Kardeş Âzerbaycan, epeyi zamandır Lâtin esaslı alfabeyle de yazıyor, Türkiye Türkçesine en yakın Türk şîvelerinin başında Âzerî söyleyişi geliyor. Mes’eleye alfabe merceğinden bakarsanız, her iki ülkede de aynı harf karşılıklarının kullanılması gerekir. Fakat, durum hiç de öyle değil. Seslerin incelik, kalınlık, açıklık, kapalılık hâlleri için ayrı harfler bulundurmak, hemen bütün Dünyâ dillerinde görülen bir uygulama. Buna, Âzerbaycan da uymuş.
Meselâ, kalın(K), açık(E) gibi telâffuz nüanslarını gösterecek işâretleri tedârik etmişler. Bu hususda Âzerbaycan, Türkiye’den bir, iki adım öne geçmiş. Hem tebrîk etmek, hem de saygı duymak lâzım.
Âzerî söyleyişindeki bütün aksân, aşağı-yukarı Türkiye şîvesinde de mevcut. Ne var ki, bizim burada dilde estirdiğimiz emr-i vâki terörü, bugüne kadar Âzerbaycan’da görülmedi. İşte, iki kardeş memleketin öz dillerine bakışındaki en can alıcı nokta, burada bulunuyor.
Âzerîler, tabiî hançereyi muhâfaza etmede gösterdikleri başarıyı, alfabeye harf tâyininde de tekrarladılar. Şeyh Gâlib’in:
Aşk bir şem’-i ilâhîdir, benim pervânesi,
Şevk bir zincirdir, gönlüm ânın dîvânesi
beytini, aynı alfabe karakteriyle biz farklı, Âzerîler farklı yazıyoruz. Bilhassa aşk, şevk sözlerinde, başka şekiller ortaya çıkıyor.
Doğrusunu yaptıkları için, Âzerî kardeşlere hezâr âferin… İnsanın hilkatinde saklı bulunan cevheri, hazîneyi, en iyi anlatacak vâsıta, hiç şüphe yok ki, dildir. İster yazılı olsun, ister sözlü, dil; nesillerden nesillere bırakılacak mîrâsın ilk kültür ayağını teşkîl ediyor.
Yine Gâlib Dede’nin dilinden:
Hoşca bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen!
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!
diyebilmenin yolu, uygun harflerle alfabe tesbîtidir.
Aslını inkâr etmeyen bir telâffuz için, bu fiile gönül verecek harf şekilleri bulunmalıdır. Nazal(N), Kalın(K) ve (H) gibi sırıtan ihtiyaçlar yanında, derinlemesine yapılacak araştırmayı bekleyen uykudaki ses renklerimiz, az değildir.
Ey nihâl-i işve, bir nev-res fidânımsın benim,
Gizlesem de, âşikâr etsem de cânımsın benim.
diyen Hüsn ü Aşk şâiri, sanki bu himmet bekleyen dil yâresine fener tutumuş gibidir.
Batı dillerinin hepsi, yazıldığı gibi okunmak iddiâsında bulunmamışlardır. Böyle bir gayret, yazıdan söze uzatılan klinik rapordan farksızdır ve dilin sağlığını alt-üst eder.
Kaanûnî’nin Muhibbî hil’ati giyerek sarf ettiği:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet, Cihân’da bir nefes sıhhat gibi.
dizilişindeki ve reçete kâbındaki mısrâları, ancak âfiyet içinde olan bir dilin mârifetidir. Maalesef, bugün Türkiye sınırları içinde konuşulan ve yazılan dil, sıhhatini çoktan kaybetmiştir. Daha, fazla uzağa gitmeden, Âzerbaycan’a adım atar atmaz; içine fırlatıldığımız hâile-i lisânın kuyu derinliğini anlıyoruz…
Nazîre geleneği, bizim klâsik edebiyâtımızın mütebessim yüzünü teşkîl eder. Bu usûlde kalem oynatmak, aynı zamanda bir rüşdünü isbât etme fırsatı diye bilinir. Nazîreden sayılacak adımları atanın hakikî hayattaki makam ve mevkii, ikinci plâna düşer. Bâzen, hükümdâr titri taşıyan ehl-i hâmelerin de nazîre havuzuna taş attıkları görülmüştür.
