Ana Sayfa 1998-2012 Tarihimizin efsane şahsiyetleri (I)

Tarihimizin efsane şahsiyetleri (I)

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER’İN AÇIŞ KONUŞMASI

Bugün Türk Edebiyatı Vakfının bu salonunda çok değerli bir fikir adamımızın, sanat adamımızın, gönül adamımızın sohbeti ile beraber olacağız. Biraz sonra Altan Deliorman Bey bizlere tarihimizin efsane şahsiyetleri hakkında bilgiler sunacaklar. Buraya gelmeden önce kendisiyle odada ayaküstü konuştuk ve ona bu sohbetimizin ne kadar sürebileceğini sordum. Kendileri bana “Sekiz-dokuz saatte toplarım” dedi.

Tarihimizin efsane şahsiyetlerini sekiz-dokuz saat içerisinde değil, sekiz-dokuz günde anlatmak bana göre başlı başına bir mucizedir.

Acaba dünya üzerinde bizim kadar zengin bir tarihe sahip kaç millet vardır diye düşünüyorum. Ben Sivas’ta Ziya Gökalp İlkokulu’nda okurken Yurt Bilgisi derslerinde bize milletin tarifini öğretmiş, ezberletmişlerdi. Bugünkü gibi hatırımda;

“Millet; aynı vatan üzerinde, aynı bayrak altında yaşayan, aynı dili konuşan, aynı kanı taşıyan, aynı tarihe mensup olan insanların meydana getirmiş oldukları büyük bir birliktir.” şeklindeydi. Sonra bu tariflerde zaman zaman büyük değişiklikler oldu. Meselâ bir Batılı yazar tanıyorum. Balzac, milleti birkaç kelime ile ifade etti; Millet, edebiyatı olan bir topluluktur. Başka tarifler de var. Millet, kültür birliğinden ibarettir.

Şimdi millet, kültür birliğinden ibarettir denilince karşımıza çok mühim bir soru çıkıyor. Kültür nedir?

Acaba 21. asra girdiğimiz şu günlerde kültürün ne demek olduğunu devletimizi sevk ve idare eden kişiler biliyorlar mı? diye sorsanız, bu sorunuza hemen biliyorlar diye cevap vermem çok zordur. Çünkü ben aşağı yukarı 20 yıl kadar Kültür Bakanlığında çalıştım. Bütün samimiyetimle söylüyorum, Kültür Bakanlığında bakanlık koltuğuna oturan kimselerin, daha kültürün ne demek olduğunu bilmediklerini gördüm. Kültürü okumak, yazmak, gazete okumak, roman okumak şeklinde anlayan kimselerle karşılaştım. O bakımdan, birkaç cümleyle kültürü de ifade etmekte fayda var sanıyorum.

Kültür, elbette okumakla çok yakından ilgili ama sadece okumak değil. Kültür, bir milletin konuşmuş olduğu dildir, o milletin dinî inancıdır, o milletin tarih şuurudur, o milletin güzel sanatlarıdır, o milletin gelenekleridir. Yani kültür, bir milleti başka milletlerden ayıran özellikler sistemidir.

Bir binanın yapılmasında taşın, tuğlanın, demirin, kumun, çimentonun önemi ne ise, onlardan herhangi birisinin olmaması o bina için ilerde nasıl büyük tehlikeler doğuruyorsa, bir milletin hayatında da dilin, dinî inancın, tarih şuurunun, güzel sanatlarının, gelenek ve göreneklerinin olmaması da o milletin geleceği açısından o kadar mühim bir hâdisedir.

Tarih, çok iyi bildiğimiz gibi, milletlerin, insanların âdeta hafızasıdır. Hafızasını kaybeden bir insanın durumu ne ise tarih şuurundan mahrum olan insanların da vaziyetleri odur. O bakımdan tarihimizin gerçek kahramanlarını, efsaneleşmiş şahsiyetlerini çok iyi bilmek, Türkiye’nin bugünü ve yarını açısından anlatılamayacak kadar büyük öneme sahiptir.

