Eski albümden tanıdık çehreler
Dünyayı sarsan büyük savaş biteli henüz bir yıl bile olmamıştı. Şimdi iki büyük kamp beliriyordu: Demokrasiler ve onun karşısındakiler. Zafer kazananlar arasındaki paylaşımda Türkiye demokrasilerin payına düşmüştü. Yeni şartların gereği çok partili bir siyasî hayata geçilmesi gerekiyordu. 22 yıldan beri süre gelen tek parti egemenliği son bulmalıydı. Bunun için yeni partiler kurulmalıydı. Bu ortamda birçok partinin kuruluş dilekçeleri verilmiş, bazıları tabelalarını asmış, bir kısmı da teşkilât kurmaya girişmişti. Fakat gözler eski başbakandaydı. İktidar partisinden istifa eden bu zat, aynı partiden ihraç edilmiş üç arkadaşıyla yeni bir siyasî yolculuğa çıkmanın işaretlerini veriyordu. Uzunca bir bekleyişten sonra, 1946 yılının Ocak ayında bu yeni atılım da adını ilân etti: Demokrat Parti.
Bu partinin kuruluşundan hemen bir ay sonra haftalık bir dergi yayın hayatına başlıyordu. Bir sayısının kapağında “Hak-Adalet-Hürriyet-Millî Tarih-Millî An’ane-Millî Refah” yazan bu dergi muhafazakâr, orta halli, muhalif okuyuculara hitap ediyordu. Bu nitelikleriyle de, ana muhalefet partisi olan Demokrat Parti’nin kapalı destekçisiydi. Okullara din ve ahlâk dersi konulmasını teklif ederken her sayısında Hz. Muhammed’in hayatına yer veriyor, yolsuzluklara karşı çıkmakla yetinmeyip liberal bir ekonomik hayatın özlemini dile getiriyordu. Muhtevası, Atatürk’ün henüz yıpratılmamış hâtırasına samimi bir bağlılığı gösteriyordu. Bir sayısında kocaman bir el resmini kapağına koymuş, altına da “Yeter, söz milletindir” başlığını yazmıştı. Bu üç kelime, birçok mânâyı birden ifade ediyordu. En başta da değişim isteklerini… O yıl yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti, propaganda afişlerinde bu el resmine ve altındaki yazıya yer verdi. Bu afiş, demokrasi hayatımızın ilkleri ve unutulmazları arasına girdi. Derginin, Demokrat Parti’nin iktidar yürüyüşüne ciddî katkısı oldu.
Cumhuriyet tarihimizin haftalık ilk siyasî dergilerinden biri, belki de birincisi olan bu derginin adı “Millet”ti. Bir köşesinde de sahibi ve yazı işleri müdürü olan zatın adı yazılıydı: Cemal Kutay.
Bu imza, basın hayatının yabancısı değildi. Konya’daki Babalık gazetesinde başlayan gazetecilik hayatı Hâkimiyet-i Milliye’de istihbarat şefliği, bu gazetenin devamı olan Ulus’ta yazarlıkla sürüp gitmişti. İleriki yıllarda sık sık “Ben Atatürk”ün ekmeğini yedim. O benim velinimetimdir” demesi bu sebeptendi. Doğduğu şehir Konya’da Yeni Anadolu gazetesini ve Zaman dergisini yayınlamıştı. Sonra İstanbul’a gelip, 5 kuruşluk gazetelerin yanında 1 kuruşa satılan Halk gazetesini çıkarmıştı. Sonra da Millet dergisini. O sıralar 37-38 yaşlarında genç fakat tecrübeli bir gazeteci olarak biliniyordu. Kalemi bereketliydi. Millet dergisinin birçok yazısını asıl veya takma adlarla kendisi hazırlıyordu. Başka yazarlarınkine benzemeyen bir üslûbu vardı. Yıllarca, tek parti iktidarının yayın organında çalışmıştı ama şimdi o zümrenin en şiddetli muhaliflerinden biri olmuştu. Aslında onun muhalefeti, Atatürk’ün ölümünden sonraki dönemeydi.
