Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selîm’in vefâtına kadar makâmını koruduğu gibi, Kaanûnî Sultan Süleyman’ın ilk üç yılında da sadr-ı âzam olarak kalmıştır. Onun vezîr-i âzamlık müddeti, elbette bir rekor değildir ama, özellikle Yavuz Selîm’e dayanabilme süresi, pek çok rekoru egale edecek hüviyette görünüyor. Üstelik, bu vazife esnâsında, Selîm Hân’ın herhangi bir sitemi de kaydedilmemiştir. Sadâret öncesindeki, elleri bağlanarak Yedikule’ye gönderilmeler, Pâdişâh’ın indinde pek makbûl testler tarzında muâmele görmüştür. “Sultan Selîm’e vezîr olasın!” sözü, Pîrî Mehmed Paşa’nın şahsında, bedduâ kabûlünün çok çok ötelerinde, liyâkate mihekk bilinmiştir.
Yavuz Sultan Selîm’in, sırtında çıkan bir çıban yüzünden vefâtı esnâsında, yanında yer alan birkaç kişi içinde Pîrî Mehmed Paşa da vardır. Dünyâ’dan Ukbâ’ya hicretin en mânidâr sahneleri sıraya konulsa, Yavuz Hân’ın duruşu ve mükâlemesi, muhakkak şeref tribününe uzanır. Nedîmi Hasan Can’ın: “Şimdi Allâh’la berâber olmak vaktidir…” hatırlatmasına: “Sen bizi şimdiye kadar kiminle zannederdin!?” kükreyişi, aslâ unutulacak cinsten değildir. Bu fevkalâde hikemî ve de tevekküle boyanmış hâlin canlı şâhitleri, Hasan Can’la berâber iki, üç kişidir. Sadr-ı âzam Pîrî Mehmed Paşa, Halvetî şeyhi bir babanın oğlu olarak, hep tasavvufun, yâni hikmetin deryâsında kulaç atmıştır. Yavuz kâbındaki vahdet yolcusunun, Pîrî Paşa’nın gözlerinde yer alan haşmeti, vakar tahtı’nın cilâsı olmuştur.
Mehmed Paşa’nın “pîrî” sıfatıyla anılışı boşuna değildir. O, hem tâlip olduğu mesleğinin pîrî, hem de tam mânâsıyla bir “pîr-i fâni”dir. Bu iki vasfı birleşince; Paşa’yı üstâd bilenler, icraatını takdîr edenler kadar, onu kıskanıp kendi ikbâllerine mâni görenler de çoğalmıştır. Bu husus, insan neslinin bütün zamanlarına yayılmış bir kaanûn olduğundan, Pîrî Mehmed Paşa’yı dışarıda tutma imkânı yoktur.
Kaanûnî Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selîm’in tek oğlu olarak, babasından devraldığı “muhteşem” devlet mîrâsının, kendisini de “muhteşem” yapacağının ve o mîrâsı bir “küll” hâlinde muhâfaza etmenin, baba yâdigârına sâhip çıkmakla aynı mânâya geldiğinin farkındaydı. Bu yüzden, Yavuz’un devlet adamı kadrosu, başta Pîrî Mehmed Paşa, değiştirilmeden, Kaanûnî yıllarının başlangıcında yer aldılar.
Sultan Süleyman, Cihân Devleti’nin Hükümdârı olduğu 1520’de, Dünyâ’yı masasına yatırıp, hâzık hekim sıfatıyla muâyene ettiğinde; bâzı rahatsızlıklar gördü. Bilhassa Macaristan, Yavuz Sultan Selîm’in hep doğuda bulunmasını fırsat bilerek, başına geleceklerden habersiz, densizlikler sergiliyordu. Kaanûnî’nin açtığı Macaristan defterinde, hayli kabarık bir alacak ve kabahat yekûnu vardı. Epeyi zamandır vergilerini ödemeyen bu küstah devlet, üstüne üstlük, gönderilen Türk elçisini de tevkîf edip, Avrupa efkâr-ı umûmîyesine kahramanlık taslama vesîlesi bilmişti. Zâten, bir oldu-bitti ile Belgrad’ı ele geçirmiş olmaları, daha İkinci Murâd Hân devrinden beri, Osmanlı-Macar münâsebetlerini gergin tutuyordu. Hem Murâd-ı Sânî’nin, hem de Fâtih Sultan Mehmed’in art arda kuşattığı bu müstahkem kale, hiç hesapta olmayan gelişmeler yüzünden bir türlü alınamamıştı. Şimdi, Macaristan’la hesaplaşmanın vakti gelmişti. Yeni Osmanlı Pâdişâhı, 1521’de, yâni cülûsunun ikinci yılında, ilk askerî harekâtını Macaristan’a yapmayı düşünüyordu.