Acaba biz okullarımızda çocuklarımıza tarih derslerini sevdirerek mi veriyoruz, yoksa kuru bir bilgi olarak mı onları doldurmaya, yetiştirmeye çalışıyoruz? Benim okumuş olduğum yıllarda şahit olduğum acı gerçek şudur:

Bizim okullarımızda daha ziyade tarih, kuru bir bilgi olarak çocuklarımıza, bizlere telkin ediliyordu. Tarihimizi bütün güzellikleriyle ve aydınlığıyla bize sevdirdiklerine şahit olmadım. Daha sonra okumuş olduğum bazı eserlerden bu kanaate vardım.

Bizim tarihimizin gerçekten çok müstesna şahsiyetleri vardır. Tarih, milletlerin hafızası ise, milletler de yine bir Batılı mütefekkirin söylediği gibi kahramanlarıyla yaşamaktadırlar. Bu söz bir İngiliz mütefekkirine ait. Carlyle öyle söylüyor.

Milletlerin kahramanları ne kadar çoksa o milletler, millî devlet olmak hususunda o kadar güçlü olurlar.

Birkaç cümle ile bu endişelerimi ve düşüncelerimi ortaya koyduktan sonra sözü çok aziz kardeşime bırakmak istiyorum.

Evet, milletler kahramanlarıyla yaşarlar. Biz kahramanları çok olan bir milletiz. Fakat Cumhuriyetin ilânından sonra dehşetle ve hayretle şahit olduğumuz bazı gerçekler var.

Bizzat devletimiz, kahramanlarımızı tasfiye etmek yoluna gidiyor. Osmanlı ne kadar bizim ise Cumhuriyet de o kadar bizimdir.

Osmanlı 624 yıl hükümdar oldu. İnşallah Cumhuriyetimiz de 600 bin yıl yaşar. Ebediyete kadar. Ama Cumhuriyeti sevebilmek, sevdirebilmek için Osmanlı’nın aleyhinde konuşmanın, Osmanlı’yı ve Selçuklu’yu kötülemenin bir faydası yoktur. Kayıtsız ve şartsız Millî Mücadelemizin gerçek lideri Mustafa Kemal Paşa’dır. Cumhuriyetimizin ve devletimizin kurucusu odur. İnkılâplarımızın yapıcısı odur. Ama Millî Mücadele’ye onunla birlikte katılan ve yeni Cumhuriyetin kurulmasında ona yardımcı olan başka kumandanlarımız ve başka kahramanlarımız da vardır.

Kültür Bakanlığında vazifeli olduğum yıllarda biliyorum. Aziz devletimiz, kahraman olarak bir tek Atatürk’ün eserlerine sahip çıkıyor. Olur mu bu? Atatürk’ün büyük nuktu 1 defa, 10 defa, 100 defa, 1000 defa basılsın. Atatürk’ün “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”ini Kültür Bakanlığında vazifeli olduğum devrede ben bastım. Bunlar basılsın, yayınlansın ama onun yanında Millî Mücadele’ye hizmet eden, Atatürk’ün yanında bulunan başka kumandanlarımızın, kahramanlarımızın eserlerine de sahip çıkılsın.

Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü dolayısıyla ben vazifeliydim. Millî Mücadele’ye hizmet eden bütün kumandanlarımızın eserlerinin Kültür Bakanlığı yayınları arasında yer almasını Bakan onayından geçirdim. Çıkıp İstanbul’a geldim. İstanbul’da Ali Fuat Cebesoy’un yeğeni Ayşe Hanım ve Kâzım Karabekir’in kızı Hayat Hanımla kültür merkezinde bir görüşmemiz oldu. Dedim ki: “Bakanlığımız, Atatürk’ün doğmunun 100. yıldönümü dolayısıyla babanızın, amcanızın eserlerini bastırmak istiyor. Telif konusunda herhangi bir itirazınız olacak mı? Müsaade edecek misiniz? Bu eserleri basalım mı?” diye sordum Hiç unutamadığım bir hâdisedir. Kâzım Karabekir’in kızı ayağa kalktı, Ali Fuat Cebesoy’un yeğeni Ayşe Hanımın boynuna sarılarak iki kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Hayat Hanım: “Ayşe Hanımcığım, Allah bize bu günleri gösterecek miydi? Bak bu devlet, babamın, senin amcanın eserlerine sahip çıkıyor, bunları bastırmak istiyor” dedi.

