TÜRK Ceza Kanunlarının uygulanmasında ceza muhakemesinde usulü, kaideleri gösteren kanun, genelde “CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ KANUNU’dur. Görevde bulunduğumuz bir sırada 1994 yılı içinde Selçuk Üniversitesi’nde yapılan bir SEMPOZYUMdaki söyleşimizde, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yapılan soruşturmaları ve soruşturmalarda zanlıların sorgularını konu edinerek anlatıma girmiştik.
Teröristlerin ifadesinin alındığı sırada kişisel tavrımız içinde görevin özelliğini şu cümle içinde değerlendirmiştik.
Cümlemizin tavrımızın çerçevesini gösterdiği söylenebilir.
Bizler “GÖZÜMÜZDE VATANIMIZI, GÖNLÜMÜZDE ATATÜRK’ÜN İLKE VE İNKILÂPLARINI TUTABİLMENİN, VİCDANIMIZDA DİNİMİZİ SAKLAYABİLMENİN, MİLLİYETÇİLİK VE LÂİKLİK DÜŞÜNCESİ İÇİNDE GÖREV YAPABİLMENİN” önem taşıdığını vurgulamıştık. Bu cümleyi ve içindeki düşünceyi kabul etmenin bizlere huzurlu bir ortam yaratarak görev yaptığımızı gösterdiğini gördük ve kabul ettik.
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulmasındaki ana öğe 1982 ANAYASAMIZIN 143. maddesinde çizilmiştir. Bu öğe, “Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, hür demokratik düzen ve anayasamızda belirtilen cumhuriyetimizin aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmak” görevidir.
Şimdi denilebilir ki; bu madde anayasamıza niçin konulmuştur? Nedeni 1980 ve önceki yıllarda yurdumuzda meydana konulan eylemlerin, genelde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik olmasıdır. Ülkemizin bulunduğu bölgede, devletimizi hedef alan yıkıcı, bölücü eylemlerin lâik ve sosyal devlet yapısını ortadan kaldırmaya çalışan vatan hainlerinin dış güçler ile birlikte hareketini n Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını tedirgin etmeye başlamasıdır. Elbet Türkiye’yi hedef alan yıkıcı ve bölücü faaliyetler, yasadışı örgütlenmeler, yabancı devletlerin de bu yolda katkıları, sonuçta her Türk vatandaşını ilgilendirmektedir.
Bunun için böyle bir ortamda devletimizin gücü, ülkemizin bölünmezliği, milletimizin özgürlüğü için en büyük kuvvet “MİLLÎ BİRLİK VE BERABERLİĞİMİZ”dir. Millî birlik ve beraberliğimiz içindeki temel taşlar, “Atatürk milliyetçiliği, halkçılık, lâiklik” ilkeleri başta olmak üzere Atatürk’ün ilke ve inkılâplarıdır.
Devlete karşı eylemler açık ve gizli olararak görüntülenir.
Görünen ve de açık olan eylemler; 1957 yıllarından sonra meydana gelen sokak hareketleri şeklinde ve genelde devletimize karşı geliştirilmişlerdir. Bu eylemler acı, korku, dehşet getiren eylemler olmuştur. Teröristler her eylemlerinde böyle bir ortam yaratmak için uğraş verirler. Üniversite ortamında genç kuşak içindeki bir kesim afacan insanımız bu kötü olduğu kadar acı getiren eylemleri uzun süre sergilemişlerdir.
Ta ki, 1980 yılında sokakların bölüşülmesi, ideolojik yapıların büyütüldüğü fark edilince, Türk yurdunu korumak, kollamak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sürekliliğini sağlamak görevi olan Türk Silâhlı Kuvvetleri harekete geçerek devletimizi parçalanma sınırına getiren eylemleri durdurmuştur. Sonra da 1982 anayasamız devletler arası anlaşmalar da ele alınarak yurdumuz bilim adamları ve siyaset bilimcilerince düzenlenmiştir.
İşte 1982 anayasamızda, 1960 anayasamızda olduğu gibi devleti koruma, kollama ve sürekliliğini sağlama görevi, asker hâkim ve savcıların da bulunduğu Devlet Güvenlik Mahkemelerine verilmiştir. 1984 yılı 1 Mayıs günü görev alan hâkimler ve cumhuriyet savcılarının terörde bilinci olanlar arasından seçildiği gözlenmiştir.
