Gelişmelerin hızlı ve büyük olduğu bir çağda yaşıyoruz. Teknolojinin gelişmesi ve “bilgi”nin geniş kitlelere yayılması sonucu ortaya çıkan küreselleşme ve bu gelişmeye ayak uydurmaya çalışan ülkeler yarış haline girmişlerdir. Diğer ülkelerle birlikte bağımsızlığını yeni kazanan devletler de dünya ile entegre olma çabası içindedirler. 1989 yılından itibaren dünyada meydana gelen hızlı gelişmeler uluslararası sistem ve dengelerde köklü değişikliklere yol açmıştır. Bu değişmelerin kimi ekolojik ve teknolojik, kimi de ekonomik ve politik nitelik taşıyan gelişmeler olarak ortaya çıkmıştır. İki bloklu bir yapıya dayanan dünya düzeninin yıkılmasıyla, ekonomik ve politik nitelik taşıyan yeni dünya düzeninin oluşumu gündeme gelmiştir.
1990’lı yıllarda dünyada görülen ekonomik ve politik değişim içerisinde en önemlisi Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması hareketi olmuştur. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bölgede yeni bir süreç yaşanmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği dünyada geniş bir coğrafî alanı kapsayan ve içerisinde pek çok topluluğu bir arada barındıran bir devlet olması nedeniyle burada oluşan değişimler tüm dünyayı yakından etkilemiştir.
Sovyetler Birliği’nde Gorbachev’in “açıklık” ve “yeniden yapılanma” politikalarıyla başlayan yeni dönem, bütün dünyada ideolojilerin değişmesine, duvarların yıkılmasına, demokratikleşme ve etnik milliyetçilik hareketlerinin yoğunlaşmasına, iktisadî üretim biçimlerinin ve mülkiyet anlayışlarının, piyasa mekanizması kurallarına doğru kaymasına yol açmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bölgede yaşanmaya başlayan yeni süreçte diğer ülkelerle birlikte halkı etnik olarak Türk olan beş Türk Cumhuriyeti de bağımsızlığına kavuşmuştur.
Yeni Cumhuriyetler millî devlet olma sürecine girmişlerdir, millîleşme politikalarını uygulamaya ve yönetim yapılarını kurmaya başlamışlardır.
Geçmişte Sovyetler Birliği içinde yer almış olan bu ülkeler Sovyet rejiminin çöküşü sırasında önce egemenliklerini, sonra da bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Bağımsız devlet statüsünün kazanılması ile birlikte bir yandan ekonominin yeniden yapılanması “merkezi planlı ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş” diğer yandan da “hukukun üstünlüğü” ve “demokratik ilkeler”e dayalı yeni bir devlet kurulmasına yönelik gelişmeler aynı zamanda gündeme gelmiştir. Bu açıdan Azerbaycan’ın da içinde bulunduğu bu ülkeler “geçiş süreci” içinde bulunmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde yeni arayışlar içerisine girmiştir. Bu yeni sistem arayışları içerisinde Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin benimsemiş olduğu sistem, siyasal yönden “anayasal ve demokratik”, ekonomik yönden de “piyasa ekonomisi” sistemi olarak belirtilmektedir. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türk Cumhuriyetlerinde de totaliter rejimden, demokratik düzene, federatif devlet yapısından, bağımsız ulusal devlete, devletçi merkezî ekonomik düzenden, piyasa ekonomisine geçiş sürecinde birçok sorunu beraber yaşanmaktadır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri yaklaşık 15 yıldan beri bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Bu 15 yıllık süre içerisinde birçok siyasal olaylar ve gelişmeler yaşamıştır.
Türkiye ile tarihî, kültürel ve siyasal bağları bulunan ve Türkiye açısından bir potansiyel oluşturan Türk Cumhuriyetleri, millî devlet oluşumu sürecinde yaşadıkları siyasal, yönetsel ve ekonomik gelişmeleri ve sorunları açısından önem taşımaktadırlar.
Türkiye açısından bir potansiyel oluşturan husus, Türk Cumhuriyetlerine ilişkin güncel araştırma, inceleme ve yayınların son yıllarda artmış olmasına rağmen yeterli düzeye ulaşamamış olmasıdır.
