Ana Sayfa 1998-2012 Türk Ülküsü-Türk Kimliği

Türk Ülküsü-Türk Kimliği

Türklüğün yazılı tarihinden bu yana atalarımızca, bağımsızlık, egemenlik ve adalet çizgisinde yönetilen Türk milleti ve bağlı topluluklar, bundan rahatsız olan düşmanlarımız ve onların içteki destekçilerinden fırsat bulduğu sürelerde yönetimi altındaki insanlara refah, mutluluk, güvence ve huzurlu bir hayat sağlamıştır. Ne var ki, toplumları yönetmedeki özel yetenek ve büyük devletler kurmadaki başarımız çoğu kez karşımızdaki güçlerce bir tehdit olarak algılanmış ve süreç içerisinde, maalesef içerimizdeki, Türklük duygusu zayıflayan, bu zayıflamanın hedeflerinin kanlarındaki değişime bağlanması gereken yöneticiler, bilinçli veya bilinçsiz şekilde Türklüğün bu kutsal görevini yerine getir(e)memişlerdir. Bu süreç içinde Türklüğün varlığı kimi zaman tehlikeye de girmiş ve ancak, yine de her seferinde, son keresinde Gazi Mustafa Kemal örneğinde olduğu üzere kurtarıcılar çıkagelmiştir. Tarih ve millet şuuruna haiz olan biz Türkler, en zor koşullarda olsak bile, en güçlü ülkelerin hepsi birden bir tehdit olarak üzerimize çullansa bile bunun üstesinden gelecek devlet adamlarını çıkarabilecek bir manevi mirasa sahibiz. Bu miras genetiktir. Türkler hiçbir zaman köle olmamıştır ve asla olmayacaktır. Kendini köle durumuna düşürmek isteyenlere de her zaman şamar vuracaktır.

Ancak Türk milletinin sahip olduğu bağımsızlık, yönetmek ve kurtarıcı olma hasletleri bugün maalesef içeriden, sol ve sağ beynelmilelciler ve mandacı-sözde-aydınlar tarafından tehdit edilmektedir.

Atatürk’ün büyük bir şahlanışla kazandığı ve gelecek kuşaklara emanet ettiği cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı hala “koruma” aşamasındayız. Bu korumayı somut olarak yabancı emellerine karşı koyarak gerçekleştirirken, ayrıca bu sağ ve sol beynelmilelcilerden, yani Türklüğü bir kenara iterek “ümmet” ve “İkinci Cumhuriyet” söylemleriyle ortaya çıkan, çoğunluğu da mandacı aydın veya kendini aydın zannedenlerle de uğraşmak durumundayız. Bugünkü görünüm, ihmal edilmeyecek kadar önemli noktaya gelmiş tehditlere karşı ülkesini seven bütün vatanseverlerce alabildiğine uğraşılması gereğini ortaya koyuyor. Hâlbuki asırlardır büyük imparatorluklar kurmuş olan Türk Milleti’nin artık, şu anda bulunduğu bağımsızlığını koruma aşamasından çoktan çıkmış, ikinci aşamayı, yani Türk Birliği’ni tesis etmiş olması gerekiyordu. Daha açık bir ifade ile bütün dünyadaki tüm Türklerin, yabancı egemenliği altından kurtarılıp tek bir bayrak altında toplanması sağlanmalıydı. Veya şu anda, 1990’ dan sonra bu şansı yakalamış olan Türk Devletleri’nin, en azından bir ekonomik birlik hâline getirilmesi sağlanmalıydı. Bunu sağlamanın yollarının siyasî ve askerî faaliyetler ve uğraşlarla olacağı açıktır. Türklük düşmanı, Türklüğü tehdit ve rakip olarak gören Batılı emperyalist ülkelerin veya ümmetçi çizgideki İslam ülkelerinin içerideki yandaşlarının Türklüğün ufkunun genişlemesini engelledikleri açıktır. Halbuki büyük devlet konumuna gelmiş Türk yönetimleri çevresindeki, yönetilmek üzere yaratılmış milletlere tarih boyunca hep insanca, istikrarlı ve âdil bir yaşam sağlamıştır. Çünkü Türklüğün en büyük özelliği disiplinli, âdil yönetim uygulayıcı, hoşgörülü, asker bir millet olmasıdır.