Zira Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluşunda asker hâkimlerin de görev almaları, önceki yıllarda sık sık kurulan sıkı yönetim mahkemelerine artık ihtiyaç duyulmasını önlemektir.
Günümüzde yirmi yıl gibi bir zaman diliminin geride kalmasıyla o günleri pek anımsayamayan bir düşünce içinde değerlendirilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi yeniden çizilmeye kalkışılmaktadır. Ama bu düşünce yanlış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için çok erkendir. Çünkü; PKK denen bölücü örgüt hâlen eylemlerini hem siyasî hem fiilî ortamda sürdürmektedir. Dahası yurtdışında yakalanıp getirilen, (yakalandı mı, alındı mı? O ayrı bir sorun) mahkemece ölüme mahkûm edilen terörist başının cezasının (AİH’ce tedbir konarak) infazının önlenmesi, Türk yargısına bir zincir vurulduğu kuşkusunu geliştirmiştir.
Son yıl içinde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin AB’nin de önerisiyle, mahkeme kararlarına baskıyla görevini bitirdiği var sayılmışsa da devlete karşı işlenen suçlarda anayasanın 143. maddesinin hâlen yürürlükte olması dolayısıyla bu mahkemenin özelliğine çizik atılamamıştır, kaldırılması başarıya ulaşmamıştır.
Gizli eylemlere gelince; 1980 yılından sonr kendini ortaya koymadan uzun yıllar kendisini gizleyerek işlenen eylemlerdir. bu tür eylemlerin 1995 yılından itibaren araştırılmaya ve soruşturmaya gidildiği, dahası Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevinde çokça görünmeye başladığı bir vakıadır.
Nedir bu eylemler? Özellikle ekonomik düzende zayıflama oluşturmak için devleti parasal yönden zayıflatan eylemleridir. Önce banker olayları, daha sonraki yıllarda özel kuruluş ve kişilerin bankalar içinde oluşan eylemleridir. Özel banka sahiplerinin biraz da devletin takibinden uzak kaldıklarını görünce aşırı haksız menfaat sağlama yönünde geliştirdikleri faaliyetler, eylemlerdir.
Son yüzyılımız başında her toplu eylemin çete suçlaması içinde incelenmeye alınması, dahası yanlışlarla dolu ayrıcalık getiren özel bir yasa çıkarılarak soruşturma getirilmesi işin bir başka ilginç yönüdür. Bilinmeli ki özellikle ekonomik ağırlıklı isnatlarda hukukî fiil ile suç sayılan fiil çok dikkatli bir biçimde incelenmeye alınmalı ve birbiri içinde değerlendirilmelidir.
Bir başka dikkat edilecek husus da hazırlık soruşturmalarında iş mahkemeye gönderilmeden ve iddianame mahkemede okunmadan gizliliğe yalnız soruşturmayı yapan kurumlar değil basında da uyulmalıdır. Haber vereceğim diye işi dedikodu içinde ve mahkeme kararından önce yorumlamak yanlışlığına düşülmesinin görünen, silinmeyen acı sonuçlar doğurduğu gibi, hem kişilerin özel haklarına tecavüz edildiği, hem de devletimizin yıpratılmasını getirdiği artık öğrenilmelidir.
Bu tür suçlamalarda eğer “GERÇEĞE UZANILMIYORSA, DEDİKODU İÇİNDE” araştırmaya ve soruşturmaya girme yanlışlığına düşülmemelidir. Basın da bu yolda çok dikkatli olmalıdır. Devletimizin ve de görevlilerimizin bu tür araştırmalarda, daha sonra ortadan silinemeyecek ağır yaralar alacağı bilinmelidir. Dedikodu ile gerçeği ayırmak yolunun seçilmesinde faydalar vardır. Son güncel soruşturma her yönde öğreti getiren olaylardan yalnız ve yalnız bir tanesidir. Aman soruşturmaya başlamadan, soruşturma bitmeden işin yorumuna girersek ortak acıları tadarız.