Hem fikirleri, hem de hayâta vedâ ediş şekli itibâriyle hep müstesnâ kalmayı başarmış Nesîmî:
Nigârum, dilberüm, nedîmüm, mûnîsim, cânum,
Refîkum, hem-demüm, ömrüm, revânum, derde dermânum.
reveranslarıyla sığınacak liman aramış; koca Kaanûnî (Muhibbî), aynı ses akvaryumuna Hürrem Sultân’ı koyarak, Nesîmî’ye nazîre döşenmişti:
Celîs-i halvetim, vârum, habîbüm, mâh-ı tâbânum,
Enîsüm, mahremüm, vârum, güzeller içre sultânum.
…
Stanbul’um, Karamân’um, Diyâr-ı Milket-i Rûm’um,
Bedehşân’um, Kıpçâğ’um, Bağdâd’um, Horâsân’um.
Nesîmî’nin derviş-meşrebliğine karşılık, Muhibbî’deki majeste duruşu, hemen öne çıkıyor. Sevdiği kadının vasıflarıyla Osmanlı imparatorluk coğrafyasının bölge ve şehir isimleri iç içe giriyor. Ülke ebâdında bir aşk tablosu, Muhteşem Süleymân’a da pek yakışıyor.
Avnî mahlâsını kullanan Fâtih Sultan Mehmed de, vaktiyle rahlesi önünde oturduğu hocalarından Ahmed Paşa’nın “ vay gönül “ nakâratlı meşhûr şiirine nazîre göndermişti.
Hem hünkâr olacaksın, hem de söz meydânında rakîb nâzı çekeceksin. Bunun, kibirden sıyrılmak dışında herhangi bir reçetesi yok.
Yirmi sekiz yıllık ömrünün tam yarısını Cihân Devleti’nin tâcını taşıyarak geçiren Sultan Birinci Ahmed, kibir ve gurûrunu ayağının altında paspas yapanlar zümresine, kanat çırparak katılmıştır. Bahtî, Dünyâ’nın merkezindeki külliyenin bânîsine şâir sıfatı olmuştur:
Bahtîyâ! Bendesi ol Dergeh-i Mevlânâ’nın,
Taht-ı mânî’de odur pâdişehi devrânın.
Siyâsî ve maddî âlemin pâdişâhlığı ile mânâ iklîminin pâdişâhlığı hiç yan yana konur mu? Delikanlı Ahmed Hân da koyamıyor ve Mevlânâ’ya kapılanma hevesiyle kaleme sarılıyor.
Sultanahmed Câmii’nin dağ heybetiyle oturtulduğu yer, Ayasofya gibi çetin bir rakîbin minderidir. Oradan alınan gâlibiyet bile, Bahtî’nin gurûr bahçesine tek ot ilâve edememiştir.
Ahmed Hân’ın bedbaht oğlu Genç Osman, Fârisî imzâsıyla, başına örülecek hâilenin kehânetine çıkmış, ızdırap temrinine bakıyor;
Câna kâr eyledi, güzel sitemin,
Olmadı zerrece bana keremin.
Aynı sultan ferâseti, sanki Yedikule’deki âkıbeti gösteren dürbün misâli, şu beyite gizlenmiş:
Niyyetüm hizmet idi saltanat u devletüme,
Çalışur hâsid ü bed-hah benüm nekbetüme.
Tevâzû ile gayret ne kadar güzele omuz dayıyorsa; hasedle bed-hahlık da felâkete kapı aralıyor. İnsanın şânında, maalesef ikisi de yan yana, bir hizâda duruyor…
Osmanlı hükümdarları arasında, adını ortaya saçmaktan ısrarla, şuûrla kaçınan biri var ki, pek bilinmez. Kim bilir? Belki bu gizleme cehdi yüzünden, onun bânîsi olduğu nice büyük esere, hiç esâmisi düşmemiştir. Büyük adamlara yaraşır bir tevâzû ehli olan Sultan Üçüncü Mustafa Hân, Lâleli’den Üsküdar tepelerine uzanan nice heybetli yapının arkasındaki hayır-hâh elin sâhibidir. O, aynı zamanda Cihângîr mahlâsıyla şiirler de yazmıştır.
Sultan Mustafa-yı Sâlis, bir taraftan çok bâdireli bir siyâsî döneme istikâmet vermeye çalışmış; diğer taraftan da 12 Zilhicce 1179 ( 22 Mayıs 1766 )’da Istanbul’u şiddetle sarsan, târihin büyük depremlerinden biriyle mücâdele etmiştir. Bu, iki taraflı sarsıntı, Mustafa Hân’ın icraatını ve muhtemel plânlarını derinden etkilemiştir.