Kafkasya’nın Etnik Yapısı ve Etnik Çatışma
Son imparatorluk olan SSCB’nin hukuken 21 Aralık 1991’de ortadan kalkmış olmasına rağmen, arkasında bıraktığı coğrafi ve siyasî miras ile bölgesindeki riskler ve tehditler hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bölgesel ve uluslararası alandaki genel belirsizliğin de hâkim olduğu eski SSCB coğrafyasındaki gelişmeler karşısında, bir umut olarak görülen Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’nun yapısal sorunlar nedeniyle bölgede istikrar ve güven ortamını oluşturmadığı, hatta oluşturamayacağı ortaya çıkmıştır (Avşar, 1 997:1879).
Kafkasya ya da Kafkaslar, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında uzanan, uzunluğu 1.100 kilometreyi bulan, genişliği 110-160 kilometre arasında değişen yüksek sıradağların genel adıdır. Karadeniz kıyısındaki Novorossisk çevresinden Hazar denizi kıyısındaki Apşeron Yarımadası’na kadar uzanan Kafkas Dağlarının en yüksek zirvesi Karaçay-Balkar bölgesinin tam ortasında yükselen 5.642 metre yüksekliğindeki Elbruz Dağı (Mingi Tav)’dır (Tavkul, 1997:1895).
Tarihî ve mitolojik zenginlikleri ile tanınmış olan Kafkasya, gerçek bir “Diller Ülkesi”dir. Bölgede konuşulan dillerin bir kısmı Semitik, İndo-Germen, Fin-ugur, Altaik veya Türk dil gruplarına girmektedir. Bununla beraber Gürcüce ve buna bağlı lehçeler ile değişik şiveleri bulunan Türkçe en yaygın dillerdir. Bunlardan sonra İndo-Germen dil grubuna mensup olan Ermenice ve Osetçe gelmekteyse de konuşma ve yazı dili olarak Rusça yaygındır (Avşar, 1997:1875).
Kafkasya, fizikî coğrafya bakımından bütünlük göstermesine karşılık, tarihî gelişmeler neticesinde, beşerî coğrafya bakımından bir mozaik özelliği taşımaktadır.
Kafkas ve Kafkasya adı ilk defa eski Yunan yazarlarından Aiskhylos’un M.Ö. 490 yılında yazdığı “Zincire Vurulmuş Zevk ve Eğlence” adlı eserinde anılan “Kavkasos Dağı” deyiminde görülür. Karadeniz ile Kuba Irmağı arasında kalan sıradağların kuzey batısındaki yerli ahalinin yani bugünkü Adigelerin millî adı olarak “Kafkas” deyimi, eski Yunanca yazılı yerli efsanelerden M.S. 430’da Gürcü alfabesine çevrilen Gürcü destanı “Kartlis-çkhovreba”da geçmekte ve Lekan Dağıstan’daki Lak ve Lezgilerin, batı komşusu olan halkın ataları bu adla anılmaktadır. Kafkas adı, Yunanlılardan Romalılara “Kavkasus” biçiminde geçmiş ve Kafkas sıradağının adı olarak kullanılmıştır (Tavkul, 1997: 1898).
Kafkasya, Arap tarihçileri ve coğrafyacıları tarafından “Cebel-i Elsine” yani “Dillerin Dağı” diye anılmıştır. Kafkasya yüzyıllar öncesinde olduğu gibi hâlâ bu şekilde isimlendirilmeye lâyık bir bölge durumundadır. Çok sıyada dilin ve kültürün birbirine karışmadan, uzun süre yan yana yaşadıkları ve esas itibariyle dağlık bir yer olan Kafkasya’da yerleşim bölgeleri çoğunlukla yüksek yaylalar ve derin vadilerde yoğunlaşmıştır. Yüksekliği fazla olan bu dağ silsilesi, bölgedeki insanların tarihlerini, kültür ve karakterlerini başkalarından farklı kılmıştır. Askerî açıdan büyük ölçüde savunma kolaylığı sağlayan dağlar, kültür ve etnik bakımdan bölünmüş bir coğrafyanın doğmasına sebep olmuştur. Baddaley’in dediği gibi; “Kendilerini düşmanlarına karşı koruyan engebeli ve yüksek dağlar, dik derin vadiler ve ilk çağlardan kalan gür ormanlar, aynı zamanda Kafkasların birleşmelerini önledi” (Saydam, 1997:1936).