Macar Kralı II.Lui(Layoş Kral), Avusturya Kralı Ferdinand’ın kız kardeşiyle evliydi. Ferdinand da, verâset yoluyla Avrupa’nın en büyük devletine sâhip olan Charles-Quint(Karlos)’in birâderiydi. Dolayısıyla, Layoş, bütün cesâretini bu akrabâ desteğinden alıyordu. Kaanûnî’nin Macaristan’a yürümesi demek, Ferdinand’la Charles-Quint’i de karşısına alması demekti. Yavuz Sultan Selîm’in, oğlu Süleyman’a devrettiği devlet, öyle Charles-Quint, Ferdinand hesapları yapacak, bu kabil perâkende işlerle vakit harcayacak bir devlet değildi. Bu hakîkati, yalnız Layoş ile ona arka çıkanlar göremiyorlardı. İnsanların ve de devletlerin, bir kere basîretleri bağlanmaya görsün, ne yapsan, ne etsen fayda vermiyor..
1521 bahârında, Tuna’yı tâkib ederek batı istikâmetinde yola çıkan Ordu-yı Hümâyûn, Sofya’da konakladığında, Çaldıran öncesine benzeyen bir meşveret toplantısı yapıldı. Kaanûnî Sultan Süleyman, toplantıya katılanların teker teker düşüncelerini, plânlarını sordu. Umûmî kanaat, , Macar Kralı’na tez elden haddini bildirmek için, doğrudan Macaristan içine girilmesi yolundaydı. Bu durumda, müstahkem Belgrad Kalesi arkada bırakılacak ve hiç lüzûmu yokken Macarlara fırsat verilecek, belki de Türk ordusu riske sokulacaktı. Konuşulanları dinleyen Kaanûnî, son sözü Pîrî Mehmed Paşa’ya verdi. Baştan ayağa tecrübe ile yoğrulmuş ihtiyar vezîr, Belgrad’ı almadan yapılacak ileri harekâtın aslâ başarıya ulaşamayacağını, bu mühim mevkiin, mutlaka fethedilmesi lüzûmunu, dilinin döndüğünce anlattı. Kaanûnî Sultan Süleyman da Pîrî Paşa’nın dediklerine hak verdi ve hemen Tuna’nın Karadeniz ağzından bir ince donanmanın Belgrad’a müteveccihen yola çıkarılmasını, Ordu-yı Hümâyûn’un da Belgrad önüne varıp fetih için tertibât almasını emretti.
Kaanûnî Sultan Süleyman Hân, Pîrî Mehmed Paşa’yı, seçme birliklerin başında olarak, ordunun öncüsü sıfatıyla Belgrad’a gönderdi. Rûmeli Beylerbeyi Ahmed Paşa da, Böğürdelen Kalesi’nin istirdâdı için ayrı bir kuvvetle yola çıkmıştı. O sırada, büyük Osmanlı İnce Donanması, Dânişmend Reis’in komutasında Belgrad-Böğürdelen arasında mevzîlenmişti.
Evvelâ Böğürdelen(Sabacz, Chabats), ardından da Belgrad Osmanlı Mülkü’ne dâhil edildi. Kaanûnî’nin bu ilk sefer-i hümâyûnu, ileride kazanılacak “muhteşem” zaferlerin “muhteşem” bir mukaddimesi oldu. İkinci Murâd Hân’la Fâtih Sultan Mehmed’in bir türlü alamadıkları Belgrad, böylece billûr bardaktan soğuk su içercesine Türk Devleti’nin sınırları içine alındı. Belgrad Kapı, Belgrad Ormanı gibi İstanbul semtleri ile İstanbul Kapı, İstanbul Yolu gibi Belgrad mahâlleri, vatan coğrafyamızı Türk’ün zevkine göre harmanladı. Bu tavattun hikâyesinin yazılmasında, Pîrî Mehmed Paşa’nın inkâr edilmeyecek bir payı ve gayreti vardır.
