Ana Sayfa 1998-2012 TELEFONKOLİK, MODA, KÜPE

TELEFONKOLİK, MODA, KÜPE

Günlük hayâtımızda, çarşıda, pazarda ortalığa dökülen kabalık, hep aynı şarkının nakarâtı hâlinde tekrarlanıyor.

Belediye otobüsünde, vapurda, tramvayda etrâfı rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşmak, hele cep telefonu muhabbeti yapmak, bugünlerin trendinde yukarı tırmanıyor. Cep telefonu yokken ne kadar rahatmışız. Kalabalığın ortasında ve toplu taşıma vâsıtalarında bangır bangır cep telefonu muhâveresi yapanları görünce, insanın: “ İyi ki, telefonun var!” diyesi geliyor. Mecbûriyetden, onunla aynı mekânı ve zamânı paylaşan nârâzedelerin ne günâhı var? Bu telefonkoliklerin çok özel mes’elelerini, bütün bir ahâlinin öğrenmesi çok lâzımmış gibi, böylesine hurda teferruâtın umûma mâl edilmesi, ancak “ham-ervâh”lıkla açıklanabilir.

“ Halka inmek” diye neredeyse mukaddes telâkkî edilecek bayağılaşmanın, cemiyet vücûdunu saran kanser hücreleri, her yanımızı “ sarımsak ” kokularına boğdu. “ Çiğ köfte “ kültürünü millî mefâhirden saydığımız günden beri, şalvarımız bollaştı. Onun içine neler neler sığdırdık? Şaşmamak elde değil.

Yolda, belde katlandığımız bu “ arabesk” hayat tarzı, son zamanlarda artık devletin resmî tasarruflarında da hâkim renk hâline geldi. TRT’nin, eskiden çok yükseklerde tutulan ve “ arabesk”e kapılarını sımsıkı kapayan yayın seviyesi, vıcık vıcık sarımsaklandı. Bunun adı, aslâ “ halka inmek” olamaz. Olsa olsa, – tenzîhe devâm ettiğimiz – Tü rk milletinin dibini oymaktır. Daha fazla geç kalmadan, bu kanseri yenmek için, en müessir ilâçlardan bir kemoterapi takvîmi başlatılmalıdır.

“ Kemoterapi”, hastalıkların ilâçla, yâni kimyevî maddelerle tedâvi edilmesi demek. Ama, bu tâbirin geçtiği her yerde “ kanser”in gölgesi dolaşıyor. “ Kemoterapi” sözü, kimyevî tedâvi değil de, sanki kanserin tedâvisi gibi kullanılıyor.

Târihin değişik dönemlerinde, adı konmamış ve âniden zuhûr eden hastalıklardan hayâtını kaybeden nice meşhûr insan var. Türk târihinde de, bunların sayısı bir hayli yekûn tutuyor.

Meselâ Attilâ, evlendiği gecenin sabâhında ölü bulunuyor. O zamanki tıbbın kıt imkânlarıyla Attilâ’nın gerçek ölüm sebebi açıklanamıyor. Sâdece, geçirdiği kriz yüzünden öldüğü söyleniyor. Lâkin, bu krizin adı konamıyor. Kalb krizi mi, sinir krizi mi? Yatağında, ağzından ve burnundan kanlar gelmiş hâlde ölmüş. Günümüzün tıb penceresinden bakıldığında; Attilâ’nın hayâta vedâ ediş sahnesinde, tanıdık birçok “ kanser” motifi var.

Yine Kaanûnî’nin iki şehzâdesi; Mehmed ve Cihângîr, Attilâ gibi, adı konamamış hastalıklara yenik düşerek, pek genç yaşlarda vefât ettiler. Istanbul’un pek mârûf iki semtine alem olan bu bahtsız şehzâdeler, 16. yüzyıl markalı “ kanser”lerle tanışmış olabilirler mi?