Rönesans’tan sonra hümanistlerin eserlerinde Kafkas adı “Caucasus” diye anılmaya başlanmıştır. Ruslar 1772 yılında, Dağıstan kıyılarından başlayarak Kafkasya’yı işgal ettiler. Petersburg şehrinde kurulan “İmparatorluk İlimler Akademisi” Rusların yeni işgal ettiği bu bölgeyi tanımlamak için “Kavkasos” adını kullandı. Karadeniz’den Hazar denizi’ne kadar uzanan sıradağlara ve kuzeyindeki bölgelere “Kavkaz” adını veren Ruslar, dağların ardındaki Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’a da “Kafkas ötesi” anlamında “Zakavkaz” adını vermişlerdir (Tavkul, 1997:1898).
Kafkasya, Kafkas dağlarının güneyinde oldukça geniş bir bölge olup burada birçok etnik grup mevcuttur. Özellikle dünya tarihine baktığımızda, yüzyıllarca bu bölgeye muhtelif zamanlarda gelen insanların ve ırkların yerleştiklerini ve kendilerine özgü uygarlıklar kurduklarını görüyoruz (Çay, 1997: 1890).
Kafkasya, Karadeniz’i Hazar denizi’nden ayıran kıstağı baştan başa kaplayan ve kuzeyde Maniçoluğu’na kadar uzanan ve 486.000 km2’yi aşan bir yüzölçümü içerir. Bölgenin güneyinde Türkiye ve İran, kuzeyinde ise Rusya Federasyonu vardır (Özey, 2000:22).
Arapların “Mavera-i Kafkasya”, Avrupalıların “Tanskafkasya” ve Rusların “Zakafkasya” olarak bahsettikleri Kafkasya, büyük Kafkas sıradağlarının güneyinde yer alan tarihî bir bölgedir. Siyasî ve coğrafî bakımdan genel olarak “Sirkafkasiyon (Circarucasie)” ve “Transkafkasya (Transcaucasie)” şeklinde ikiye ayrılan Kafkasya bölgesinin doğusu Asya, batısı ise Avrupa kıtaları içinde ele alınmaktadır (Avşar, 1997:1875).
Aralık 1991’de SSCB’nin dağılmasından sonra Kafkasya bölgesinde (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan), biri Azerbaycan’a (Nahçivan), ikisi Gürcistan’a (Abhazya ve Acaristan) ve yedisi de Rusya Federasyonu (RF)’na (Adige, Dağıstan, İnguşistan, Karaçay-Balkar, Karaçay,Çerkez, Kuzey Osetya ve Çeçenistan) bağlı olmak üzere toplam 10 özerk cumhuriyet ile Gürcistan’a (Güney Osetya) bağlı bir özerk bölge bulunmaktadır.
Kafkasya olarak adlandırılan bu coğrafya çok zengin, zengin olduğu kadar karmaşık bir tarihe ve çok renkli bir etnik mozaiğe sahiptir.
Jeopolitik yönden Kafkasya’nın coğrafî konumuna bakıldığında Kafkasya Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının arasına girmiş olan ve 5.000 kilometre uzunluğundaki (Akdeniz-Ege Denizi-Boğazlar ve Marmara Denizi, Karadeniz, Azak Denizi gibi birbirine bağlı iç denizlerin vücuda getirdikleri) bir su koridorunun ucunda, aynı zamanda Hazar denizi vasıtasıyla da doğuya ve Orta Asya’ya bağlanmış bir vaziyettedir. Bu koridorun şu özelliği vardır: Bu koridor kuzeyde Hazar denizine akan Volga (İdil) ırmağı ve Karadeniz’e akan Don, Dinyeper ve Dinyester ırmakları ve batıdan yine Karadeniz’e akan Tuna Nehri vasıtasıyla Avrupa’nın, güneyde Akdeniz’e akan Nil nehri vasıtasıyla Afrika’nın kara kısımlarının içlerine bağlanmaktadır (Tavkul, 1997: 1898).
İnsanların dünya üzerindeki yayılma ve yerleşme hareketleri ve bunu tespit eden arkeolojik buluntular göz önüne alındığında Kafkasya ve Kafkasya’nın bağlı bulunduğu iç denizler koridoru, ilk etnik hareketlere ve ekolojik oluşum ve gelişmelere sahne olmuştur. İç denizler koridoru etrafında oluşan etnolojik birlik buradan nehir yollarını takip ederek karaların içlerine doğru yayılmıştır. Bu durumda Kafkasya, kuzey-güney-doğu-batı yollarının birleştiği bir bölge özelliği kazanmaktadır. Kafkasya’nın bu coğrafî konumu etnolojik oluşum ve gelişmeler ile tarihin akışına çok etkili olmuştur. Bundan dolayı Kafkasya her devirde önemini korumuştur.
