıklı yazısının bulunduğu Millet gazetelerini paketleyip adreslemek zorundaydık. Bunun için iki ekip hâlinde çalışmamız gerekiyordu.
Arkadaşlarımızın bir bölümü Abdullah Savaşçı başkanlığında gazete paketleme işini yaparken, benim aralarında bulunduğum bir bölümü de Erhan Löker’in gözetiminde Mefkûre’nin yazılarını dizecekti.
İşten çıktıktan sonra Ulus semtindeki yemek evlerinden birine uğradık, bir şeyler yeyip hızla Merkeze gittik. Derneğin Umumî Merkezi, Mürettiphanesi ve Ankara Şubesi, Anafartalar Caddesi’ndeki Vakıf İşhanında idi. Umumî Merkez, binanın ikinci katındaki 210 numaralı odada faaliyet gösteriyordu. Orası, penceresi caddeye bakan 15-16 metrekare alanlı bir yerdi. Dar kenarı 3 m. olan bu oda, ortasından bir camekânla ikiye bölünmüştü. Genel Merkez bu bölmenin pencere yanındaki kısmında faaliyet gösteriyordu. Orada küçük bir yazı masası, küçük bir evrak dolabı, 5-6 adet de sandalye vardı. Seksen şubeli dernek, işte bu 7-8 metrekarelik alana sıkışmıştı. Bölmenin öteki yanında ise mürettiphane için alınmış, fakat orada yer bulunamadığı için buraya konulmuş “hurufat dolapları” sıralanıyordu. O dolapların üstü ise, kış günlerinde, palto ve pardesüler için “vestiyer” hizmeti görüyordu.
İşhanının çatı katındaki 471 numaralı odacık da Dernek Mürettiphanesi olarak kullanılıyordu. Orası yapının çatısı altına sıkıştırılmış, küçük penceresi çatıyı yarıp dışarı çıkan, tavanı çatının eğiliminde, 4-5 metrekare alanlı bir yerdi. İçine ancak 4 hurufat dolabı sığdırılabilmişti. Bunların biri, sayfa düzenlemesinin yapılabileceği tezgâh durumunda idi. Dizgi işinde ancak üç kişi çalışabilirdi.
Abdullah Savaşçı ile Umumî Merkeze geldiğimizde Dernek Umumî Muhasibi Necati Torun, Yüksek Haysiyet Divanı üyesi Abdülhâdi Toplu, üyelerden Mehmet Ateşoğlu, Ayhan Aybar ve Mehmet Metin Sağnak’ı gazete paketleyip adresleme işine başlamış bulduk. Abdullah Savaşçı da onlara katıldı. Ben ise, pardesümü çıkarıp hurufat dolaplarının üzerine koyarak Mürettiphaneye gittim. Oraya vardığımda Derneğimizin eski Umumî Kâtibi Erhan Löker’i, sayfa düzenleme tezgâhının başında, Mefkûre’nin sayfalarından birini ‘bağlamaya çalışırken’ buldum. Ben de hemen hurufat dolaplarından birinin önüne geçip kumpası alarak yazılardan birini dizmeğe başladım.
Biz böylece bir süre çalıştıktan sonra odaya Abdülhâdi Toplu geldi. Bizim çalışmalarımıza şöyle bir göz attıktan sonra “Derneği kapatsalar ne yaparız” anlamında bazı şeyler söylemeğe başladı. Tabiî bunun, biraz sonra olacaklara karşı bizi teskin anlamı taşıdığını bilmiyorduk. Meğer Abdülhâdi Beğ, aşağıda derneği kapatma işlemi başlayınca, asabî mizaçlı biri olan Erhan Löker ağabeyi duruma alıştırıp, tepkisini azaltmak istiyormuş.
