Ana Sayfa 1998-2012 Türkçülüğün Temel İlkeleri: Devlet Anlayışımız

Türkçülüğün Temel İlkeleri: Devlet Anlayışımız

Türklerdeki devlet geleneğinin esaslarından önceki yazılarımızda bahsetmiştik (Bkz. Orkun, Ocak 1999, 11. sayı ve Şubat 1999, 12. sayı). O yazılardaki bilgilerin ışığında, Türkçülerin günümüzdeki devlet anlayışının ana hatlarını da bu yazımızda ele alacağız.

Devletin Vatandaşa

Karşı Görevleri

Türk devlet geleneğinde, devletin, yönettiği topluluklara karşı olan görevleri kısaca şöyle özetlenebilir:

1. Bağımsızlığı ve güvenliği sağlamak; yani, halkın canını, malını, namusunu korumak, onların kendi bayrakları altında hür ve bağımsız yaşamalarını temin etmek,

2- Halkın karnını doyurmak, yani iktisadî refah ve istikrarı sağlamak,

3. Kanunların âdil olmasına dikkat etmek ve bunları adalete uygun şekilde uygulamak,

4. Türk soyundan olanları birleştirmek.

Aslında bu ilkeler evrenseldir ve bütün devletler için geçerlidir. Türkler de, bu evrensel değerlere, millî anlayışları çerçevesinde daima önem vermişlerdir. Günümüzde de değişen fazla bir şey yoktur. Tek farkla ki, devlet, artık, Türklerin tek bayrak altında birleşmelerini sağlayıcı uzun vâdeli politikalara sahip çıkmamaktadır. “Tek millet, tek devlet” ilkesi, şimdilik, sadece Türkçülük ülküsünün temel dinamiklerinden biri olarak gözükmektedir. Fakat, bir gün mutlaka devletimizin görevlerinden ve ana hedeflerinden biri hâline gelecektir. Zira, aklın, tarihî gelişimin ve millî çıkarlarımızın gereği budur. Almanya, doğu-batı ayrılığını ilk fırsatta ortadan kaldırarak bu sun’î bölünmeye son vermişse, bunu Pan-Germanizm saymak ve bu yolla Alman devletini suçlamak kimsenin hatırından bile geçmemektedir. Çin, Tayvan üzerindeki emellerinden vaz geçiyor mu? Fransa, Alsas-Loren’i Almanya’ya kaptırmamak için az mı kan dökmüştür? İsrail, avuç içi kadar toprağına, dünyanın her yerindeki Yahudileri toplamak için uğraşmıyor mu? Türk devletinin aynı yolu takip etmesinde yadırganacak ne var?

Vatandaşın Devlete

Karşı Görevleri

Vatandaşların devlete karşı görevleri de tarih boyunca fazla değişiklik göstermemiştir. Vatandaş, devlete itaat etmek; yani, kanunlara saygılı davranmak, devlet giderlerine katılmak; yani, vergisini vermek, bağımsızlığın korunması görevinde üstüne düşeni yapmak; yani, askerlik borcunu ödemek gibi vecibeleri yerine getirmek zorundadır.

Devletin vatandaşa, vatandaşın devlete karşı olan görevlerini belirten siyasî, sosyal ve kültürel bir sözleşme mevcuttur. Buna anayasa diyoruz. Anayasa düzeni güvenlik altında bulundukça ve aksamadan işledikçe, devletle vatandaş arasındaki âhenk ve dengeli iş birliği de sarsılmaz. Ancak, anayasa belli bir şahsın (diktatorya) veya bir grubun (oligarşi) lehine istismar edildiği zaman siyasî ve sosyal çatışma çıkar, karışıklık başgösterir.

Devlete Güven

Türk milleti, devleti daima büyük bir teminat saymış, ona saygı ve itaat göstermiş, devletin varlığını devam ettirmek için olmadık fedakârlıklara ka tlanmıştır. Millî Mücadele, bu fedakârlıkların olağanüstü destanıdır. O kadar ki, “devlet baba”, “devlet ana” deyimleri milletimiz arasında yüzyıllardan beri bütün canlılığıyla yaşamıştır.

Bu sevgi ve saygının temelinde, devlete beslenen güven duygusu bulunmaktadır. Haksızlığa uğrayanın hakkını devlet arar. Zora düşenin elinden devlet tutar. Vatandaşın sağlığını koruyan, çocuğunun eğitimini sağlayan, devlettir. Vatandaş -haklı olarak- devletten bunları bekler.

Açıkça söylemek gerekir ki, bu güven duygusu, günümüzde büyük ölçüde yıpranmış, zedelenmiştir. Neredeyse yok olmak üzeredir. Bunu, milletimiz için vahim bir tehlike olarak görmek gerekir.