Uluslararası sisteme eklemlenme girişimlerinin sürdüğü Kafkasya dünya politikasında önemli bir yere sahiptir. Bölgede enerji kaynaklarının paylaşımı ve SSCB sonrası etki alanı mücadelesi de söz konusudur. Etki alanı mücadelesin de ilk sırayı güney sınırlarının güvenliğini ve toprak bütünlüğünü koruma kaygıları taşıyan Rusya Federasyonu alıyor. Ama, onun dışında Türkiye, İran ve ABD gibi devletler, uluslar üstü niteliği bulunan Avrupa Birliği (AB) ve enerji kaynaklarından yararlanmayı amaçlayan çok uluslu şirketler de bu mücadelenin içinde yer alıyorlar (Tellal, 2000:36).
Türkiye açısından çok yönlü bir ilgilenme zorunluluğu bulunan Kafkasya bölgesi, her şeyden önce Türkiye’nin güvenliği ve geleceği bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu itibarla Kafkasya, Türkiye açısından Doğu Anadolu bölgesinin savunması ve güvenliğinin sağlanması; Orta Asya ve İdil-Ural bölgesindeki Türk ve Müslüman ülke ve topluluklar ile ilişkilerin güçlendirilmesi; çoğu Türk ve Müslüman olan ve genel olarak Türkiye’ye yakınlık duyan bölge halkı ile sosyo-ekonomik ve politik ilişkiler kurulmasının temin edilmesi; stratejik yeraltı zenginlikleri ve petrol yatakları nedeniyle uygun ham madde ve pazar olanağı oluşturulması; Rusya Federasyonu’nun güneye, sıcak denizlere ulaşmasının engellenmesi ve Türkiye için tehdit olmaktan çıkartılması gibi temel konularda avantajlar sağlayabilecek bir bölgedir (Avşar, 1997: 1887).
Uzun bir dönem Sovyet hegemonyasında kalan ulusal ve etnik gruplar, geniş oranda, baskı nedeniyle dondurulmuş bir birlik içine yaşadılar. Görünüşte sessiz olan bu birliktelik istikrarsızlıkları ve anlaşmazlıkları sadece maskeledi ve gizledi. Otoriter rejim, elitler arasında veya devletler ile toplum sözcüleri arasında bir köprü kurmada uzun dönemde başarılı olamadı. Bunun sonucunda, sadece maskelenmiş ve gizlenmiş olan düşmanlık ateşi tekrar ortaya çıktı (Öztürk, 1998:8).
Birçok etnik grubun bir siyasal sistem içinde bir araya gelmesi, etnik sürtüşmelerin de bir araya gelmesi anlamına gelmektedir. Bu olumsuz durum siyasal sistemdeki gerginliğin de önemli bir nedenini oluşturur. Etnik sorunların toplumlar arasında şiddete dönüşmeden çözülmesi önem arz eder. Çünkü yangın çıktıktan sonra önlem almanın bir faydası yoktur. Etnik patoloji, bir grubun diğer gruplara veya toplumlara karşı büyük bir güvensizlik, vehim, düşmanlık ve yabancılaşma hissi taşıması olarak tanımlanabilir. Etnik patoloji bir grubun diğerlerinden ayrılan yönlerinin ön plana çıkarılması ve sürekli olarak farklılıklarının işlenmesi şeklinde de anlaşılabilir. Böylece etnik patoloji grubun temel algılamaları ve hareket yönü doğrultusunda abartılı ve yaygın bir tehlikenin harekete geçmesi ve şiddetli reaksiyonlar üretmesi şeklinde ifade edilmektedir. Dolayısıyla etnik patoloji, bir toplumda var olan etnik grupların kendilerini diğer gruplardan soyutlamaları ve diğer gruplara yönelik toplumsal bir şiddetin harekete geçmesi olarak ortaya çıkar. (Öztürk, 1998: 3-4).
AZERBAYCAN’IN ETNİK YAPISI ve ETNİK ÇATIŞMA
Bağımsızlık Öncesi Azerbaycan’ın Etnik Yapısı ve Dağlık Karabağ
Azerbaycan, coğrafya ve tarih bakımından önemli bir ülkedir. Tarihî koşullar ve zorunluluklar yüzünden ikiye bölünen AzerbaycanIın güney Azerbaycan adıyla anılan kısmı, İran sınırları içerisindedir. Kuzey Azerbaycan ise önce Rus imparatorluğunca işgal edilmiş, daha sonra eski SSCB’ye katılmıştır. Azerbaycan’ın bu sun’î şekilde bölünüşü daha çok politik sebeplere dayanmaktadır.
