Önce bir noktayı dikkatle ayırmak gerekiyor: Arınmış bir gönülle inanmak başka bir şey, bu inancını başkalarına da kabul ettirmeyi bir hayat tarzı olarak benimsemek başka. İlki vicdan hürriyetinin esası ve gereği, ikincisi ideolojik bir istikamete yönelme.
Bir dine mensup olmak, o dinin kurallarını yerine getirmek, yasakladıklarından kaçınmak herkesin hakkıdır. Bunu ayıplamak, kınamak, yasaklamaya kalkışmak kimsenin harcı olmamalıdır. Esasen, bu türlü davranışların geçerliliğinin bulunmadığını tarih göstermektedir. Bu görüşü, Müslüman, Hristiyan, Musevî veya Budist… İlh. ayırt etmeden ileri sürüyoruz. Biz, şahsen bu dinlerden herhangi birine veya hiçbirine mensup olmayabiliriz. İnancımız olabilir veya olmayabilir. Fakat, böyle bir durum, diğer dinlere mensup olanları aşağılamak gibi bir yetkiyi bize vermez. Çünkü, din Tanrı ile kul arasındadır ve tamamen ferdî bir keyfiyettir. Bu yönüyle de muhteremdir, dokunulmaması gerekir.
Meseleye bir de ters tarafından bakalım: Bir insan şu veya bu dine inanır, ibadetlerini yerine getirir, fakat bununla yetinmeyip kendi itikadını başkalarına da kabul ettirmeye, hele bu yolda zor kullanmaya kalkarsa bu davranış hoş görülemez. Dinin, ferdî hayatı düzenleyen emir ve yasaklarının dışında, toplum hayatını yönlendirici kurallarını, o toplumda yaşayan herkese kabul ettirmeye çalışmak isabetli olmamakta, gerginliklere, sonu gelmez tartışmalara veya kıyımlara yol açmaktadır. Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında yüzyıllarca süren savaşlar, Haçlı Seferleri, Avrupa’daki Katolik-Protestan mezhep çatışmaları, Batınîlerle Sünnîler arasındaki kanlı kavgalar, seri suikastlar hep böyle yanlış tutumlar sebebiyle görülmüştür.
Modern toplumlar, bu gibi gereksiz çekişmeleri önlemenin yolunu laiklikte bulmuşlardır. Laikl iğin ilk anlamı, inanç ve vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır. Yani herkes dilediği dine inanabilir, onun gereklerini -bir engelleme görmeden- yerine getirebilir. İkinci anlamı ise, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılması, birinin diğerine hükmeder bulunmamasıdır. Yani din devlet hayatına, siyasete yön verme iddiasında bulunmamalıdır. Siyaset de, dini kendi çıkarları uğrunda kullanmaktan kaçınmalıdır.
Buraya kadar olan görüşler üzerinde genel bir mutabakatın bulunduğu söylenebilir. Nice çekişmelerden, yorgunluklardan, anlaşmazlıklardan sonra ulaşılan bu noktanın gerek insan gerek toplum huzuru bakımından taşıdığı değer yüksektir.
Konuyu bizim toplumumuz açısından ele alırsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Gerek Türkiye’de gerek Türk dünyasında büyük ölçüde kabul gören din İslâmiyettir. Gagauz, Çuvaş, Altay Türkleri gibi birkaç küçük topluluğun Hristiyan veya Şamanist olması bu gerçeği fazla etkilemez, En az bin seneden beri de böyle olagelmiştir. Dikkate değer bir husustur ki, İslâmiyeti kabul eden Türk toplulukları milliyetlerini muhafaza ederken, diğer dinlere geçmiş olan (Bulgarlar, Macarlar, Avarlar, Tabgaçlar) Türklükten uzaklaşıp, İslavlaşmış veya Çinlileşmişlerdir. Bugünkü Macarlarda dahi, Türklere karşı, aynı soydan gelmenin verdiği sempatiye rastlayamayız. Demek ki, İslâmiyetin Türk milleti üzerinde diğer dinler gibi yıkıcı, yıpratıcı, tamamen değiştirici bir etkisi olmamıştır.
