Geçen sayımızda kişiliğinden ve görüşlerinden bahsettiğimiz Cemaleddin Afganî’nin Türkçülüğe dolaylı bir etkisi de Mehmed Emin (Yurdakul) Bey vasıtasıyla olmuştur. Afganî, İstanbul’a ikinci gelişinde geniş bir çevre edinmişti. Tanınmış kimselerden birçoğu kendisini ziyarete gelir, sohbetinden yararlanmak isterdi. Gerçi bir süre sonra âdeta göz hapsine alınmış, Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile hareketleri sıkı şekilde kontrole başlanmıştı. Onu ziyaret etmek, yönetim nazarında şüpheli duruma düşmek demekti. Bu sebeple, ziyaretçilerden bir kısmının ayağı, Afganî’nin oturduğu konaktan kesilmişti. Ama, genç bir şair olan Mehmet Emin Bey, bu duruma aldırış etmeden onun sohbetlerine koşuyordu. Cemaleddin Afganî, İslâm milletlerinin millî şuura varmalarını, milliyetçilik yoluyla bağımsızlıklarına kavuşup güçlenmelerini, İslâm dünyasının ancak bu suretle kurtulabileceğini telkin ediyordu. Onun bu görüşleri Mehmed Emin Bey üzerinde etkili oluyordu. Afganî’ye göre azim, fedakârlık, kendine güvenme, sebat, ölümden korkmamak gibi hasletler çok gerekliydi. İnsanlar, özellikle aydınlar bu hasletlerle donatılmış olmalıydı. Afganî’nin sözleri, Mehmed Emin Bey’i Türk milletinin yoksulluğu, hürriyetsizliği, geri kalmışlığı, ihtiyaçları üzerinde derinden düşündürüyordu.
Mehmed Emin Bey, o sıralarda ilk Türkçe şiirleri yazmaya başlamıştı. Buradaki “Türkçe”den maksat, Osmanlıcanın ağdalı söyleyişi yerine öz ve saf Türkçe kelimelerle yeni bir söyleyiş şeklidir. O zamana kadar esas alınan aruz vezninin yerine de Türklerin millî vezni olan hece veznini kullanmak, bu söyleyiş tarzının tabiî bir sonucuydu. Böylece, hece vezni ile yazılmış ve içinde yabancı kelimeler bulunmayan, herkesin anlayabileceği şiirler ortaya çıkıyordu. Şair, şiir anlayışına temel teşkil eden görüşlerini şu mısralarla ifade ediyordu:
“Biz o şiir isteriz ki çifte giden babalar
Ekin biçen kızlarla odun kesen analar
Yanık sesin dinlerlerken göz yaşını silsinler.”
Cemaleddin Afganî, Emin Beyin kendisine okuduğu bu şiirleri dinledikçe takdir duygularını gizlemiyor, genç şairi “İşte sizin asıl edebiyatınız budur” sözleriyle teşvik ediyordu. O sırada (1897) Türk-Yunan Savaşı başlamıştı. Türk orduları, Yunan kuvvetlerini her gördükleri yerde ezerek Atina’ya doğru ilerliyorlardı. Bu savaş, millî ruhu canlandırmış, devamlı yenilgilerden eziklik duyan insanların gönüllerinde ferahlık rüzgârları estirmişti. Mehmed Emin Beyin “Cenge Giderken” adlı şiiri tam bu sırada yayımlandı.
“Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur
Sinem, özüm ateş ile doludur.”
mısraları, bu şiirin heyecanlı mısralarından sadece ikisiydi ve o günlerde milletin hâfızasına ateşten harflerle kazınmıştı. Rejimin, Osmanlı Birliği (İttihad-ı anâsır) ve İslâm Birliği (İttihad-ı İslâm) gibi akımlardan medet umduğu bir dönemde genç bir şair Türk olduğunu, dini gibi soyunun da yüceliğini haykırıyordu. Bu, yepyeni bir sesti. O zamana kadar, ilim ve fikir yolunda ilk adımlarını atmış bulunan Türkçülük, ilk defadır ki edebiyat sahasında da sesini duyuruyordu. Hem fikirleri, hem dili, hem söyleyiş şekli ile…
Bu şiir, Türk edebiyatı tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Türk edebiyatında Türklük heyecanıyla söylenmiş ilk şöhretli manzume buydu.