Cemal Kutay, siyasetin ne kadar vefasız olduğunu kısa zamanda öğrenecekti. Demokrat Parti, gittikçe büyüyen bir çığ gibi gelmiş ve l950’de büyük çoğunlukla iktidar olmuştu. Buna, bizim yakın tarihimizde “Beyaz İhtilâl” adı verilecekti. Ama, iktidarın yeni sahipleri, kendilerine omuz verenlerin bazılarını unutmuş gibiydiler. Cemal Kutay da bunların arasındaydı. Ona doğru dürüst bir vazife verilmemişti. Yayın hayatında ise artık başka isimler destekleniyordu. Cemal Kutay, fertleri çoğalan ailesini geçindirmek zorundaydı. Gitti, Çemberlitaş tarafında bir dükkân kiralayıp köftecilik yapmaya başladı. Belki kırıldı ama kimseye gücenmedi. Köftecilikten de gocunmadı. Hayat insana neler hazırlayacak, bilinmezdi. Onun lügatinde çok geçen tecelli sözü belki de o dönemde zihnine kazınmıştı.
• • •
Cemal Kutay’la çok sonraları, 1960’larda tanıştım. O sırada Millî Işık adında aylık bir fikir dergisi yayınlıyordum. Bir gün babam, yanında bir misafirle idarehaneye geldi. “Bak, dedi, Cemal Kutay Beyle geldik. Bundan sonra dergiye yazı verecek. Kendisini herhalde tanıyorsun”. Elbette tanıyordum. Birkaç yıl önce yayınladığı “Tarih Konuşuyor” dergilerini takip etmiş, muntazaman alıp ciltletmiştim. Orta boyluydu. Saçları tamamen dökülmüştü. Açık alnında kocaman bir ben göze çarpıyordu. “r” leri hafifçe yutarak tatlı bir pelteklikle konuşuyordu. Son derece temiz giyinmişti ve son derece nazikti. Gerçi ilk defa tanışıyorduk ama onun çocuğu yaşındaydım. Üstelik baba dostu olmak gibi bir yakınlığı da vardı. Ama bana daima “Altan Beyefendi” diye hitap ediyordu. Baştan bu kadar inceliği fazla –hattâ biraz da sunî- bulmuştum. Fakat sonraları herkese karşı böyle davrandığını görecektim.
Millî Işık’ta Cemal Kutay’ın birçok yazısı yayımlandı. O yazılarının genel başlığı “Vur, fakat dinle” idi. Dergilerinde, kitaplarında böyle başlıklar kullanmayı seviyordu. Yazılarının bir özelliği de çok resimli olmasıydı. Resimlerine ve belgelerine, yazılarından çok değer veriyordu. Klişeleri yapıldıktan veya filmleri çekildikten sonra resimlerin mutlaka iadesini ister, gecikme olursa titizlikle takip ederdi. Zengin bir arşivi olduğu muhakkaktı. Bâbıâli’de bu arşivi edinme şekliyle ilgili çeşitli hikâyeler anlatılırdı.
Onunla ilgili bir de hâtıram vardı. Bir süre önce Anadolu’da seyahate çıkmıştım. Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesine gittiğimde, orada öğretmenlik yapan eski bir arkadaşımla karşılaştım. O ve beni uzaktan tanıyan çevresi samimi bir alâka gösterdiler. Evde akşam yemeğine davet ettiler. Yemekten sonra başka misafirler de geldi. 15 – 20 kişilik bir grup oluştu. Onlarla gece yarısına kadar sohbet ettik. Bana Eşref Sencer Kuşçubaşı’nı, Atsız’ı, Said-i Nursî’yi, Türkeş’i ve Cemal Kutay’ı soruyorlardı. İlgi alanları bu kadar genişti. Anladım ki Cemal Kutay’ın dergilerini ve kitaplarını okumuşlar, okumaya da devam ediyorlar. Onun, Anadolu’nun küçük kasabalarına kadar uzanan bir şöhreti olduğunu görüyordum. Misafirler dağılınca yere bir yatak serdiler, yüklükten çıktığı besbelli bahar kokulu yorganlar getirdiler. Yatıp uyudum. Baş ucumdaki duvarı, asılmış başbakan Adnan Menderes’in büyük bir tablosu süslüyordu.