II. Mahmud’dan başlayarak, arka arkaya nice sultan, şehzâde ve hanım sultan, “ ince hastalık “ denen “ verem “ yüzünden öldüler. Ne var ki, bu, neredeyse “ hümâyûn “ sıfatını kazanacak hastalığın, teşhîsi safhasında, yine gözden kaçmış “ kanser” alâmetleri olamaz mı? Her türlü ihtimâl mümkün. Zîrâ, kanser yeni bir hastalık değil… Modanın yeni olmayışı gibi…

Moda, insana yakışan giyim- kuşam tarzıdır. Aslında moda, insanın kendine yakıştırdığıdır. Rahmetli Ali Nihat Tarlan, şerh ettiği Fuzûlî mısrâlarının sözü taşıdığı vâdide, “moda” tâbirinden bahisle; üç düğmeli, dört düğmeli, beş düğmeli, iki düğmeli, bir düğmeli, düğmesiz, açık yakalı, kapalı yakalı, kıvrık yakalı, dik yakalı, arkası yırtmaçlı, yırtmaçsız ceketlerin, değişik yıllarda “moda” denilen beğenme rüzgârıyla insanlara takdîm edilebileceğini, fakat tek kollu veyâ üç kollu ceket yapılamayacağını, zîrâ, insan anatomisinin buna müsâit olmadığını anlatıyordu.

Moda, insan anatomisinin müsaade ettiği esneklik sâhasında gidip- gelen hareketlerle karşımıza çıkıyor. Bu yüzden de, sık sık kendini tekrarlıyor ama, bu tekrârı çok usturuplu ve iyi düşünülmüş reklâm unsurlarıyla süslemesini bildiği için, dâimâ yeniymiş hissini uyandırıyor.

İnsan anatomisi, hilkatle şekillenmiştir. Bu anatominin içinde, vücut kıvrım ve hatlarının yanında edeb, hayâ, ar, nâmûs, ahlâk ölçüleri de vardır. Bu cümleden olarak, insan yaradılışına ters gelen ve zorlama ile “moda”laştırılmaya çalışılan bâzı kılık tarzları, karikatürize edilmiş komikliklere ve insan tabiatını hafife alan hareketlere sebep oluyor.

Enderûnlu Vâsıf’ın:

O gül endâm, bir âl şâle bürünsün, yürüsün…

Ucu, gönlüm gibi ardınca, sürünsün, yürüsün…

mısrâlarına istif ettiği “yürüyen güzellik”, “âl şâl”in sihrine kapılan bir “sürünen güzellik”tir.

Küpe takan erkekler, bunun Yavuz Sultan Selîm’e uzanan bir mesnedi olduğunu söylüyorlar. Bir zamanlar, ders kitaplarının değişmez portresi olan küpeli Yavuz resmi, I.Selîm’e âit olamaz. Bunun, Şâh İsmâil’in yakıştırma bir tasvîri olduğu o kadar açıktır ki, başındaki tâcın görünen kısmında 6 dilim vardır. Diğer yarısındaki 6 dilimi de ilâve edin. 12 dilimin On İki İmam’a tekâbül ettiği rahatlıkla düşünülebilir.

Yavuz’un hükümdarlığı sırasında, Manisa Sancak Beyi olan Şehzâde Süleyman (müstakbel Kaanûnî), babasını ziyârete, Istanbul’a gelir. Biricik oğlunu, tahtının tek vârisini, hükümdarlara lâyık bir şekilde karşılayan Yavuz, bir de bakar ki, Süleyman ( o sıralarda 20’li yaşlardadır), içinde bulunduğu çağın da tahrîkiyle, bir hayli takmış- takıştırmıştır. Oğlunun, bu seyyar kuyumcu veyâ antikacı görünüşüne celâllenen Yavuz, Süleymân’a hitâben:

«-Bu ne hâl oğlum! Annene bir şey bırakmamışsın!…»

der. Bu idrâk ve iz’ân içindeki Sultan Selîm-i Evveli, kulaklarındaki “efemine” mâden parçalarına sermâye yapmak isteyenlerin, belki bu söz, bir yerlerine gerçek “küpe” olur!…

 

Orkun'dan Seçmeler