Üç bin yıllık Türk tarihinin devrelere ayrılması, tarihçilerimizi hayli meşgul eden bir hâdisedir. Tabiî ki, bu ayırım, tarihî olayların daha sistemli incelenebilmesi için yapılan bir tasniften ibarettir. Yoksa, akıp giden zaman içinde, tarihi, kesin hatlarla birbirinden ayrılmış çok farklı dönemler hâlinde düşünmek yanlış olur.
Batı dünyasında tarih -bizde de öğretilen şekliyle- ilk, orta, yeni ve yakın çağlar olarak tasnif edilmektedir. Bu sınıflandırma, Avrupa’nın kendi tarihî seyrine göre, tutarlı olabilir. Ama, aynı şablonu bizim tarihimize uygulamaya kalkışınca, hatalı birtakım neticelere vardığımız görülüyor.
Sormak lâzım: orta çağımız, niye M.S. 395’te başlasın? Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölündüğü tarihle, bizim o dönemdeki millî hayatımızın ilgisi ne?
Bunun gibi, tarihçilerimizi meşgul eden bir başka mesele de, mâceralı ve dağdağalı mazimiz boyunca kurduğumuz devletlerin sayısı. Bazı tarihçiler Doğu’da ve Batı’da iki Türk devletinin sürüp gittiğini, buna bir de Cumhuriyet döneminin eklenebiliceğini ileri sürüyorlar. Böylece, çok devlet kurmuş sayılamıyacağımızı iddia ediyorlar. Onlara göre, çok devlet kurmuş olmanın iftihar edilecek bir yanı yoktur. Çünkü, böyle bir gelişme, çok sayıda devleti de sürdüremediğimiz mânasına gelecektir.
Bir kısım tarihçiler ise, devlet olmanın şartlarını (İstiklâl, belli bir toprak, hutbe, sikke basımı, bayrak vb. gibi) tespit ediyor ve bu özellikleri taşıyan teşkilâtlı toplulukları “devlet” olarak vasıflandırıyor. O takdirde, tarih boyunca, çeşitli zamanlarda ve çeşitli bölgelerde, 70’ten, hattâ 110’dan fazla devlet kurduğumuz ortaya çıkmaktadır.
Bir de 16 Türk Devleti meselesi var. Âdeta resmîleşmiş görünen bu tespit, her iki telâkkinin orta yerinde kalmakta, fakat hangi temel anlayışa dayandığı pek kestirilememektedir.
Neden böyle oluyor? Tarihimizin devreleri ve millî devletlerimizin sayısı üzerinde dahi anlaşamazsak, daha az önemli diğer meselelerde fikir birliğine nasıl varabiliriz?
Dikkat edilirse, anlaşmazlık konusunun temelinde, tarihin “devletler” mihveri etrafında incelenmesi temâyülü bulunmaktadır. Gerçekten, bizim tarihimiz, Büyük Hun Devleti’nden başlayıp Cumhuriyet döneminde bitirilmekte, bütün tarihî hâdiseler, ortaya çıkan veya kaybolan devletler, ve hânedanlar esas alınarak nakledilmektedir. O dönemin sanat, kültür, ticaret, sanayi, edebiyat, ilim vb. gibi gelişmeleri ise -ister istemez- devlete ve onun hayatına bağlı kalınarak parça parça verilmektedir.
Hâlbuki, meseleye bir başka açıdan bakılması da pekâlâ mümkündür.
Devletler, teb’a, yani millet veya halk olmadan “devlet” olabilir mi? Bir siyasî teşekkülü, milletsiz düşünmek mümkün mü?
Demek ki, tarihin bel kemiği, aslında millet’tir. Tarih de, o milletin başından geçenleri yazılı olarak tespitten ibarettir. Devletler ise, milletlerin değişik zaman dilimlerinde kurdukları siyasî teşkilâtlardır. Bazı milletler, bazı dönemlerde istiklâllerini kaybetmiş, bir zaman sonra yine kazanmışlardır. Böyle fâsıla sırasında, bu milletler yok olmuş değildir. Ama, devlet esasına göre yapılan değerlendirmeler, bu fâsılalar sebebiyle eksiklik arzetmektedir.