Eşref Kuşçubaşı, Teşkilât-ı Mahsusa’nın önderlerinden biriydi. Meşrutiyetten önce ve İttihad ve Terakki döneminde akıl almaz maceralar yaşamış, Osmanlı Devleti’nin son savaşında büyük hizmetler görmüştü. Arabistan çöllerinde, İngilizlerin ünlü casusu Lawrence’e karşı bazen tek başına mücadele etmiş, yaralanıp esir düşmüş ve kurtulmuştu. Savaş yenilgimizle bittiğinde, İttihadçılar onun Ege’deki çiftliğine büyük miktarda silâh ve cephane saklamışlardı. Kuvayı Milliye’nin ilk dönemindeki direnişe bu silâhların önemli katkısı olmuştu. Yunan’a karşı mücadelede Çerkes Ethem’i desteklemiş, onun düzenli orduyla bozuşmasından sonra da bu desteği devam ettirmesi l50’likler listesine girmesiyle sonuçlanmıştı. Sürgünden dönüşte çiftliğine çekilmiş, sakin bir hayat yaşıyordu. Bir gün Cemal Kutay’ı çağırmış, kaleme aldığı hâtıralarını, belgelerini ve fotoğraflarını ona emanet etmişti. Bunların ölümünden sonra yayınlanmasını istiyordu. Cemal Kutay, bu hâtıralardan birçok kitap çıkarmıştı. Mehmed Âkif’in Necid çöllerindeki maceralarını ben bu kitaplardan birinde okuyup öğrenmiştim. Yakın tarihimiz bakımından ilgi çekici eserlerdi.
• • •
1950’lerin ikinci yarısı, Cemal Kutay’ın cilt cilt kitaplarını arka arkaya yayımladığı yıllar olmuştu. 1960’a kadar 20 cilt olarak yayımlanan “Türkiye Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi” toplam 12740 sayfaydı. Bu külliyatı, haklı olarak “Mutlakıyet – meşrutiyet – cumhuriyet devirlerinin en hacimli tarih kitabı” şeklinde nitelendiriyordu. Eser, alâka ile karşılanacak, tükendikçe yeni basımları yapılacaktı.
Eski gazeteci – yazar, 20 ciltlik kitabı yayımlandıktan sonra artık “tarihçi” hüviyetini hak etmişti. Bundan sonra böyle anılacaktı. 1960’larda “Tarih Konuşuyor” serisi olarak 9 – l0 kitap yayınladı. Bunlar, küçük boy, ciltli kitaplardı ve daha çok Kuşçubaşı evrakına dayanıyordu. Bu seriden sonra aynı isimle bir tarih dergisi çıkardı. Artık bir adres stoku vardı. Kitaplarını dağıtıcılara vermiyor, kendisinde bulunan adreslere abone usulü gönderiyordu. Sadık okuyucuları vardı. Dergi veya kitap, ne çıkarırsa çıkarsın itirazsız satın alıyorlardı. Onlar, eserlere veya dergilere değil, Cemal Kutay’a abone olmuşlardı. Bir gün bana “Posta çeki ile çalışıyorum. Muhasebemi de çek hesabım tutmuş oluyor. Doğrusu büyük kolaylık” demişti. Birçok kitabının içinde veya arka kapağında okuyuculara hitaben kaleme alınmış yazılar bulunurdu. Bunlar, abone olmaya teşvik yazılarıydı.
Cemal Beyle asıl yakınlığımız Boğaziçi Yayınları’nın kurulmasından sonra başlamıştı. Bir gün heyecanla gelmiş, elindeki kalın dosyayı önüme açarak “Bunu sizin yayınlamanızı istiyorum” demişti. Bahsettiği kitap “Çerkez Ethem Dosyası” adını taşıyordu. O güne kadar bilinenleri hayli değiştirecek, yeni belgeler ihtiva eden bir çalışmaydı. Hacimli olduğu için ancak iki cilt hâlinde yayınlanabilirdi. Fakat risk taşıdığı da açıktı. Danışmalardan sonra kitabı yayımlamaya karar verdik. Eser, beklenenin üstünde rağbet gördü ve kısa zamanda tükendi. Fakat Cemal Kutay’ın Çerkez kökenden geldiği, hattâ yayınevi yöneticilerinin de aynı durumda oldukları söylentisi bir süre ağızlardan düşmedi. Türkiye, yakın tarihin tarafsız gözle incelenmesine henüz hazır değildi
Belki on beş yıl sonra bir gün, temiz giyimli yaşlı bir adam, kapıyı açıp nefes nefese içeri girdi. Selâma bile gerek görmeden:
– Sizde Çerkes Ethem Dosyası bulunur mu, diye sordu.