Bugünlerde 70 milyonun üzerine çıkmış Anadolu Türklüğü’nün, 300 milyonluk bir Türk Dünyası’na yol gösterici, birleştirici bir çimento ol(a)maması için, içimizdeki hayalci Batı muhibî, Arap muhibî, AB yanlısı, ABD ve Siyonist yanlılarının maddî, manevî, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde gösterdikleri çabalar Türklüğü zayıflatmak içindir. Günümüzde söz konusu çabalar/oyunlar adı geçen “hainler” tarafından Türkiye’de bir Kürt milliyetçiliği yaratmak şeklinde hayata geçirilmektedir. Böylece, Türkçülük de bu konuda ciddî bir refleks ile yanıt verme konumuna getirilmiştir. Başka bir deyişle milletin sabrı zorlanmaktadır.

Kökünü Türk Milletinin tarih şuurundan, Türklük ülküsünden, tarihsel mirasından ve bağımsızlık hasletlerinden alan Türkçülük, bugüne kadar kendini, içindeki % 6 kadarlık bir kesim rahatsız olabilecek, gücenecek diye sınırlamış ise de, bundan sonra bu sınırlama durumunda olmayabilecektir ve olmamalıdır da. Böyle bir sınırlama olgusu bizi bu % 6’nın manevî zorbalığı altına sokar. Esasen bizim başarılarımızın, Türklüğün parlak geleceğinin önüne set çekilmesini arzulayanların da amacı budur.

Artık, üzerimizde son günlerde, özellikle Güneydoğu’da, Şemdinli’de oynananlara ve diğer oyunlara karşı kesin tavır koyma ve mütevazı, sessiz, savunma psikolojisi arz eden durumdan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Artık, barış ve dostluk türküleriyle uyutulup afyonlanmaktan kurtulmalıyız. Komşularımız Yunanistan ve Ermenistan, çocuklarına anaokullarından itibaren Türk düşmanlığını aşılarken, bütün komşularımızın topraklarımızda gözü varken, AB ve ABD’nin geleceğe dönük projeleri bize Sevr sınırlarını bile çok görürken, hâlâ savunma psikolojisinde bulunmak akılsızlıktır.

Bizler, siyasîlerin kişisel veya ideolojik çıkarları uğruna Türk Milleti’nin birliğine kast edebilecek davranışlarına ve bizleri pasifize etmelerine ses çıkarmazsak, tarihî mirasımıza yüz çevirirsek, Türklük Ülküsü’nün emrettiği yoldan dönersek, bu kadar şeceresi belli olmayan hainin bulunduğu ortamda yok olmamız bile söz konusu olabilecektir.

Hâl böyleyken son günlerde karşımıza çıkarılmış olan ve millî bütünlüğümüzü tehdit eder boyutlara getirilmek istenen “kimlik” söylemi konusu da bu vesileyle üzerinde önemle durulması gereken bir husus.

Tarih boyunca Türk devletleri ile sürekli uğraşan Rusların bir generali diyor ki, ‘”Bir milleti en kolay yıkmanın yolu tarihini çökertmektir. Bunu, değişik parçaların bir araya gelmesiyle oluşan mozaik hâline getirirseniz dağılması da kolay olur”. Eski Sovyet casusluk örgütü KGB tarafından vaktiyle mozaik toplum söylemi de bu şekilde bir yaklaşımla, Türkiye üzerinde oynanacak oyunun bir parçası olarak kullanılmıştır. Şimdi de emperyalist Batı tarafından ulusları parçalamak için yaratılmış yeni ve benzeri bir stratejinin parçası olduğuna inandığımız ve bu çerçevede özellikle Türklüğün bütünlüğüne zarar vermeyi amaçlayan bu tür söylemlere şiddetle karşı çıkmak, atalarımızın dökülen kanları pahasına bize miras olarak intikal eden vatanımızın bütünlüğünün bir gereğidir.

Bu bağlamda özellikle hatırlanması gereken husus da, Türklüğün Anadolu’ya adım atmasından sonra, çoğu üzerimize yönelmiş olan sekiz Haçlı seferinin gerçekleşmiş olmasıdır. Atalarımız bunları her seferinde def etmeyi başarmış ve üzerimize gelenleri Avrupa’nın içlerine kadar gerisin geriye kovalamıştı. Sonradan yüce Türk milleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra maruz kaldığımız 9. Haçlı seferini de büyük Atatürk’ün önderliğinde püskürttü. Ne var ki bugün geçmişteki yöneticilerimizin de gafletleri nedeniyle ülkemiz âdeta bir çeşit 10. Haçlı seferiyle üzerimizde emelleri olanlarca kuşatılmış durumda.