Fâtih devrinde kuşatılan ve alınmasına ramak kalmışken, Mesîh Paşa’nın fazla ihtiyatlı tavırları yüzünden fethedilemeyen Rodos Adası, Osmanlı deniz ulaşımının ortasında, tam mânâsıyla bir fitne merkezi teşkîl ediyordu. Kendilerine Saint-Jean(Hz. Yahyâ) Şövalyesi nâmını veren ipten-kazıktan kurtulmuş Avrupa sergerdeleri, bu adayı bir anarşi yuvası ve çıbanbaşı hâline getirmişlerdi. İstikbâlinin çok mühim kısmı denizlerde olan Osmanlı Devleti’nin, ne yapıp-edip Rodos’u fethetmesi gerekiyordu.
1522 yılında, Kaanûnî Sultan Süleyman’ı Rodos üzerine sefere çıkarken görüyoruz. Sefer öncesinde, İstanbul’da, devlet erkânının görüş ve düşüncelerini alan Pâdişâh, tıpkı Belgrad Seferi’nde olduğu gibi, Pîrî Mehmed Paşa’yı yine tek başına fikir serdederken gördü. Pîrî Paşa’nın dışındakiler, Rodos’un sarp kayalıklarından, sağlam surlarından dem vurup, fethinin imkânsızlığını anlatmışlardı. Pîrî Mehmed Paşa ise, Türk ordu ve donanmasının önünde, Rodos gibi bir adanın duramayacağını, kendi gücümüzün farkına varmamız gerektiğini, etraflıca anlattı. Nihâyet, bu güngörmüş ihtiyar Sadr-ı âzam’ın sözlerine kıymet veren Sultan Süleyman, Pîrî Paşa’nın dâmâdı olan İkinci Vezîr Çoban Mustafa Paşa’yı serdâr tâyin ederek Rodos Seferi’ni başlattı.
Kaanûnî Sultan Süleyman, Donanma-yı Hümâyûn’la Ordu-yı Hümâyûn’u Marmaris limanında buluşturmak üzere tâlimatlar verdi. Kendisi ordu ile karadan yola çıktı. Bursa, Kütahya, Afyon, Denizli, Aydın menzillerinden geçerek Marmaris’e ulaştı. Hattâ, 21-22 Temmuz 1522 gecesini Kırobası(Çine) mevkiinde geçirdiği esnâda, Ferhâd Paşa’nın, Dulgadırlı Şehsüvâroğlu Ali Bey’i öldürttüğüne dâir haber geldi. Nâ-hak yere katledilen bu çok kıymetli Türk komutanı, sonraki yıllarda Ferhâd Paşa’ya epeyi sıkıntı yaşattı.
Marmaris’de bekleyen Donanma-yı Hümâyûn, orduyu ve Pâdişâh’ı Rodos’a taşır ve Pîrî Mehmed Paşa’nın tasavvurları doğrultusunda adanın muhâsarası başlatılır. 29 Aralık 1522’de, artık dayanacak gücleri kalmayan Şövalyeler, yapılan andlaşma ile Rodos’u Türk Hükümdârı’na teslim ederler.
Pîrî Mehmed Paşa’nın, Belgrad’dan sonra Rodos’un fethinde de isâbetli görüşlerle rehberlik yapması, onu çekemeyenleri harekete geçirdi. Pîrî Mehmed Paşa’nın varlığından rahatsızlık duyanların başında, Hasoda-Başı İbrâhim Ağa gelmekle berâber, sahnenin gerisinde kalmayı tercih ettiğinden, İbrâhim Ağa, pek fark edilmiyordu. Pîrî Paşa muhâlifleri arasında, Ahmed Paşa, daha önde ve meydânda görünüyordu. Rodos muhâsarası başladığında, Pâdişâh’a aktarılan yanlış bilgiler yüzünden, Serdâr ve İkinci Vezîr Çoban Mustafa Paşa, vezîrlikten ve serdarlıktan azledilerek Mısır’a gönderilmiş, ikinci vezîrliğe de Ahmed Paşa yükseltilmişti. Bu, dâmâdı yoluyla Pîrî Paşa’ya verilen bir mesajdı. Bu, Kaanûnî’nin Pîrî Paşa’dan yavaş yavaş yüz çevirmeye başladığının işâretiydi.