Aziz misafirler, Atatürk’ün doğumunun 100. yılı dolayısıyla, Ali Fuat Cebesoy’un “Moskova Hatıraları” isimli kitabını bastırdım. “Millî Mücadele Hatıraları” eseri matbaada idi, 5 forma kalmıştı, 12 Eylül harekâtı oldu. Vatan kurtarıldı ve idareye geçen kimseler Ali Fuat Paşa’nın 5 formalık eserinin basılmasına bile müsaade etmediler. Millî Mücadele kahramanlarımızın eserlerini ellerinin tersiyle bir tarafa ittiler. Beni de bulunmuş olduğum vazifeden aldılar. Bu, kahramanlarımıza karşı kayıtsız olduğumuzun acı bir örneğidir.

Şimdi burada bizim tarihimizin efsaneleşmiş kahramanlarını Altan Deliorman kardeşimizden dinleyeceğiz. Onunla benim aramda aşağı yukarı 45-50 yıla yakın bir dostluk var. İnşallah dostluğumuz ölünceye kadar devam eder.

Ben bütün samimiyetimle ve inanarak söylüyorum ki bizim fikir ve sanat adamlarımızın müstesna şahsiyetlerinden birisi de kendisidir. Çok şükür daha efsaneleşmedi ama inşallah 100 yıl sonra, 200 yıl sonra o da yapmış olduğu bu hizmetler münasebetiyle efsaneleşen kişiler arasına girecektir.

Türkçemizi onun kadar rahat ve güzel kullanan kalemimiz çok azdır. Önümde onun “Kırık Kanatlı Jöntürk”, “Sessiz Bir Ses” (ki, buradaki yazıların pek çoğu Türk Edebiyatı dergisinde çıktı.) “Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar”, “Tanıdığım Atsız” isimli eserleri var. Bunlar bizim bugünkü güzel Türkçemizin çok canlı örnekleri olarak gönlümüzde yayla rüzgârları estiriyor.

Bu sohbet münasebetiyle ben inanıyorum ki Altan Deliorman bizi yeni bir tarih şuuru ve sevgisiyle karşı karşıya bırakacaktır. Kendisini bize bu sohbeti hazırladığı için bir defa daha tebrik ediyorum, teşekkür ediyorum ve sözü kendilerine bıkarıyorum.

ALTAN DELİORMAN’IN

KONUŞMASI

Efendim, değerli Yavuz Bülent Beyin dostluk saikıyla hakkında ibraz buyurduğu lâyık olmadığım iltifatlarına teşekkür ediyorum.

Bugün üzerinde konuşacağımız konu, hakikaten çok geniş bir konu. Bunu bütün teferruatıyla anlatmak çok uzun zamanımızı alacaktır. Buna imkân yok. Ancak tarihimizde kilometre taşı olmuş bazı şahsiyetlerle, onların bazı hususiyetlerine, kısa kısa temas ederek, hatırlatmalar yaparak konumuzu toparlamaya çalışacağız.

Efsane şahsiyet dediğimiz zaman, adı efsanelere karışmış, destan şahsiyetleri kasdetmiyoruz şüphesiz. Yani bir Oğuz Han, Bir Manas, bir Alp Er Tunga, bir Battal Gazi değil. Onların kendilerine mahsus bir yeri vardır, onlar ayrı bir sınıf.

Efsane şahsiyet ne? Bildiğiniz tarzda bir tarif yaparsak, belli bir tek sözüyle, bir tek hareketiyle ve belki de o hareketinin yol açtığı sonuçlar itibarıyla büyük akisler yapmış, unutulmamış, milletin hâfızasında, vicdanında asırlar boyu yaşamış ve yaşaması gereken şahsiyetler… Bunlar bizim tarihimizde pek çoktur. Zannetmiyorum ki, hiçbir milletin tarihinde bu kadar büyük akisler yapmış tarihî şahsiyetler bulunsun.