Geçmişte Türklüğü Anadolu’dan çıkarma amaçlarına ulaşamayan yabancı güçler bugün çeşitli vasıtalarla bizi Sevr sınırlarına geri getirmek ve Anadolu’dan tamamen çıkartmak istiyorlar. Bunu sağlamak için de içerdeki işbirlikçilerle, mandacı aydınlarla beraber yoğun bir şekilde çalışıyorlar. Özellikle AB’yi ve AB kriterlerini bahane ederek her konuda üzerimize gelirken, strateji olarak her seferinde karşımıza yeni talep ve konularla çıkıyorlar. Bu kâh sözde Ermeni soykırımı ve kâh ekümenlik, Heybeliada, Ege konuları oluyor.

Bu yabancı güçler hiç şüphe edilmesin ki yarın da başka konularla, millî bütünlüğümüze kast eder şekilde karşımıza dikilecekler. Bu bağlamda işte son ve çok can sıkıcı bir şekilde sahneye konan ve cumhuriyetimizin temellerini hedefleyen yeni bir senaryo da, “Türk kimliğinin” dile getirilmesi ve sözde mozaik bir toplum zorlamasıyla ulusal birliğimiz ve üniter bütünlüğümüzün tehdit edilmesi olarak ortaya çıkmakta. Bununla bağlantılı olarak, yeni dünya düzeni tartışmaları ve bunun mucitlerinin yanı sıra Sevr emelleri ile yanıp tutuşan tarihî düşmanlarımızın da özel gayretleriyle, Türkiye maalesef akıl almaz bir şekilde etnik tartışmaya sürüklenmek istenmektedir.

Hâlbuki Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ve sonrasında yüce Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemi doğrultusunda ülkemizdeki bütün etnik yapı ve kültürler, beraberce yaşayabiliyor ve barışın gölgesinde çağdaş uygarlık yolunun nimetlerinden faydalanıyorlardı. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin dağılması, ortak düşman olan komünizm tehlikesinin ortadan kalkması, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bugün Türkiye’nin de içinde/hatta merkezinde bulunduğu bölgede etnik ve dinsel çatışmalar belli güç odaklarınca, Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi kışkırtılmaya başlanmıştır.

Coğrafî konumu nedeniyle içinde değişik kökenlilerin de bulunduğu bir nüfus yapısına sahip olan ülkemizin, yeni dönemin güç odaklarınca oluşturulmaya çalışılan yeni düzenden olumsuz etkilenmesi için, bu süreçte özel gayretler gösterilmekte ve kardeşçe yaşayan insanlarımız bu yabancı güç odaklarınca, Birinci Dünya Savaşı sonunda kışkırtılan Ermeniler ile aynı taktik ve desteklerle devletimize karşı gelmeye itilmektedir. Maalesef belli bir zamandır sistemli bir şekilde yürütülen alt kimlik-üst kimlik tartışmalarıyla da Türkiye’nin etnik yapısı kurcalanmakta ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, toprağı ve milletiyle bir arada tutan değer olan “ulusal birlik ve bütünlük” sarsılmak istenmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. Maddesi, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” der. Ancak bugünlerde nedense, Amerika Birleşik Devletleri’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar kendilerini “Amerikalı”, Almanya Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar kendilerini “Alman” olarak tanımlarken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanların “Türk” diye tanımlanması bir şekilde rahatsızlık verir olmuştur. Ve maalesef bugünlerde, kimlik tartışmalarıyla birlikte anayasa değişikliği de tartışılır olmuş ve hatta artık kimi etnik gruplara anayasal vatandaşlık tanınması talepleri üniter bütünlüğümüze kast edenlerce dile getirilmektedir.

Etnik kimlik söylemi, emperyalist Batı’nın ulusları parçalamak için kullandığı sistemin devamı şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunun altında, önce kimlik söylemiyle millî yapıyı zedelemek, sonra anayasal vatandaşlık tanımları geliştirmek, bu arada yerel yönetimleri güçlendirmek ve böylece federatif devlet yapısına geçişi kolaylaştırmak, nihayetinde de etnik kimliklerin yoğunlaştığı bölgelerde küçük devletçikler yaratmak hedefi bulunuyor.

Aynı oyun Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında denenmiş ve büyük ölçüde başarıya ulaşmış, ancak yine de geriye Türkiye Cumhuriyeti gibi devasa bir devlet kalmıştı. Şimdi de aynı emperyalist güçler şartların yeniden oluştuğu inancıyla oyuna kaldıkları yerden devam etmeye giriştiler. Türkiye bir yandan Avrupa Birliği, IMF gibi uluslararası kurum ve kuruluşlar ile üstten sıkıştırılırken bir yandan da ülke içerisindeki menfaatçi-işbirlikçilerin katkısıyla etnik ve dinî kimlikler yoluyla aşağıdan sıkıştırılmaktadır. Nitekim yıllardır sözü edilen “küreselleşme” yani, “yeni dünya düzeni” de ulus devletleri ortadan kaldırmak için bu yöntemi benimsiyor.