Rodos Seferi dönüşünde, Ahmed Paşa, İbrâhim Ağa’nın da bilgisi altında, Pîrî Mehmed Paşa hakkında akla, havsalaya sığmayacak tezvirâtta bulunmaya başladı. Mısır Seferi sırasında, Yavuz Sultan Selîm’in İstanbul’a sürdüğü Memlûk âyanından rüşvet aldığı, bu suretle onları serbest bıraktığı yolunda ortaya atılan asılsız iddiâlar üzerine, Kaanûnî, Pîrî Mehmed Paşa hakkında soruşturma başlattı. Ne var ki, minâreyi çalan kılıfını hazırlamış olduğundan, tahkîkâtı yapan Fenârîzâde Muhyiddin Çelebî, Ahmed Paşa’nın telkîni ile, Pîrî Paşa aleyhine rapor tanzim etti.
Kaanûnî Sultan Süleyman, Pîrî Mehmed Paşa’nın fazla tecrübeli ve devlet işlerine hâkim oluşundan, garîb bir şekilde rahatsızlık duymaya başlamıştı. Kendisine göre çok yaşlı olan Pîrî Paşa yerine, yaşıtı bir sadr-ı âzamı arzu ediyordu. Manisa’daki şehzâdelik döneminde tanıyıp maiyetine aldığı ve cülûsundan beri Hasoda-Başılık makâmında tuttuğu İbrâhim Ağa’yı, imparatorluğun iki numaralı koltuğuna oturtmak emeli, epeyidir genç Hükümdâr’da, dışa vurulacak derecede yükselmişti.
Pîrî Mehmed Paşa hakkında, iftirâlar esas alınarak düzenlenen soruşturma raporu, Pâdişâh’a can simidi gibi geldi. İşin aslını öğrenmek için herhangi bir çaba göstermeyen Kaanûnî, 27 Haziran 1523’de, umûr görmüş Pîrî Mehmed Paşa’yı, 200.000 akçelik vezâret hasları vererek emekliye sevketti. Bu, teâmüllerde görülmeyen bir muâmele idi. Osmanlı Tahtı’nın “Muhteşem Süleyman”ı, etrâfını şaşırtmaya devâm ederek, yine âdet olmadığı şekilde Hasoda-Başı İbrâhim Ağa’yı sadr-ı âzam yaptı. O zamâna kadar, ikinci vezîrler sadârete getirilirken, Kaanûnî bu usûle uymadı.
İbrâhim Ağa’nın vezîr-i âzam olması, en çok İkinci Vezîr Ahmed Paşa’ya dokundu. Çünkü, Pîrî Mehmed Paşa’nın makâmına kendisinin oturacağını düşünerek, o mâlûm soruşturma raporunu hazırlatmıştı. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözü, Ahmed Paşa için mecaz değil, hakîkat oldu. İbrâhim Paşa’nın ilk icraatı arasında, Dimyat’ın da içinde bulunduğu Mısır’a, vâli olarak Ahmed Paşa’nın tâyini de bulunuyordu. Bu suretle, Pîrî Mehmed Paşa’nın emekli edilmesi, Ahmed Paşa’ya yaramadı.
Vazîfesinden ayrıldıktan sonra, Silivri’deki çiftliğinde yaşamaya başlayan Pîrî Mehmed Paşa, Pâdişâh nezdinde hâlâ iyi kabûl görüyordu. Şehzâde ve hanım sultanların düğünlerine dâvet ediliyor, kendisine fevkalâde hürmet gösteriliyordu. Buradan, onun sadâretten uzaklaştırılmasında, tezvîrâta dayalı raporun pek tesirli olmadığını, sâdece bahâne sayıldığını anlıyoruz. Kaanûnî Sultan Süleyman, Mehmed Paşa’nın dürüstlüğü ve devlet adamlığından şüpheye düşmüş görünmüyordu. Bu durumu fark eden İbrâhim Paşa, hayatta kaldığı müddetçe, Pîrî Paşa’nın kendisine dâimâ rakîb olacağını düşündü. Daha da ileri giderek, bir gün, Pâdişâh’ın Pîrî Mehmed Paşa’yı tekrar sadr-ı âzam yapmasından korktu.