Deprem sonrasında ortaya çıkan manzara, Fâtih Külliyesi’ni bile yere çalacak vahâmette idi. Lâkin, bu büyük felâketin yaralarını sarmak, 1768’de başlayan Rus Savaşı’nın sonunu görmeye hiç yardımcı olmadı. Türk târihinin sayılı siyâsî âfetlerinden biri, Küçük Kaynarca Antlaşması başlığı ile Üçüncü Mustafa’nın kucağına düştü.
Zâten iyiye gitmeyen sağlığı, bahsedilen antlaşmanın haberi ile alt-üst oldu, bu kahır dolu âkıbet, Pâdişâh’ı âhirete yolcu etti.
Onun yâni şâir Cihângîr’in; saltanat dönemini ve bilhassa riyâkâr, basîretsiz devlet ricâli portresini fevkalâde güzel çizen şu mısrâları, neredeyse darb-ı mesel hükmüne girmiştir:
Yıkılubdur bu Cihân, sanma ki bir dem düzele,
Devleti çarh-ı denî verdi kamu mübtezele,
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezen hep hezele,
İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e.
İcrânın zirvesinde oturan Hâkân’ın, bu acı ve ibretlik itirâfı, trajedi yüklü hâdiselerin kendi kadar elîm görünüyor. Hatâda ısrâr etmenin bizi ulaştırdığı yer, Üçüncü Mustafa’nın feryâdına vesîle memleket fotoğrafıdır.
Mustafa’ya, babasından tevârüs ettiği yenilikçi yakalayışları uygulama fırsatı vermeyen tâlihsizlikler; tabiî âfetlerle hâricî baskılardan ibâret olsaydı, III. Ahmed’in hayrü’l-halefinden yine de cedîd işler beklenirdi. Ne var ki, bürokrasi çarkını kuşatan hezele takımı, her şeyi perîşân eden kanserli hücreler gibi, sür’atle çoğalıyordu.
Bahsedilen umutsuz vak’a filminin bir sahnesi var ki, insanda mecâl, tâkat nâmına bir şey bırakmaz. 1770 yılında Rus donanması, Çeşme limanındaki Osmanlı askerî filolarını imhâ eder. Hâlbuki, daha savaşın başında, emniyet tedbîri olarak, biz Boğazları kapatmışızdır. Öyleyse, bu düşman gemileri Çeşme’ye nasıl gelebilmiştir?
Kurulan araştırma komisyonu, ilim ve irfân kartlarını toprağa gömen bir rapor hazırlayarak yer altında kazılan bir tünel mârifetiyle Rusların Çeşme’ye deniz gücü çıkardığını söyleyebilmiştir.
“ Rus rotası; Baltık, Cebel-i Târık üzerinden Çeşme’ye uzanmıştır. “ diyecek bir babayiğit olmadığı için, Küçük Kaynarca rezâletine mahkûm olduk.
Pîrî Reis başta olmak üzere, bütün coğrafya âlimlerimizin kemiklerini sızlatan bu kara cehâlet, hezelenin mânâ ve fonksiyonu hakkında da Pâdişâh’a nirengi noktaları sunuyor…
İlerlemenin pek çok târifi var. “ öncekini aşmak “, bunlardan biri. Hemen her sâhada, kıdemliye duyulan saygı, zannedilmesin ki, yerinde saymanın resmidir. Pekâlâ, hem ustaya hürmet edilir, hem de ondan ileriye adım atılır. Bunda yadırganacak ve tezâd teşkîl edecek bir taraf yok.
Yalnız san’at endîşeleriyle değil, itikâdî hayâtı bakımından da en sıkı usta-çırak zihniyetine dâhil olan Şeyh Gâlib, mânâ yüklü bir terakkî reçetesi veriyor:
Tarz-ı selefe tekaddüm etdim,
Bir başka lügât tekellüm etdim.
Billâh bu özge mâcerâdır,
Sen bakma ki, defter-i belâdır
Arkaya bakarak önünü görmek veyâ evveli bilerek sonraya yönelmek, Şeyh Gâlib’in
tarzını anlatıyor. Ancak bu tarza riâyet sâyesindedir ki, ileri-geri lâf edenlere hodri meydân denilebilir. Gâlib de aynı nârâyı kelimelere bindiriyor:
Zannetme ki, şöyle böyle bir söz,
Gel sen dahî söyle böyle bir söz.
…
Erbâb-ı sühân tamam mâlûm,
İşte kalem, işte Kişver-i Rûm.