İşte üzerimize kara bulutlar gibi çökmek isteyen yabancı güçlere ve onların işbirlikçileri beynelmilel sağ, sol, ikinci cumhuriyetçi, ümmetçi ve özellikle “maydınlara” yani mandacı aydınlara hatırlatılması gereken husus, ülkemizin, yüce Atatürk’ün de ifadesiyle “Türkeli” olduğudur. Bunun dışındaki diğer bütün söylemler, yakıştırma ve iddialar gerici ve bölücü bir yolun işaretidir. Bu söylemlerin sonu ülkemizde federatif bir yapıya yol açıcı ve milletimizin bekasını, ulusal bütünlüğümüzü tehdit edici unsurlardır. Bu söylemler, Atatürk milliyetçiliğinin tek dil, tek millet anlayışına karşıdır. Bu tür söylemler yüce Atatürk’ün bizlere emanet etmiş olduğu ve tek bir ulus bilinci amaçlayan mirasa da ihanettir.

Ayrıca ve yine bu bağlamda özellikle değinilmesi gereken bir nokta da, Türklüğü kabul edemeyip, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğimizdir” demenin kişisel bir çelişki göstergesi olduğudur. Yine, “Ne Mutlu Türküm Diyene” demek yerine “Ne mutlu Müslüman’ım diyene” demek de ve birbirlerini tamamlayan bu önemli kutsal iki unsuru, siyasî amaçlarına uygun bir şekilde ve milletimizin kutsal duygularını sömürmeyi amaçlayarak, birbirine karşıymış veya alternatifmiş gibi göstermek de kabul edilemez ve maksatlı bir yoldur. Çünkü Türk milletinin bir kimlik sorunu yoktur. Türk milletinin dini de kökeni de birbirlerini tamamlayan ayrılmaz kutsal iki unsurdur. Türk milleti laik anlayış çerçevesinde dinini de en az, Müslüman olduğunu iddia eden ve halkını ideolojik anlamda böyle kontrol altına almış olan ülkelerin vatandaşları kadar yaşayabilen bir toplum olmanın huzuruyla yaşamaktadır. Ucuz oy peşinde koşan politikacıların toplumu bu yönde de zaafiyete uğratma çabaları, eğitim düzeyimiz arttıkça başarısız kalacaktır. Bu nedenle çağdaş eğitime karşı giderek artan düşmanlık da üzerinde durulması gereken bir husustur.

Ancak gözüken odur ki, AB ve Soros örneği yabancı güçlerin özellikle yerel yönetimlere otonomi verilmesi yolundaki telkin ve baskıları ve yine yabancıların, Mustafa Kemal’in önderliğinde emperyalistleri ülkemizden kovan kahraman ordumuzu pasifize etme çabaları bu tür kimlik söylentileri ile ilişkilendirildiğinde Sevr ve mütareke günlerinin 21. Yüzyılda Türk milleti için yeniden geri getirilmesinin çabaları olarak gözükmektedir. Yine 20. yüzyıl başlarında birçok doğu ülkesini emperyalist çıkarları uğruna kontrolü altına almış olan Batı ülkeleri Türkler ile başa çıkamadıklarından dolayı, Lozan’dan bu yana içlerine sindiremedikleri düşmanlığı ve kuyruk acısını bize çeşitli kimlikleri enjekte etme çabası çerçevesinde suni kimlikler yaratarak, 9. Haçlı Seferi olarak düşündüğümüz Kurtuluş Savaşımız’dan sonra 10. bir Haçlı Seferi ihtirasıyla Türk milletini Anadolu’dan çıkarmak için her çareye başvurmaktadırlar.

Ne var ki yabancı güçlerce özellikle bilinmesi, göz önüne alınması gereken bir gerçek de, büyük Türkçü ve düşünür Nihal Atsız’ın işaret etmiş olduğu üzere, Türk milletinin, Türk kökeninden gelenlerle, Türk kökeninden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen yüce bir topluluk olduğu hususudur. Türk milleti, şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka bir ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir.

Birtakım kişilerin kişisel veya ideolojik çıkarları uğruna Türklük ülküsünü pasifize etmelerine, ulusal yapımız ve üniter bütünlüğümüze kast etmelerine karşı tavır almaz ve ses çıkarmazsak Türk milletine ve Atatürk’ün bize emanet ettiği cumhuriyete ihanet etmiş olur ve şeceresi belli olmayan bir sürü hainin bulunduğu ortamda Türk milleti olarak karanlık günlere adım atarız.

 

Orkun'dan Seçmeler