Kanunlara saygılı olan vatandaş, aynı kanunların kendisini korumasını bir hak olarak görür. Bu görüş isabetlidir. Ancak, adalet mekanizması, haklı olana hakkını veremiyor veya geç veriyorsa, burada bir sakatlık var demektir. Unutulmamalı ki, geç gelen adalet, en büyük adaletsizliktir. Bugün, Türk mahkemeleri binlerce dosyanın altında ezilmekte, karar vermekte zorlanmaktadır. Toplum yapısına aykırı olarak yeniden düzenlenen usul kanunları, mağduru daha da mağdur edici hâle getirmektedir. Suçların cezasız kaldığı veya suç-ceza dengesinin âdil olmadığı kanaati halk arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu durumda, haksızlığa uğrayanlarda hakkını bizzat veya çeteler vasıtasıyla aramak yolu revaç bulmaktadır.

Kısacası, hukuk sisteminde çok önemli aksamalar vardır ve bunların giderilmesi yolunda ciddî niyetler görülmemektedir.

Vatandaş, sağlığından emin değildir. Devlet hastahanelerinde itilip kakılmakta, hor görülmekte, hakarete uğramakta, gereği gibi tedavi edilmemektedir. Böyle olunca, biraz imkânı olanlar özel sağlık kurumlarına yönelmekte, oralarda da çok kere istismar edilip ocağına incir dikilmektedir. Şimdiye kadar asla iyi yönetilmemiş olan sosyal güvenlik kurumları, ömür boyu prim ödemiş emeklilerin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. Memur, işçi, esnaf yarınına güvenle bakamamaktadır. Bütün bunlar, neticede, vatandaşın devlete olan güvenini sarsmakta, ondan ümidini kesmesine yol açmaktadır.

Vatandaş, devlet dairelerindeki işlerini haraç veya rüşvet ödemeden halledemez hâle gelmiştir. Normal işleyen devlet daireleri âdeta parmakla gösterilmekte ve hayret uyandırmaktadır.

Devlet bankaları, birtakım kimselere veya kuruluşlara açtıkları kredileri geri alamamaktadır. Kredileri alıp ödemeyenler zenginleşirken, açıklar “görev zararı” etiketi ile süslenerek hazineden, yani vatandaşın parasından karşılanmaktadır. Bazı özel bankaların içi boşaltılıp, hortumcuların yurt dışındaki hesaplarına aktarılmaktadır. Bu durumdaki bankaları devlet kendi bünyesine almakta, zararını da karşılamaktadır. Yani, zarar halkın ödediği vergilerle karşılanmaktadır. Böylece, vergisini dürüst ve düzenli şekilde ödeyenler cezalandırılmış olmaktadır. Maliye, kazanılmış hakları hiçe saymakta, geriye dönük vergi kanunları çıkarmakta, vatandaşın üç-beş kuruşluk tasarrufuna, evine, tarlasına, arabasına göz dikmektedir.

Bu durumda vatandaşın devlete güveni kalır mı?

İçinde bulunduğumuz ve gittikçe ağırlaştığını gördüğümüz güven bunalımı işte bunlardan ve bunun gibi yüzlerce sebepten kaynaklanıyor.

Güven bunalımının sebebi, devletin bizatihî kendisi değildir, onun adına icraat yapan beceriksiz ve başarısız siyasî iktidarlar, yani hükûmetlerdir. Ancak, onların eksik ve yanlış tutumlarının faturası, vatandaş tarafından devlete çıkarılmaktadır. Siyasî iktidarlar, devletin kontrolündeki iktisadî işletmelere kendi partililerini veya yandaşlarını ölçüsüz şekilde yerleştirme alışkanlığını bir türlü terk edememişlerdir. Bunun sonucunda, o işletmelerde lüzumsuz kadro şişkinliği meydana gelmiş, bu da onların zarar eden kuruluşlar hâline gelmelerine yol açmıştır. Sonra da aynı hamurdan yoğrulmuş benzer hükûmetler, bu işletmeleri elden çıkararak zarardan kurtulma yollarını aramaya başlamışlardır.

Oylarını, birilerine çıkar sağlayarak koruma veya artırma düşüncesi, iktidarların müptelâ olduğu kötü alışkanlıklardan biridir. Yönetimde daha uzun süre kalabilmek için, bu çeşit çıkar ilişkilerine girmek, aynı zamanda demokrasiyi de zaafa uğratmaktadır. Bu türlü zihniyet hastalıklarından sür’atle kurtulunması gerekmektedir.

“Devletçilik”

Bizde devletçilik, daha çok iktisadî mânâsı ile öne çıkmıştır. Tek parti döneminde önce parti prensipleri arasına, sonra anayasaya girmiş olan devletçilik, özel teşebbüsün yapamayacağı ölçüdeki işlerin ve yatırımların devlet tarafından gerçekleştirilmesi esasına dayanıyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde buna ihtiyaç da vardı. Art arda savaşlardan ve kurtuluş mücadelesinden yeni çıkmış olan Türkiye, yoksulluk ve perişanlık içindeydi. Sermaye birikimi yoktu, millî burjuvazi teşekkül etmemişti. İşletmelerin bir kısmı hâlâ Düyûn-u Umumiye döneminden miras kalmış ecnebi şirketlerin elindeydi. Bu durumda devletçilik tek çıkar yol olarak görünüyordu.