Gencînede resm-i nev gözetdim,
Ben açdım o genci, ben tüketdim.
Esrârını Mesnevî’den aldım,
Çaldım velî, mîrî malı çaldım.
Reşid Rahmetî Arat da, Oğuz Kağan Destânı’nın metin neşrine koyduğu önsözde, benzer bir tarz-ı selefe tekaddüm hikâyesi anlatır. Avrupa üniversitelerinden birinde, meşhûr Türkolog Bang’a şâkird olan Arat, bir hususda hocasından farklı düşündüğünü, uzun müddet dile getiremez. Sonunda, her şeyi göze alıp, içini boşalttığında, Bang’dan gelen sözler, pek terakkî-perverdir: “ Elbette, talebe hocasından farklı düşünecektir; elbette dimâğlar arasındaki hacim ve sıklet farkı endâzeye vurulacaktır. Bundan daha tabiî bir araştırma hevesi olamaz ve bunun adı ilerlemedir. “
Farklılıkları zenginlik olarak görmenin de, birtakım bağlayıcı şartları bulunmalı. İplerini koparmadan, uçurtmaları çok yüksek ve uzak noktalara gönderebilirsiniz. Fakat, aksi olursa, ortada ne uçurtma kalır, ne de uçma zevki.
Mevlânâ’ya atfedilen: “ Ben bir ayağı Kur’ân’da, diğer ayağı Dünyâ’yı dolaşan bir pergelim.” sözü; Gâlib’in de, Bang’ın da farklı vâdilerde, ama aynı renk cevherinde dışa vurdukları hakîkati haykırıyor.
Yenilik, bir kısım at gözlüğü takmış ham-ervâhın sandığı gibi, isyân makâmında bestelenen bir şarkı, marş değildir. Asıl arzûlanan ve bizim medeniyet âlemimizde yıldızlaşan ilerleme, yenilik kalıbı, işte bu tarz-ı selefe tekaddüm faaliyetidir.
İnsanlık târihinde, nice iri başlıklı konuda hocalık, önderlik, ustalık yapmış olan Türk milleti, bugünlerde, geçmişini inkâr ile ilerleyeceği zehâbına kapılmış görünüyor. Vatan toprağını mezâda çıkarmanın adı; mozaik, zenginlik gibi sahte yakıştırmalara sermâye yapılıyor.
Bir ayağımızı, hakîkatin ve şaşmaz doğrunun aslî uzvu bilmedikçe, yapacağımız her hareket; – seyircilerle gâfil icrâ heyeti ne kadar açılım deseler de – zillet kere zillettir. Bunca mâcerâyı boşuna mı yaşadık?
Ahmed Hamdi Tanpınar’ın: “ Değişerek devâm etmek, devâm ederek değişmek.” dediği hâl, insanlığın kurtuluş reçetesi. Hz. Peygamber’in, iki günü aynı olan kişileri hem kınayan, hem de onlara gayret tavsiye eden sözü, dinî kıstasların dışında, insânî bir haslet taşıyordu.
Zamânı durdurmak mümkün olmadığına göre, onu en iyi ve ideâl bir şekilde değerlendirmenin yolu, yordamı aranmalıdır. Bütün devirlerin en mühim şikâyet konularının başında, boş vakitleri değerlendirmek diye açılan başlığın aldatıcılığı yer alıyor. Sanki, insanın boş vakti olabilirmiş gibi.
Boş vakit bezirgânları, kendi ufuksuzluklarına ortak aramanın telâşı içinde, yaradılış esaslarına taban tabana zıd bir endüstri tesisine çalışıyorlar. Bu meyânda sarf edilen söz ucûbeleri arasında,” boş vakitlerimde kitap okurum. “ cümlesi, ayrı mevkide duruyor.
Kitabı, boş vaktinde okuyanın, doldurabileceği haysiyetli bir vakti olabilir mi? Nereye ve hangi istikâmete doğru yol aldığımızı anlamak için, bu, boş vakitte kitap okuyan garîb insanları iyi tanımak lâzım.
Aynı şey, öteki ciddî konular için de geçerli. Meselâ, boş vaktinde değişik san’at faaliyetlerine iştirâk, hattâ kendi mesleğine âit alıştırma, temrin işlerini de boş vakte havâle, hep insanı tabiat kâidesinden koparıp alma hâlleridir.