Daha önce, Lâstik Said Beyin:
“Arapça isteyen Urbana gitsin
Acemce isteyen İrana gitsin
Frengîler Frengistana gitsin
Ki biz Türküz, bize Türkî gerektir”
şeklindeki rübaîsi takdir toplamıştı. Ancak, Mehmed Emin Beyin şiirleri daha farklıydı ve dil, vezin, fikir bakımından bir bütün teşkil ediyordu. Bu sebeple yankıları da çok geniş olmuştur.
Mehmed Emin Beyin ilk manzum eseri olan “Türkçe Şiirler” 1899’da yayımlandı. Bu kitapta, Emin Beyin sadece dokuz manzumesi yer alıyordu. Bir de, tanınmış edebiyatçıların, Mehmed Emin Bey ve şiiri hakkındaki tanıtma yazıları… Bu edebiyatçılar, Recaizâde Ekrem, Şemseddin Sami, Abdülhak Hâmid, Rıza Tevfik, Fazlı Necib gibi dönemin en tanınmış edebî şahsiyetleriydi. Hepsi de, genç şairin açtığı yeni çığırı beğeniyorlar, onu takdir ve teşvik ediyorlardı.
“Türkçe Şiirler” yayımlandığı tarihte derhal bir harekete yol açmış, tenkitçileri kadar taklitçileri de görülmüştü. Türkoloji bilginleri arasında da derin bir alaka uyandırmıştı. İngiliz müsteşrik Gibb ve Rus türkiyatçı Minorsky gibi bilginler, Mehmed Emin Beyin açtığı yeni çığırı alkışladılar.
Onlara göre, Türk milleti, Mehmed Emin Beyin şiirinde aradığı sedayı bulmuştu. Bu teşhiste haksız olmadıklarını zaman gösterecektir.
Mehmed Emin, şiirlerinde engin bir Türklük sevgisini terennüm ediyordu:
“Ey milletim, sen bundan tamam beş bin yıl evvel
Altaylarda yaşarken
Tanrım sana dedi ki: “Ey Türk ırkı, bu yerden
Güneşlere süzülen kartal gibi uç, yüksel;
Senin, her bir kuvveti ram edici ellerin
Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak,
Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısr’ın, her yerin
Er isteyen tahtları kollarını açacak.”
Mehmed Emin Bey, milletini Osmanlı, müslüman gibi belirsiz adlarla anmıyor, onu gerçek adıyla “Türk” olarak tanımlıyordu. Ayrıca, Türk soyuna olan sevgisini ve hayranlığını da en güçlü sesle haykırıyordu:
“En güzel yüz bize çirkin, biz severiz Türk yüzü,
En iyi öz bize fena, biz isteriz Türk özü.
Milletimiz alkışlarız, anıldıkça ‘Türk’ sözü.
Biz Türkleriz, biz bu kanla, biz bu adla yaşarız”
Hiç şüphe yok ki, Türkçülük, aynı zamanda halkçılıktır. Çünkü, milletin çok büyük bir bölümünü halk tabakaları teşkil eder. Halkın dertleri, ıstırapları, zevkleri, istekleri ve düşünceleri Türkçülüğün daima ön plânda tuttuğu hususlardır. Mehmed Emin Beyde de bu ilkelerin ilk belirtileri açıkça görülmektedir. Evvelâ, şiirler bütün halkın anlayacağı şekilde yazılmıştır: Hem şekil, hem dil bakımından. Ayrıca, bu şiirlerde samimî, yapmacıksız, abartısız, özentisiz bir halk sevgisi çok açıktır:
“Ben en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum.
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var.
Paçavralar altındaki yok- beni yaralar.
Mazlumların intikamın almak için doğmuşum
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez.
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et,
Unutma ki, şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak almış öksüz çocuk gibidir.
Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk,
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk.”
Gerçi daha evvel de Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hâmid gibi şairlerde halkçılık eğilimleri görülmemiş değildi. Fakat, bu, âdeta bir özenti gibi duruyordu. Bu şairler, esasen aristokrat ailelerin çocukları veya İstanbul efendileriydi. Mehmed Emin ise, bir balıkçının oğluydu ve halkın ta içinden geliyordu. Onun özelliklerini, duygularını, eğilimlerini yakından tanıyordu. Bu sebeple de, ifade bakımından daha başarılı oluyordu.
Mehmed Emin Beyle hem Türk edebiyatında hem Türkçülükte açılan yeni dönemi incelemeye devam edeceğiz.