– Hayır, maalesef.
Ziyaretçi büyük bir hayâl kırıklığı içinde sandalyeye çöktü.
– Peki, ben bunu nasıl bulacağım? Aramadığım yer kalmadı. Son ümidim sizdeydi.
Kitabın şöhretini duymuş, hiçbir yerde bulamayınca tâ Balıkesir’den kalkıp gelmişti. Ona anlattım ki, çok yıllar önce basılmış bu eserin bizde bile tek nüshası kalmamıştır. Bu yüzden fotokopi imkânımız da yoktur. Zaten o yıllarda fotokopi de şimdiki kadar kolaylaşmamıştı ve çok daha pahalıya mal oluyordu.
O zatın bir felâkete uğramış gibi bitkin ve omuzları çökmüş hâlde ayrılışı hâlâ gözümün önündedir. Bir kitabın bu kadar etkili oluşu sık rastlanan bir hâdise değildi.
Cemal Beyle sık sık görüşüyorduk. Bana artık yakın akrabası gibi davranıyordu. Anlattığına göre, bir projeye kefil olmuştu. Vefat etmiş yakın bir arkadaşının müteahhit oğlu Didim’de büyük bir yazlık site inşaatına girişmişti. Evler hızla yapılıyordu. Maliyetleri düşüktü ve uzun sayılacak taksitlerle ödeme imkânı vardı. Daireler mobilyalı olarak teslim edilecekti. Dikiş kutusunda iğne ipliğe kadar her şey düşünülmüştü. Mobilya işini de. Sümerbank’tan emekli kardeşi üstlenmişti. Cemal Beyin kefaleti, inşaatın kalitesine ve zamanında bitirilmesine dairdi. Müteahhit dürüst ve iş bilir bir adamdı. Ona güveni tamdı. Üstelik Didim sanıldığı kadar uzak bir yer değildi.
– Sabah uçağa binip İzmir’e gidiyorum. Oradan beni arabayla alıyorlar. Didim iki saat. Öğle yemeğini orada yiyorum. Notere gidiyoruz. Gerekli evrakı imzalıyorum. Sonra yine İzmir’den dönüp akşam televizyonda Kaçak’ı seyrediyorum.
“Kaçak” o sıralarda heyecanla izlenen yabancı bir dizinin adıydı.
Uzaklarda mamur -ve muhayyel- bir şehri seyretmenin heyecanını yaşıyordu.
– Efendim, burada binden fazla aile yaşayacak. Gençler birbirleriyle tanışıp evlenecekler. Onların çocukları parkta oynayacak, sokaklarda koşuşacak. Orta ve dar gelirli aileler de yazlıkta yaşamanın tadına varacak.
Ben ve arkadaşlarım da burada birer daire edinmeliydik. Onun ne kadar haklı olduğunu görecektik.
Sitenin adını koymuştu: Mavi Şehir. Bununla yetinmemiş, sokaklarına da Oruç Reis, Uluğ Bey, Atatürk, Devlet Hatun gibi isimler vermişti. Sonra sıra apartımanlara gelmişti. Onlara koyduğu isimler Papatya, Zambak, Leylâk, Gül, Karanfil, Şebboy gibi çiçeklerden seçilmişti.
Her şey yolunda giderken, bir süre sonra Cemal Beyden bir yazı geldi. Kefaletten çekiliyordu. Demek ki bir anlaşmazlık olmuştu veya işlerde aksamalar başlamıştı. Zaten ne zaman böyle ticaretle ilgili bir işe girişse sonu hüsran oluyordu. Köfteci dükkânı gibi, inşaat işini de sürdürememişti. Onun nasibi, kaleminin emeği ile geçinmekti. Göz nurundan başka bir kazanç yolunda talihi yaver gitmiyordu.
Cemal Beyin rüyası gerçekleşti. Mavi Şehir’in o günkü genç sakinleri bugün çocuk parkında torunlarının salıncaklarını sallıyorlar.