Îzâfî bir değer taşıyan zaman, ona kastedenlerin indinde hiçbir ağırlığı ve ciddîyeti bulunmayan bir mefhûm. Zamânın kayıt defterinde ise, sâdece vakti dolu dolu yaşayanların ismi var…
Hayâtının son demlerini, gözlerini kaybetmiş olarak Istanbul’da geçiren Enderûnlu Fâzıl, vefâtı sırasında 19. asrın başına yetişmesine rağmen, mısrâlarına rûh verdiği devir 18. yüzyılda kalmıştır.
Akkâ’da doğmuş, ama, kimse ona bu şehre izâfeten hitâb etmemiştir. Enderûn’da, yâni Osmanlı Saray Üniversitesi’nde yetiştirildiği için, hep bu isme nisbetle anılmıştır.
Ahmed Midhat, Ahmed Râsim ve en çok da Hüseyin Rahmi’de, damardan dışarı çıkan hayat sahnesi yazıcılığı, bizde, üstelik manzûm olarak ilk pırıltılarını Enderûnlu Fâzıl’da bulmuştur.
Zenânnâme, onun kadın tip ve çehreleri üstüne kaleme aldığı bir cins-i lâtif ansiklopedisidir. Fâzıl’a göre, kadın güzellik ve letâfetinin, nezâketinin Dünyâ’daki merkezi Istanbul’dur. Istanbul’un kadınlarını bir yana, diğerlerini öte yana koymalıdır:
Der beyân-ı zen-i İslâmbol,
Revnâk-ı rûy-ı Cihân İslâmbol
Kân-ı gılmân u zenân İslâmbol.
Zen-i Dünyâ’ya budur mâye-i hüsn
Çihre-i âleme Pirâye-i hüsn.
Bu arada, eskilerin birtakım kalıplaşmış alışkanlıklarını da değiştirmek lâzımdır. Duyup okuduğunu aynen tekrarlayanlara, Fâzıl’ın bir çift sözü vardır:
Ümm-i Dünyâ dedi Mısr’a kudemâ,
Şimdi ammâ bu arûs-ı Dünyâ,
Dahî bu şehrin içinde cânâ,
Bir, iki fırka olur nev’-i nisâ.
İdelüm cümlesini zikr ü beyân,
Ta ki, temyîz ola nikân u bedân.
Evvelâ fırka-i ehl-i perde,
Ki, görinmez dahî hiç mahşerde.
Enderûnlu Fâzıl’ın Zenânnâme’sinde bahsettiği vakar, nâmûs ve gayret sâhibi İstanbul kadınları; gece, gündüz evlerinde otururlarmış. İki asır önceki kadın telâkkîmizi anlatan şu mısrâlar, bugün için de epeyi mesaj taşıyor:
Sâhib-i gayret ü nâmûs u vekâr,
Hânesinde oturur leyl ü nehâr.
Kendi devrinin şartları ve anlayışı çerçevesinde hiçbir fevkalâdelik taşımayan bu tasvîr, zamân içinde alınan mesâfeyi de haber veriyor.
Nâmûs mefhûmu ile evden dışarı çıkmamak fiilinin çok fazla bir yakınlığı yok tabiî ama, bir toplu kabûle ışık tutması bakımından kayda değer.
Nikâhın sarakaya alındığı, birlikte yaşamak denilen gayr-ı meşrû hayat tarzının özendirildiği günlerden haberi olmayan Fâzıl, hânesinde gece-gündüz oturan kadını övüyor.
İşi, ismi ve cismiyle cemiyete kendini tanıtmış olan meşhûrlar, en fazla taklîd edilen insanlardır. Yaşadığımız devrin ahlâkî erozyona kapı açan gelişmeleri arasında, bu meşhûrların teşkîl ettiği kötü örnekler başı tutuyor.
İnsan cinslerinin, hilkatten gelen düzenine ve formuna isyân edenler, târihin her döneminde aşırı uçlara tuğla-kiremit taşımışlardır. Hâlbuki, bu dengenin – hangi tarafın lehine olursa olsun – bozulması, tabiatın bilinen-bilinmeyen bütün kânunlarına ters düşüyor.
Âhenk bozucuların keyfini temin etmek için fedâ edilenlere bir bakın. O, uzun mu uzun listenin muhteviyâtı, insanlığın huzûr ve sükûnuna dâir mâneviyât lâzimesidir.
Böylesine çarpık ve sakîl sahne düzeninde, teknolojik imkânların sağladığı kolaycılığı, bulup da bunama hâllerini ihmâl etmemek gerekiyor…