Burada inceleyeceğimiz Kuzey Azerbaycan’da 1917 Bolşevik İhtilâlinden sonra, 28 Mayıs 1918’de Kuzey Azerbaycan Bağımsız Devleti kurulmuşsa da bu devlet uzun süre yaşamamıştır. 1 yıl 11 ay süren bağımsızlıktan sonra Kuzey Azerbaycan 28 Nisan 1920’de, Kızılordu işgaline uğrayarak tekrar Rusya’ya (Sovyetler Birliği’ne) dahil edilmiştir. Azerbaycan 1922 ile 1936 yılları arasında, Kafkas (SFSR) Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin bir üyesi olmuş, 1936’dan sonra Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almıştır. Ancak 28 Mayıs 1990’da Azerbaycan’ın 28 Mayıs’ı tekrar Bağımsızlık Bayramı olarak ilân etmesi, onun bağımsız bir devlet olma mücadelesini başlattığını göstermiştir. SSCB’nin dağılmasıyla, 1991 yılında Azerbaycan bağımsızlığını kazanmıştır.
Kafkasya dağlarının güney doğusunda yer alan, 4392 km2’lik Dağlık Karabağ, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sınırları içinde Kür ve Aras nehirleriyle Gökçe Gölü arasında, batıda Ermenistan Cumhuriyeti sınırına, güneyde İran sınırına çok yaklaşan, kuzeyden güneye 120 km. Doğudan batıya ise 35-60 km. Uzunlukta dağ ve ovalardan oluşan bir bölgedir. Kıbrıs adasının yarı büyüklüğünde olan bu bölge, maden yatakları, mineral suları, orman ürünleri ve tatlı su balıkçılığı ile ekonomik yönden önemli bir merkezdir. Karabağ, Kafkaslar bölgesinin hâkim bir noktasında; Azerbaycan, Ermenistan ve İran’ı kontrol edebilecek bir konumdadır. Bugün bölgede devam eden hâkimiyet mücadelelerinin arkasında bu yerin jeopolitik konumunun da payı büyüktür.
Karabağ bölgesi çok eski zamanlardan beri Türklerin yerleştiği bir yer olmuştur. İskitler, Portlar, Arsaklar, Albanlar, Selçuklular, İlhanlılar, Timuroğulları, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar bölgeye yerleşmişler ve Karabağ’ı yurt ve vatan edinmişlerdir. (Taşkıran, 1997: 1192). Çarlık Rusyası generali Sisyanov, 22.5 1805 tarihinde, Karabağ’ın ikinci işgalinin hemen arkasından Çar’a gönderdiği raporda, “Karabağ coğrafya bakımından Anadolu’nun, İran’ın ve Azerbaycan’ın kapısı sayılır”, demek suretiyle bölgenin stratejik önemini belirtmiş ve buradaki dengeyi Rusya’nın lehine çevirebilmek için Müslümanların arasına Hıristiyan unsurların, yani Ermenilerin yerleştirilmesini önermiştir.
Rus Çarı Deli Petro’dan beri süregelen ve Rusların hiçbir zaman vazgeçmedikleri devlet politikalarından birisi, Kafkaslara ve daha sonra ise Türkiye coğrafyasına sahip olma politikasıdır. Deli Petro’nun vasiyeti, Rusya dış politikasının temel prensiplerinden birisini oluşturmaktadır. Bu vasiyet, Rus Çariçesi Yekatirina döneminde dahada pekiştirilmiş ve Rusya’nın yıllarca değiştirmediği ve vazgeçemediği dış politikası haline getirilmiştir. Kafkaslar üzerindeki hegemonyasını hiçbir zaman eksik etmeyen Rusya, “parçala ve hükmet” prensibi çerçevesinde bu egemenliğini yürütmeye çalışmıştır. Bunun için ilk “göç politikası”nı başarıyla uygulamaya gayret etmiştir.
“Karabağ Sorunu”nun Rus Çarı Deli Petro’dan bu yana süregelen “göç politikası”nın sonucu olduğunu belirten Dr. Mehmet Kengerli, amacın Azerbaycan’ı Müslüman ve Türk coğrafyasından ayırmak olduğunu vurgulamaktadır. (Recebov, 2001:39).