• • •
Yaşı 90’a yaklaşan Celâl Bayar hâtıralarını yazmak istiyordu. Fakat buna ne mecali yetiyordu, ne de kalem tecrübesi. Cemal Kutay, acaba kendisine yardımcı olabilir miydi? Bu, belgeler ve kitaplar arasında uzun bir yolculuk demekti. Cemal Bey seve seve kabul etti. Artık haftanın birkaç günü Moda’dan “Beyefendi”nin Göztepe’deki köşküne gidiyordu. Orada baş başa saatlerce çalışıyorlardı. Uzun süre devam eden bu çalışmanın sonunda “Ben de Yazdım” ın sekiz cildi yayınlanıyordu. Fakat, Bayar, hâtıralarını daha Millî Mücadele’yi bile anlatmadan burada kesmişti. Devamı nedense gelmedi.
Biz, Boğaziçi Yayınları’nda on yıl içinde Cemal Beyin beş kitabını yayımladık: Çerkez Ethem Dosyası, Türk Millî Mücadelesinde Amerika, Atatürk’ün Son Günleri, Ege’nin Kurtuluşu ve Ege’nin Türk Kalma Savaşı. Bu son ikisi daha önce İzmir’deki Yeni Asır gazetesinde yayımlanmış ve satışı önemli ölçüde artırmıştı.
O arada bir gün Türk Petrol’un patronu Aydın Bolak telefon etti. Kendisini Cemal Kutay’la tanıştırabilir miydim? Bir öğle yemeğinde buluşabilir miydik? Cemal Bey, teklifi memnuniyetle kabul etti. Aydın Bolak’ın babası Mehmed Vehbi Efendi, Kuvayı Milliye’yi Balıkesir’de teşkilâtlandıranların, orada kongre toplayanların başında geliyordu. Onun aziz hâtırasını daima saygıyla anarken, oğlunun isteğine hayır diyebilir miydi? Liman Lokantası’nda buluştuk. Aydın Bey, Türk Petrol Vakfı’nın müdürü, benim eski arkadaşım Uğur Derman’la birlikte gelmişti. Düşüncesi şuydu: Babası hakkında biyografik bir eser yazdırmak. Kendisindeki notları ve belgeleri verecek, gereken yardımı yapacaktı. Bu işi Cemal Kutay üzerine alabilir miydi?
Cemal Bey, bu teklife olumlu bakıyordu. Bundan sonra doğrudan görüşmek üzere birbirlerinin telefonlarını aldılar. O kitap yazıldı mı, yayımlandı mı, bilmiyorum. Görmedim, nedense Cemal Beye de sormadım.
Genç yaşlarımda Varlık Yayınları’nın 1 liralık cep kitaplarından birçok tercüme okumuştum. Fransızcadan yapılan çevirilerde Samih Tiryakioğlu’nun düzgün Türkçesi, akıcı ifadesi beni etkilemişti. Bir gün, konuşma arasında bu hissimi Cemal Beye de söylemiştim. Kısa süre sonra Cemal Bey, yanında Samih Tiryakioğlu olduğu hâlde çıka geldi. Meğer Moda’da birbirlerine yakın oturuyorlarmış. “Sizleri tanıştırayım. Belki karşılıklı faydanız dokunabilir” diyordu. Gerçekten de öyle oldu. Samih Beye birkaç sipariş verdik. Hepsini zamanında ve eksiksiz olarak getirip teslim etti. O da tam bir profesyoneldi.
O sıralarda Cemal Kutay, lâf arasında Said-i Nursî’nin Teşkilât-ı Mahsusa’daki ve İstiklâl Harbindeki hizmetlerinden bahseder olmuştu. Bunun sebebini bir süre sonra Said-i Nursî hakkında hacimli bir kitabı yayımlanınca anladım. Yeni Asya Yayınları, Cemal Beye böyle bir sipariş vermişti. O da çalışmış, hattâ bu uğurda seyahatlere çıkmış, eseri kaleme almıştı. Ben, Atatürk döneminin mahkûm ve mahpusu Said-i Nursî ile o coşkulu Atatürk bağlılığının nasıl bağdaşabildiğini anlamış değildim. Cemal Beye göre ise izahı basitti: Sezar’ın hakkı Sezar’a.