Milletleri meydana getiren en kuvvetli âmil ise “kültür”dür. Millet, kültürü ile var olur, onunla yaşar ve gelişir. Kültürünü kaybettiği zamanada, artık millet olmaktan çıkar. (Meselâ, Tuna Bulgarları, soy itibariyle Türk oldukları hâlde, dillerinin, yaşayış tarzlarının değişmesiyle Slavlaşmış din değişikliği ile Hristiyan olmuş, böylece Türklük dairesinden çıkmışlardır.) Denilebilir ki, millî tarih, siyaseti de içine alan, kültür tarihidir.
Devletler kurulabilir veya kaybedilebilir. Nitekim, tarihimiz boyunca bunun çeşitli örnekleri görülmüştür. Buna rağmen, milletimiz, varlığını sürdüregelmiştir. Tabiî ki, ideal olan, bağımsız bir siyasî kuruluş çerçevesinde yaşanmasıdır. Ama, böyle olmadığı zaman millî tarihin kesintiye uğradığını kabul etmek pek isabetli görünmüyor.
Şu hâlde, yapılması gereken nedir?
Hem devlet sayıları üzerindeki tartışmaları sona erdirmek, hem de daha sağlam bir temele dayanmak gibi önemli faydaları sağlamak üzere, tarihimizi, “millet-kültür” esasına göre değerlendirmek isabetli olacaktır. Çünkü, değişmeyen, kaybolmayan, hayatiyet ve dinamizim gösteren aslî unsur “kültür”dür.
Bugünkü Cumhuriyet Türkiyesi’nin, Büyük Hun Devleti ile, Avrupa (Batı) Hunları ile, Uygur Devleti ile büyük benzerlikleri bulunmayabilir. Ama, kültür beraberliği ve birliği inkâr edilemez. Hun ordusundaki birimler (onbaşı yüzbaşı, binbaşı, tümen vb. gibi) aynıdır. Bu aynîlik, aile, ahlâk tekâkkisi, vatan sevgisi, fedakârlık, disiplin vb. gibi çeşitli kültür unsurlarında da görülebilir. İslâm medeniyeti çerçevesine girmemiz, kültür hazinemizi nasıl genişletmiş, fakat temel unsurların muhafazasını nasıl engellememişse, Batı medeniyeti dairesine girişimiz de aslî kültür unsurlarında büyük değişiklikler meydana getiremiyeceğe benzemektedir.
Aynı kültür temeline dayalı değişik siyasî teşekküllerin (devletlerin) var olduğu zamanlarda, pek çok âlim, sanatkâr, mutasavvıf şu veya bu Türk devletinin tâbiiyetinde bulunmaktan veya tâbiiyet değiştirmekten hiç rahatsızlık duymamışlardır. Safevî, Osmanlı, Akkoyunlu, Karakoyunlu dönemlerinde bunun sayısız örnekleri görülür. Doğu-Batı Kök-Türk Hâkanlıkları zamanında da saf değiştirmeler, aynı mânevi atmosfer içinde cereyan ettiğinden tedirginlik uyandırmayabiliyordu. Buna karşılık Cem Sultan’ın talihsiz misafirlik yılları, tamamiyle yabancısı olduğu bir muhitte geçtiğinden onu bedbaht ve harap etmiştir.
Kültür esasına dayalı millî hayat, bütün bir tarih hâlinde yazılırken, şüphesiz devlet gerçeğine göz kapatılmayacaktır. Bu da, milletin belli dönemlerdeki teşkilâtlanması olarak önemle ele alınacaktır.
Böyle bir sistem, sanırız, kurduğumuz devletlerin sayısı üzerindeki tartışmanın önemini azaltacak: bize, tarihimizi yeni bir tasnife tâbi tutma imkânını da verecektir.