1532 yılında, Kaanûnî Sultan Süleyman, meşhûr “Alaman Seferi”ne çıktı. Ferdinand ile Charles-Quint’in köşe-bucak kaçmaları yüzünden, Almanya içlerinde, tâ “Leipzig”lere kadar, Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan Türk akıncıları, atlarının terkilerinde getirdikleri sarışın Alman güzelleriyle berâber, dilimize de, bu saç rengini anlatan “lepiska” kelimesini yerleştirmişlerdi. İşte, bu destansı sefer dönüşünde, Cihân Hâkânı Sultan Süleyman Hân, Edirne’de parlak bir merâsimle karşılanacaktı.
Pâdişâh’ı Edirne’de karşılayacaklar arasına Pîrî Mehmed Paşa da çağrılmıştı. Silivri’den Edirne’ye gelen Paşa, burada Edirne Kadısı olan oğlu Muhyiddin Mehmed Râşid Efendi’nin misâfiri oldu.
Sadr-ı âzam İbrâhim Paşa, Pîrî Paşa’dan ebediyyen kurtulmak için, kimsenin aklına gelmeyecek bir hîleye başvurdu. Paşa’nın, Edirne Kadısı olan oğlunu, “Kazasker” yapma vaadi ile elde edip, bu misâfirlik sırasında, babayı oğula zehirletti. 1532 bahârında Hakk’a kavuşan Pîrî Mehmed Paşa, Edirne’den Silivri’ye getirildi ve yaptırdığı câmiin hazîresine defnedildi.
Pîrî Mehmed Paşa’nın zehirlenmesinde, İbrâhim Paşa’dan ziyâde Muhyiddin Mehmed Râşid Efendi’nin rûh tahlîline ihtiyaç vardır. “Babalar ve Oğullar” başlığının, bu münâsebetle bir def’â daha atılmasında fayda olmalı. Pîrî Mehmed Paşa gibi muhterem bir devletlûnun, hem de Edirne Kadısı olan oğlu, hangi şeytânî vâdilerde çadır kurmuş olmalı ki, öz babasına kıysın?.. Fahreddin Er-Râzî’den başlayarak, Cemâleddin Aksarâyî’nin, Edirne Kadısı Râşid Efendi’nin ismini taşıdığı Muhyiddin Mehmed Çelebî’nin ve nihâyet Pîrî Paşa’nın tasavvufa yatkın fıtratları, bu “Brütüs” mizaçlı oğula, pek hayırlı şeyler aktarabilmiş değildir.
Târihimizin en dramatik vefâtlarından birinin kahramânı olan Pîrî Mehmed Paşa, en çok Yavuz Sultan Selîm’e, uzun sayılacak bir dönem sadr-ı âzamlık yapmasıyla takdir toplamıştır. O, aynı zamanda Yavuz’un şiddetli ve dehşetli bâzı kararlarını da yumuşatmayı başarmıştır. Yavuz’un Pîrî Paşa’ya verdiği kıymet, daha Çaldıran meşveretinden başlayarak, araya giren bir-iki azil ve mevkûfiyete rağmen, artarak devâm etmiştir. Yavuz Sultan Selîm’in hiddetindeki, asabiyetindeki dalgaları sükûna kavuşturabilen çok az sayıda devlet adamı vardı. Zembilli Ali Cemâlî Efendi, Kemâlpaşazâde(İbn Kemâl), Hasan Can gibi bu müstasnâ isimlerin arasında, Pîrî Mehmed Paşa da hakkıyla yer almıştır.
Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selîm’in Mısır Seferi dönüşünde sadr-ı âzam tâyin edildiğinde, Pâdişâh’ın güvenine tam mânâsıyla mazhar olmuştu. Bu teveccüh ve itimâdın bir nişânesi de, onun çiçeği burnunda sadr-ı âzam sıfatıyla Kuzey Irak ve Suriye’nin tahrîrine gönderilmesiydi. Bu vesîleyle yaptığı çalışmalar, âdilâne tavırlar olarak, her zaman anılmıştır.