Tercüman gazetesinde çalışıyordum. Bir gün Kemal Ilıcak:
– Cemal Kutay’ın bir tefrikasını yayımlamak istiyoruz. Ne dersin, diye sordu.
Kemal Beyin böyle bir usulü vardı. Tereddütte kaldığı konular hakkında güvendiği kimselerin görüşünü alır, sorar soruştururdu.
– İsabet edersiniz, diye cevap verdim. Cemal Beyin tefrikaları satışı artırmakta daima tesirli olmuştur.
Bir zaman sonra tefrika yayımlanmaya başladı. “Üç Devirde Bir Adam” başlığı altında, Ali Fethi Okyar’ın hâtıralarıydı. Fakat, üslûbu ve ifade tarzı Fethi Beye değil, Cemal Kutay’a aitti. Bu yüzden, yakın tarih araştırmalarında güvenilir bir kaynak olmaktan uzak bulunduğu iddiaları yaygınlaşacaktı.
Ne zaman bir dergi yayımlasam Cemal Beyden yazı istiyordum. O da hiç nazlanmadan yazılarını gönderiyordu. Her zamanki gibi bol resimli olarak. Boğaziçi ve yurt dışındaki vatandaşlarımız için yayımladığım Bayrak dergilerinde birçok yazısı çıkmıştır. Bunlar hiçbir telif bedeli istenmeden yazılan hatır yazılarıydı. Ben de, kitaplarıyla ilgili tanıtım yazıları veya reklâmlar koyarak onun gönlünü alırdım. Bir defasında Bodrum’daki evinin satış ilânını birkaç kere yayımlamıştık. Bilmem faydası oldu mu? Ama, anlaşılan oydu ki, artık Bodrum’a gitme, hele orada yaşama isteği bir hayâl olmuştu.
Yaşının 85’e yaklaştığı dönemde kader ona iki oyun oynadı. Hemen hemen elli yıl aynı yastığa baş koyduğu eşi hayata veda etti. Biri erkek, dördü kız, beş evlât yetiştirmişlerdi. Acı tatlı birçok macerayı birlikte yaşamışlardı. Ona olan sevgisini yakın çevresinde bilmeyen yoktu. Şimdi önce davranıp böyle gidivermenin âlemi var mıydı?
Bu darbenin acısı yavaş yavaş soğuyorken bu defa evinde yangın çıktı. “Benim büyük hazinem” dediği arşiviyle kitaplarının bulunduğu evin bir bölümü harap olduktan sonra yangın söndürülebildi. Geçmiş olsun demek için aradığımda, telefondaki sesi hâlâ titriyordu. Neyse ki kurtulan kurtulmuştu.
Artık gözleri daha az görüyor, kulakları daha az işitiyordu. Buna rağmen kalem elinden düşmüyordu. Şimdi, genç bir hanım okumakta, yazmakta kendisine yardımcı oluyordu. 28 Şubat sürecine girilmişti. Televizyon kanalları Cemal Kutay’ı ekrana çıkarmak için yarış hâlindeydi. O da doğrusu bundan zevk alıyordu. Çıktığı programlarda hâtıralarını anlatıyor, düşüncelerini dile getiriyor, kendini dinletmesini de biliyordu. Atatürk’ün daha kuvvetle anıldığı zamanlarda Cemal Kutay hatıra geliyordu. Harb Akademilerinde genç kurmay adaylarına konferans verirken veya bir okulda öğrencilere hitap ederken girdiği heyecanlı ve coşkulu ruh hâli dünyalara bedeldi. İstanbul Üniversitesi’nin ona fahrî tarih doktoru ünvanı verdiği merasimde rektörün elinden cübbe giyerken, geride kalan 70 yıllık kalem çilesinin mükâfatına kavuşmuş gibiydi.