Bunların arasında biz bir tasnif yapma imkânına da sahip değiliz. Bu, ciltler tutacak bir biyografya çalışması ister. Ona imkânımız elbette yok. Ancak bazıları bilinen, bazıları bilinmeyen, belki çoğunuzun muhtelif yerlerde okuduğu, dinlediği, hatırladığı şahsiyetlere kısa kısa temas etmek suretiyle konumuzu tamamlayalım diye düşünüyorum.

Bence Türk tarihinin, (bence dediğim zaman bütün bunların da izafî olduğunu baştan söylemek lâzım. Çünkü bana göre veya başkasına göre efsane olan, kahraman olan isimler bir kısmına göre de olmayabilir. Burada bir izafîlik hiç şüphesiz vardır, o da bana aittir) ilk büyük şahsiyeti hiç şüphesiz ki Mete Han’dır. Büyük Hun Devletinin büyük hükümdarıdır. Özelliği şuradan ileri gelmektedir; çok kısa süre içinde çok büyük bir imparatorluk meydana getirmiştir. Var olan devleti büyütmüştür. Düşününüz ki Hazar’dan Çin Denizi kıyılarına kadar uzanan muazzam bir toprak üzerinde teşkilâtlı, birbiriyle bağlantılı, ister federasyon olsun, ister daha müttehit bir topluluk olsun, güçlü bir imparatorluk kurabilmiştir. Bunu tarihte birçok şahsiyetler de zaman zaman başarmışlardır.

Mete Han’ın en büyük hususiyeti sadece bu değildir. O çağda Asya’da yaşayan bütün Türk topluluklarını da bu devlet içinde toplamayı başarmış, yani bizim, bugün hâlâ hayâl ettiğimiz büyük Türk birliğini tarihte ilk defa gerçekleştirebilmiştir. Türk devletini, Türk ordusunu ilk defa teşkilâtlandıran ve bu teşkilâtın uzun süre devam etmesini sağlayıcı tedbirler alan bir hükümdardır Mete Han.

Bugün bizim ordumuzda bildiğiniz gibi onbaşı, binbaşı tarzında on’lu bir bölünme vardır. Sadece bizim ordumuzda değil, bizden örnek almış başka ordularda da var. Meselâ Moğollarda. Türk ordusunu bu şekilde on’lu taksimat hâlinde ilk teşkilâtlandıran Mete Han’dır. Düşünün ki M.Ö. 2. yüzyıl, 170-180 seneleri. Bugün 2000’lerdeyiz. Demek ki 2200 seneden beri onun kurduğu bir sistem devam etmektedir. Bu önemli bir hâdisedir.

Büyük Hun Devleti, Mete Han’dan sonra çeşitli hükümdarlar zamanında, gittikçe zafiyet göstermiş ama yaşamaya devam etmiştir.

M.Ö. 1. yüzyılda bir hâdise var. Çok enteresan bir olaydır. Hunların başına Hohanyeh isminde bir hükümdar geçiyor. Bu telâffuz Çin kaynaklarından alındığı için Çincedir. Muhakkak ki ismi Türkçe bir isimdir ama Çinliler bu şekilde yazdıklarından, kendi asıl ismini bilmediğimiz için Hohanyeh olarak anıyoruz. Devlet zayıflamış, o dönemde Çin çok güçlenmiş. Devlet erkânı, kumandanlar toplanırlar, içlerinden bazıları der ki; “Biz ne yapalım ki devletimizi ayakta tutalım?” İçlerinden, devlet erkânından ileri gelen biri; “Bizim bu dönemi zayiat vermeden, refah içinde atlatmamız için Çin’e bağlanmaktan başka çaremiz yoktur. Onlarla dost olalım, onların istediklerini yapalım, zamanla kuvvetlenirsek, kendi başımızın çaresine bakarız.” Hükümdar da bu fikre katılır ve böylece elçiler gidip gelmeye başlar.

 

Orkun'dan Seçmeler