Birkaç dakika sonra da Mürettiphâneye, sonradan Başbakanlık Müsteşarı olan Mustafa Ernam girdi. Bizim büyük bir ciddiyetle çalışmamıza olan hayretini ve şaşkınlığını belirterek, “Aşağıda Derneği kapatıyorlar, siz hâlâ çalışıyorsunuz; bu nasıl iş?” diye sordu. Biz ise kendisine gevezeliği bırakarak iş gömleğini giyip çalışmaya başlamasını söyledik. Bu sırada kapıda bir gölge daha belirdi. Başını kapıdan uzatan tanımadığımız kişi “Arkadaşınız doğru söylüyor, Derneğinizi kapatıyoruz” dedi. Odacığın eğri tavanına çarpan o sözler, kulağımıza yansıyıp beynimize balyoz gibi indi. Ben bir süre ne yapacağımızı bilmez durumda kaldım. Sonra aklıma pardesüm geldi. Biz burada iken Umumî Merkez odasını mühürlerlerse ne yapardım? Bunu düşünerek aşağıya koştum. İkinci kata inmiştim ki, arkamdan yükselen ayak patırtıları ile irkildim. Mürettiphaneye gelmiş olan polis bana yetişmeye çalışırken, bir yandan da “nereye gidiyorsun?” diye bağırıyordu. Ona önce “Kaçıyorum”, ardından da “Görmüyor musun, Umumî Merkez’e gidiyorum, kaçtığımı sandınsa yaya kaldın” dedim ve Umumî Merkez odasının önüne geldim. Orada birkaç polis daha bekliyordu. Onların arasından geçerek içeriye girdim. Hemen pardesümü alıp sırtıma geçirdim. O durumda, pardesünün yakasını düzeltmeyi bile düşünememiştim.
Cemekân bölmenin arkasındaki masada Umumî Kâtip Abdullah Savaşçı oturuyor, masanın pencere yanındaki ucunda, önündeki kâğıtlara bir şeyler yazan biri bulunuyor, öteki sandalyelerde ise Emniyet 1. Şube Müdürü ve bizim arkadaşlar yer alıyordu. Ben odaya girdiğimde, tutulan zabıt bitmek üzere idi. İşlem bitirilirken Abdullah Beğ, telefon ederek durumu Umumî Başkan Sait Bilgiç Beğe bildirmek istedi. Fakat Savcı Yardımcısı olduğunu öğrendiğimiz, zabıt tutan zat buna izin vermedi. Ardından hep birlikte kapı önüne çıktık. Derneğin kapısı kilitlenip mühürlendi. Bu işlemler yapılırken çektiğimiz acı sonsuzdu.
Sonradan öğrendiğime göre, andığımız savcı ve polisler, Umumî Merkez’e ansızın gelmişler. Savcı olduğunu söyleyen kişi, Derneği “ihtiyatî tedbir” olarak kapatmaya geldiklerini söylemiş. Abdullah Savaşçı’nın bu yönde bir mahkeme kararı olup olmadığını sorması üzerine ilgili kararı göstermiş. İşleme ondan sonra başlanmış.
Umumî Merkezin mühürlenmesinden sonra topluca çatı katına çıkılarak Mürettiphanenin kapatılması ve mühürlenmesine geçildi. Orada Erhan Löker ve ben, kasaların başına geçerek son bir hâtıra fotoğrafı çektirdik. Sonra da büyük emekler verdiğimiz bu küçük işyerini terk edip mühürlenmesini seyretmek acısını yaşadık.
Kapatma işlemi bunlarla bitmemişti. Sıra, aynı yapıdaki Ankara Şubesinin, Azerbaycan Kültür Derneği ile paylaştığı odaya gelmişti. Orada kimse bulunmamasına rağmen, kapısı mühürlendi ve topluca alt kata inilerek caddeye çıkıldı. Bütün bu kapatma ve mühürleme safhaları, o zamanlarda iktidarın yayın organı olan Zafer gazetesinin imtiyazlı foto muhabiri tarafından tesbit edilmişti.
Caddeye çıktığımızda savcı ve polisler serbest olduğumuzu söylediler. Buna bir türlü inanamadık. Bizleri tutuklayacaklarını sanıyorduk. Fakat böyle bir şey olmadı. Polisler ve savcı ayrılıp gittiler. Biz de bir durum değerlendirmesi yapmak üzere, Türk Kütüphaneciler Derneği’nin kurucu umumî başkanı Halûk Karamağaralı’nın evine gittik. Oraya, haberi ulaştırdığımız Umumî Başkan Sait Bilgiç, Umumî Başkan Vekili Ali Uygur ve öteki Umumî Yönetim Kurulu üyeleri de geldiler. Sabah ezanı vaktine kadar görüş alışverişinde bulunduk, hukuk yollarını araştırdık ve sonra dağıldık.
Dernek Mürettiphanesinin kapatılmasından sonra, merdivenlerden inilirken arkadaşımız Mehmet Ateşoğlu’nun, savcı ve polislere hitaben söylediği “Mahkeme kararı olmadan gelseydiniz, burası, Türk vatanı düşmana karşı nasıl savunulursa öyle savunulacaktı” sözlerini hâlâ şaşkınlıkla hatırlarım. Koskoca bir derneğin şubelerine aynı saatlerde kilit vurulmuş, yurdu aydınlatmaya başlayan ışıklar, bir gece içinde söndürülmüştü.