Bizim akademisyen tarihçiler, üniversite dışındaki tarih yazarlarına pek meslekdaş gözüyle bakmazlar. Cemal Kutay da bu bakıştan nasibini almıştı. Sırası geldikçe “Ben akademik tarih tahsili yapamadım” derdi. Sonra anlatırdı:
– Nasıl yapacaktım ki? Babam, Konya İstinaf Mahkemesi hâkimiydi. Sevilen sayılan, itibarlı bir insandı. Ben 12 yaşımdayken vefat etti. Ailenin en büyük çocuğu bendim. Rüştiye ve idadî tahsilimi Konya’da zorluklar içinde yaptım. Mezun olunca iş aramak için Ankara’ya gittim. Babamı tanıyan Konya meb’uslarını bulacaktım. En ucuz otelde yatmak şartıyla cebimde iki gün kalacak kadar param vardı. Bana demişlerdi ki, orada Havuzlu Kahve vardır, çayını orada içersin. Kırk paradır. Başka yerde altmış para alırlar. Gittim, Havuzlu Kahve’ye oturdum. Masada Hâkimiyet-i Milliye gazetesi duruyordu. Şöyle bakarken gözüme bir ilân ilişti. Gazetede çalışacak musahhih aranıyordu. Eh, ben, Konya’daki Babalık gazetesinde 12 yaşımdan beri bu işle uğraşıyordum. Doğru gazeteye gittim. İmtihan açacaklarmış. 17 kişi müracaat etmiş. İmtihana girdik, birinci oldum. Böylece gazetenin kadrosuna aldılar. Orada Falih Rıfkı Beyin çok himayesini gördüm. Bana ikinci bir babammış gibi davrandı.
Fahrî tarih doktoru ünvanı, acaba onun 70 yıllık hasretine bir cevap mıydı? Gönlündeki kırık bir telin ses vermesine yetecek miydi?
90’lı yaşların başındaydı. Yeni bir kitap dizisine başlıyordu: Tarih Aydınlığı. Her ay 288 sayfalık bir cilt yayınlanacaktı. Ve bu hacimdeki bir kitabı Cemal Kutay tek başına dolduracaktı. İlk sayının kapağında okuyucularına şöyle hitap ediyordu:
“İnsan oğlu, yaşı başıyla ters düşen bir emek üzerindeyken nüfus tezkeresini hatırlamak zorunluluğunu duyar: Doksan bir yaşındayım. 70 yıldır kalem elimden düşmedi. Ülkeme bir dünya rekoru sayılan yüz yetmiş sekiz kitap verdim. Ama bugün yarı gören gözler ve yarı duyan kulaklarla yine önünüzdeyim.”
Haklıydı. Kitapları üst üste konulduğunda kendi boyunu aşıyordu. Çıkacak olanlarla birlikte kitaplarının sayısı 180’i aşacaktı. “Bir gün bile memuriyetim yoktur, diyordu, devletten bir kuruş destek görmedim. Bir ömür, sadece kendi kalemimle geçindim. Çok da memnunum.”
O aralık Türkçe ibadet fırtınası esmeye başlamıştı. Gazeteler, televizyonlar bu konuyu evire çevire tartışıyorlardı. Ekranlarda yine Cemal Kutay vardı. Hâfızasıyla hitabetinden bir şey kaybetmemişti. Ama şimdi sanki daha heyecanlıydı. Atatürk’ün halefleri sözüne itiraz ediyordu. Ona göre hiçbir cumhurbaşkanı Atatürk’e halef olamamıştı. Hiçbiri Atatürk’ü anlamamış, hele onun yolundan gitmeyi hiçbiri denememişti. Bu yüzden hepsine kırgın, hattâ kızgındı. Bir ayda 13 baskı yaptığını söylediği ”Türkçe İbadet” kitabını göstererek “Atatürk bunu hep istemişti, kimse sahip çıkmadı” diyordu.
Son yıllarında böbrek yetmezliğinden muztaripti. Bu durumdayken ek bir hastalığın gelmesi daima tehlikeli sayılıyordu. Şikâyetleri artınca muayene edilmiş, pnömoni teşhisi konulmuştu. Evinde yatıyordu. Durum düzelmeyince hastaneye kaldırıldı. Fakat yapılan tedaviye cevap alınamıyordu. Ertesi akşam, hastanenin loş ışıkları altında gözlerini kapadı. “Asırlık bir çınar devrildi” sözü sanki tam ona göre söylenmişti.
Yakınları kısa süre sonra şaşırtıcı gerçeği fark ettiler: Ölüm tarihi, 14 yıl önce vefat eden eşinin öldüğü güne rastlıyordu. Dudaklarında donup kalmış o hazin tebessüm, belki de son nefesinde bu mutlu tesadüfe bir şükran ifadesiydi.