Türkler, bin sene içinde yaşadıkları İslâmdan elbette etkilenmişler, eski hayat tarzlarını ve alışkanlıklarını bir ölçüde değiştirmişlerdir. İbadetlerde, isim koymaktan evlenmeye, çalışma hayatından cenaze törenlerine kadar pek çok alanda bu değişiklik görülmektedir. İslâm-Türk ülkelerinde cami, mescit, türbe, sebil, şadırvan, kümbet, medrese gibi dinî – yarı dinî eserler yükselmiş ve bunlar ortak veya benzer mimarî özellikler göstermişlerdir. Sanatın çeşitli alanlarında, musikide, mimarîde, edebiyatta İslâmî tesirler asırlar boyu sürmüştür. Hattâ İslâmiyet bir dönemde devlet yönetimine hâkim bir unsur hâline gelmiştir. Bu gelişmeler arasında beğenmediğimiz, tenkid etme ihtiyacını duyduğumuz noktalar bulunabilir, fakat bunlar gerçeği değiştirmez. Tarih yaşanmış ve bitmiştir. İslâm, dindar olmayan pek çok Türk’ün günlük hayatında dahi etkisini göstermektedir. Bunun, şikâyet edilecek bir tarafı da yoktur.
Toplumumuzdaki tartışmalar, daha çok, dinin siyasîleşmesinden ve İslâmî kuralların toplum kuralı hâline getirilmesi, bu yolda da -şimdilik- mânevî bir zorlamanın mevcudiyetinden kaynaklanıyor. Böylece, İslâmiyet ideolojik bir niteliğe büründürülüyor. Öyle olunca da Müslümanlığından rahatsız olmayan fakat Türk olmaktan da gurur duyan bazı kimselerin nazarında din itibarını kaybediyor. Yani, dinî siyasete âlet etmek isteyenler, aslında bizzat dine saygısızlık ve haksızlık yapmış oluyorlar.
Tepki duyanların bir kısmı şu görüşü ileri sürüyorlar: Dinler karakteristik olarak beynelmilelcidir. Milliyetçilik veya Türkçülük ise beynelmilelciliğin karşısındadır. Şu hâlde, din (yani İslâmiyet) milliyetçilikle uyuşmaz, hattâ ona zıttır. Burada karıştırılan, sanırız İslâmiyet ile İslâmcılıktır. Hareket noktası, nazarî olarak dinle milliyetin uyuşmazlığı şeklinde belirlenirse, tatbikatın bunu geçersiz kıldığı pek çok misâl öne sürülebilir. Meselâ Yahudiler hem son derece milliyetçi hem de son derece dindardır. Diyelim ki, Musevîlik millî bir din hâlini almıştır. Miliyetçiliğin saldırgan rejim örnekleri olan Faşizm ve Nazizm dahi kiliseye saygılı davranmışlardır. Kiliseye ve camiye karşı cephe alan Sovyetler, bunu beynelmilelciliğe karşı oldukları için değil, dinsizliği yeni bir din hâline getirdikleri için yapmışlardır. Kendileri de beynelmilelci idiler.
“İslâmiyet beynelmilelcidir, Türkçülük ise millîcidir. Şu hâlde Türkçülükle Müslümanlık bağdaşmaz, Yani bir insan hem Türkçü hem Müslüman olamaz” gibi bir tezi doğru olarak kabul edip yola çıkarsak, bütün Türkçülerin dinsiz veya din karşıtı kimseler olması sonucuna varırız. Yani hem Tanrı’ya (Allah’a) inanmanın hem de meselâ bütün Türkleri bir bayrak altında birleşmiş hayâl etmenin mümkün olamayacağı gibi bir neticeyle karşılaşırız. Bunun yanlışlığı çok açıktır. Günümüzde pek çok Türkçü oruç tutmakta, fakir fukaraya yardım etmekte, namaz kılmakta veya hiçbir ibadeti yerine getiremese bile Allah’ın birliğine inanmaktadır. Kaldı ki, böyle bir inanca sahip olmasa dahi, milletinin benimsediği din olarak İslâmiyete saygı göstermek durumundadır. Din ve vicdan hürriyeti denilen kavram da bunu gerektirmektedir.
Bir kısım Müslüman ise, kendisini -halis Müslümanlık adına- âdeta milliyetsiz addetmektedir. Yahut dinini, aynı zamanda milliyeti olarak görmektedir. Bu, başka türlü bir aşırılığın ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Onlara göre Türkçülükle kâfirlik aynı şey demektir. Fakat, işin garibi şu ki, bu gibi kimselerde aşırı bir Arap hayranlığı gözlemlenmektedir. Yani, soyca Türk olduğu hâlde, din yoluyla başka bir soya kendini daha yakın hissetmektedir. Bunun taassuptan ileri geldiği aşikârdır. Türkçülüğün Müslüman olmaya engel teşkil ettiğini veya Müslümanlığın milliyetsizlik olması gerektiğini ileri süren “marjinal” gruplar, aslında kendi inançlarına da ters düşmektedirler. Çünkü bu farklı iki tutum, o görüşleri zayıflatmakta ve gözden düşürücü bir etki yapmakta birleşmektedir.