Yine Pîrî Mehmed Paşa, Kaanûnî’nin ilk yıllarında, Rodos’u da fethedecek Osmanlı donanmasının bânîsi sayılmalıdır. Barbaros Hayreddin’le zirveye çıkacak Türk denizciliğinde, pek fazla mütevâzı kalmış bir Pîrî Mehmed Paşa gayreti bulunmaktadır.
Hasoda-Başı İbrâhim Ağa ile İkinci vezîr Ahmed Paşa’nın iftirâlarına kurbân edilerek sadâret-i uzmâlıktan alınan Pîrî Mehmed Paşa için, haleflerinden Lûtfi Paşa, “Bir sadr-ı âzam nümûnesi” tâbirini kullanmaktadır. Lûtfi Paşa, sonraki yıllarda Kaanûnî’nin sadr-ı âzamlığını yapacak ve kendi adı ile anılan bir de târih kitabı yazacaktır. Pîrî Mehmed Paşa’nın çağdaşı olan birçok tezkire sâhibi, “onun gibi bir vezîr-i âzamın gelmediğini” ısrarla belirtiyorlar.
İyi bir şâir olan Pîrî Mehmed Paşa, devrinde “Remzî” mahlâsıyla tanınmıştır. Paşa’nın, şiirlerini topladığı bir dîvânçesi bulunduğu söyleniyorsa da, şimdiye kadar böyle bir dîvâna rastlanmamıştır. Mehmed Tâhir’in Pîrî Mehmed Paşa’ya atfettiği “Tuhfe-i Mîr” isimli eser, Paşa’nın torunlarından Mehmed Cemâlî’ye âittir.
Ebenced mutasavvıf bir âileden gelen Pîrî Mehmed Paşa, Mevlevî tarîkatine intisâb etmiştir. Safevî propagandasına karşı, Anadolu’daki Sünnî tekke ve zâviyeleri destekleyen Paşa, Mevlevîlerle berâber Halvetîlere de sempati duymuştur. İlme ve san’ata büyük değer vermiş, âlim ve san’atkârları dâimâ korumuş, kollamıştır. Celâlzâde Mustafa Çelebî, Câfer Çelebî, Kalkandelenli Sücûdî Çelebî, Pîrî Mehmed Paşa’nın himâyesinde yetişen isimlerdendir.
Pek çok hayrât yaptıran Pîrî Mehmed Paşa, bir kısmı sınırlarımız dışında kalan eserleriyle, hep hayra vesîle olmuştur. İstanbul Hasköy’de “Pîrî Mescidi” ile yanındaki hamam; Zeyrek civârında “Cemâl Halvetî” ismiyle meşhûr Şeyh İshâk Karamânî için zâviye olarak yaptırılan ve Şeyh’in ölümünden sonra medreseye çevrilmiş bulunan “Soğuk Kuyu Câmii” ile karşısındaki 17 hücreli medrese; Mercan’da “Terlikçiler Mescidi”; Molla Gürânî Câmii yanındaki “Koruklu Tekkesi” diye bilinen Halvetî zâviyesi ve Camcı Ali Mahallesi’ndeki mektep; Silivri’de câmi, imâret; Konya’da mescid, imâret ve hankâh; Aksaray’da mektep; Gülek Kalesi civârında zâviye ve ribât; Haliç sâhilinde câmi; Tekirdağ Nâil Köyü’nde mescid; Bursa Pınarbaşı’nda mescid, onun bilinen hayrâtı arasındadır. Anılan bu eserlerin bekâsı ve bakımı için, Paşa, Anadolu ve Rûmeli’nde bir hayli toprak ve emlâk vakfetmişti.
Pîrî Mehmed Paşa, Türk târihinin müstesnâ devlet adamlarından biridir. Onun değeri, kendinden hemen sonraki haleflerinin icraatına bakılarak, ânında anlaşılacak bir parlaklıktadır. Her ne kadar, Türk devlet geleneğinde sadr-ı âzamlığın pîrî olarak “Âsâf” gösterilmiş ise de, işin içine Türk soyunu ölçü koyduğumuzda, Pîrî Mehmed Paşa’nın “pîr”liği, mecazen de, aslen de aynîyyet kazanıyor…