Ahlâk dünyamızdaki genel zafiyet, devletçilik politikasında kara delikler açılması gibi kötü bir gidişi de beraberinde getirmiştir. Devlet denetimindeki iktisadî kuruluşlar, kısa zamanda arpalıklar ve suistimal yuvaları hâline gelmiştir. Ayrıca, bunların ekonomik anlayışla değil, memur zihniyetiyle yönetilmeleri de verimli olmalarını engellemiştir. Zamanla devletçilik, dünya ekonomisinin genel gidişine ters düşmeye başlamış, sadece çok geri kalmış bazı ülkelerde ve Marksist rejimlerle yönetilen devletlerde işlerliğini devam ettirmiştir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile de, merkezî plânlamaya bağlı katı devletçi sistemler iflâs etmiştir.

Devletin et, süt, peynir, içki, sigara vb. üretmesi, pazarlaması ve bunları çok kere zararına yapması, onun aslî görevleri arasında bulunmamalıdır. Devletin çok daha önemli görevleri vardır. Faaliyetlerin bu şekilde dağılması, o aslî görevlerin yerine getirilmesinde de güçlüklere sebep olmaktadır.

Biz, devletçilik kavramına çok daha geniş mânâsında yaklaşıyoruz. Bizim nazarımızda devletçilik, kısaca “devlet taraftarlığı” demektir. Türkçüler, devleti kutsal sayan gelenekçi anlayışın savunucusudur. Çünkü, bilirler ki, devlet zayıfladığı ve zevale sürüklendiği zaman, millî varlığımız da heba olacaktır. Bu bakımdan, devlete yönelen hain saldırıların arkasındaki niyetlerin isabetle teşhis edilmesi ve bunlarla amansız şekilde mücadele edilmesi, millî bekamız için şarttır.

Devletin elindeki yer altı ve yer üstü servetlerinin, özellikle stratejik önem taşıyan madenlerin yabancılara peşkeş çekilmesi teşebbüslerine karşı da son derece dikkatli olunmalıdır. Yabancı büyük sermayenin, tröstlerin, kartellerin Türk tarımına ve madenciliğine iştahla el uzatmaları, bu yolda siyasî baskının uygulanması girişimleri uykumuzu kaçırmalıdır. Aynı hassasiyetin, devletin yürütme organı olan hükûmet tarafından da gösterilmesi beklenir.

Devletin küçülmesi, elini her şeyden çekmesi gibi yaklaşımları, millî çıkarlarımız açısından makbul saymak mümkün değildir. Devletin, lüzumsuz işlerden sıyrılması onun küçülmesi değil, yoğunlaşması ve böylece güçlenmesi anlamına gelmelidir.

Devlet Anlayışımız

Devlet konusundaki temel yaklaşımımızı şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Devlet, millî bağımsızlığın teminatıdır, ilelebet yaşatılması esastır.

2. Devlet, sağlam temeller üzerinde yükselmeli, bunun için yeniden yapılanmalıdır.

3. Yurt içinden ve yurt dışından devletin bölünmezliğine yönelen tehditlere karşı gayet dikkatli ve tedbirli olunmalıdır.

4. Devletin aslî görev alanları savunma, güvenlik, adalet, maliye, dış politika ve bayındırlıktır. Eğitim, kültür, ulaştırma ve ekonomi alanlarında ise paylaşımcı ve sınırlı bir faaliyet göstermelidir. Ancak, devletin bu alanlarda düzenleyici ve -son derece ciddî- denetleyici bir role sahip olması gerekir.

5. Devlet, kendi varlığını korumak ve sürdürmek için her türlü kanunî tedbiri almak zorundadır. Devlete karşı yöneltilen bütün faaliyetlerin ve saldırıların kesinlikle önlenmesi gerekmektedir.

6. Vatandaşın karşısında devlet temsilcisi olarak görünen bürokrasi sür’atle ıslah edilmeli, standardı ve seviyesi yükseltilmeli, millî serveti pervasızca israf eden konumdan kurtarılmalıdır.

7. Devlet, lekesiz, şaibesiz, ihtirassız, dürüst, faziletli, çalışkan ve becerikli kadrolara teslim edilmelidir. Türk kültürüne, anlayışına, millî çıkarlara ve hedeflere aykırı eğilimlerdeki kimseler, devlet görevlerinde istihdam edilmemelidir.

Yukarda saydıklarımız gerçekleştiği takdirde devlete güven duygusu yeniden sağlam hâle gelebilir. Bu, uzun bir süre alacaktır. Ama unutulmamalı ki, güven duygusunun kaybı da kısa zamanda ortaya çıkmamıştır. Sonuca ulaşmak için, ilk adımların mutlak kararlılıkla ve en kısa zamanda atılması gerekiyor.

 

Orkun'dan Seçmeler

Unutmamalıyız

Ahmet Karaca