Philadelphia’dan yazmaya devam. Umarım yazdıklarım bazı hususlarda açıklamalar getiriyordur. Amerika dünya lideri olan bir ülke. Osmanlı’nın bir mektup ile Fransa Kralını Almanya’daki hapisten çıkartması gibi, Amerika da dünya devletlerine nizam veriyor. Devletlerin rejimlerini yönlendirdiği gibi, oluşmakta olan yeni global yapılanmaları da kontrolu veya bilgisi altında tutuyor. Bir bakıyorsunuz, Filistin lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanını bir araya getirip barış anlaşması imzalatmış, bir bakıyorsunuz Türkiye’yi Avrupa Topluluğu’na sokmak için Avrupalıları ikna etmiş. Halbuki görünüşte, oluşmakta olan Avrupa Bileşik Devletleri, yarın Amerika Bileşik Devletleri’nin rakibi olacak. O hâlde Türkiye’yi yanına çekmesi gerekmez mi? Zaten Türkiye’de ilgi daha çok A.B.D.’den yana. Özellikle askerlerimiz hep böyle istiyor, siyasîlerimizin çoğu da Amerika’ya doğru yönelmiş veya yönelmeye uğraşmakta. İsrail ve Ermenistan gibi, bizim de Amerikan vatandaşı başbakanımız oldu.
Amerikalılaşma merakının kökeni yeni de değildir. Herkesin bileceği gibi I. Dünya Savaşı sonu Anadolu işgal edildikten sonra bağımsızlıktan ümitlerini kesenler “Amerikan mandası olalım, Amerika bizi kurtarır ve adam eder” diye düşünüyorlar idi. Böyle düşünenlerden bazıları daha sonra Cumhuriyet döneminde başbakan ve cumhurbaşkanı bile oldular. İkinci Amerikalılaşma heyecanımızı Demokrat Parti döneminde yaşadık. NATO adı ile Amerika’ya yaranmak için Kore’ye asker gönderdik. Halbuki oraya gidebilecek gemimiz bile yoktu. Böylece meşhur Marshall yardımları başladı ve rahmetli Menderes “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” diye beyanatlar verdi. Rahmetli bugünleri görüp aç gezenlerin bile cebinde 10 milyonluk kâğıt para olduğunu görse idi acaba ne yapardı? O günlerdeki Amerikan merakını iyi belirtebilmek için bir gençlik hatıramı anlatayım. Ben ODTÜ’de öğrenci iken babam köye muhtar oldu. Eski muhtar, evrakları bir sandık ile babama teslim etmiş. Babam bakmış ki sandığın içinde yıllardır birikmiş çöplük var, bana bunları dikkatle inceleyerek temizleme görevi verdi. Ben de titizlikle her kâğıt parçasını okuyarak ayıkladım ve babama sandığı ancak yüzde onu kadar evrak ile iade ettim. Biriken kâğıtların çoğu çeşitli partilerin seçim broşürleri idi. Demokrat Part i’ye ait bir broşürde bir kişi elindeki kürek ile altın yığınını bir yerden başka bir yere aktarıyor. Kişi Amerika’yı temsil ediyor, altın da onun zenginliğini ve yazılı olan sözler şöyle; “Bizim sırtımızı kimse yere getiremez çünkü müttefikimiz altını kürek ile aktarıyor”. Halbuki biz o günlerde harman sonu samandan buğdayı rüzgârda aktararak ayırıyor idik. Mesleği gazetecilik olanlar bu broşürü kolaylıkla bulacaklardır.
Üçüncü Amerikalılaşma heyecanımız Özal dönemine rastlıyor. Ancak, 1980’lerin Türkiyesi de artık samandan buğdayı rüzgârda aktararak ayıran ülke değil. 40 milyar dolar civarında döviz gelirimiz var ve bunun çoğunluğu, sanayi ürünleri ihracatından geliyor. Somali’ye asker gönderdik, Bosna’ya asker gönderdik ve az kalsın Saddam’a karşı batı (NATO) tarafından düzenlenen Körfez harekâtına katılıyor idik. Askerlerimiz o zaman Rahmetli Özal’a direndiler ama, daha sonra da kendi istekleri ile Kuzey Irak’tan çıkmaz oldular. Özal dış politikada çok farklı bir yaklaşım yarattı ve Türkiye’yi “Küçük Amerika” gibi yönetmeye uğraştı. Bunu hem Başbakanlığı, hem de Cumhurbaşkanlığı döneminde yaptı. “Artık Dünya politikalarında Türkiye de var” imajı yaratmaya uğraştı. Gorbachov sonu Rusya’da meydana gelenler de kendine tarihî olarak büyük fırsatlar yarattı. Özal’ın hem vizyon hem de karizma sahibi olduğu kesin.
2000 yılı (yeni binyıl) itibarı ile durumumuz fena değil. Yukarıda yazdıklarımı tenkit amacı ile yazdığım sanılmasın. Onlar benim yapabildiğim tesbitler. İsabetli bulduklarım da var, yanlış bulduklarım da var. Globalleşmenin gereğine inanıyorum. Ne Türk Milleti, ne de Türkiye Cumhuriyeti Dünya’ya kapalı hayat yaşayamaz. En azından
ruhumuzdaki yerleşmemişlik (göçebelik) bunu engeller. Dün Osmanlı ile sınır olarak Avrupa’nın göbeğinde idik, bugün de işçilerimiz (işadamlarımız demek daha doğru) ile Avrupa’da, Avustralya’da ve yeni yeni Amerika’dayız. Son yıllarda yeni fırsatlar yaratmak için Avrupa’ya gitmek durdu ve yerini Amerika’ya gitmek aldı. 1980’li yıllara kadar Amerika’da çoğunluk ile çok iyi yetişmiş Türkler: profesörler, doktorlar ve mühendisler vardı. Sayıları da herhalde 50 bin civarında idi. Yanılmıyor isem Talat Sait Halman’ın (eski bakan ve hâlen Amerika’da profesör) 1970’li yıllarda Türkiye’de yayınlanan bir çalışması vardı ve o eserde öğretim üyelerinin 5 bin civarında olduğu belirtiliyor idi. Hemen her Amerikan Üniversitesinde Türk öğretim üyesi var ve itibarları çok iyi. Hem çok iyi iş yapıyorlar hem de renk problemleri olmadığından ayırıma tutulmuyorlar. Buradaki yaklaşım, kökeni ne olursa olsun “beyaz” olmak, birinci sınıf olmak için yetiyor. Meselâ, Türkleri Hintliler veya Çinliler (üniversitelerde son yıllarda bu milletlerin akımı var) gibi ayırmaya uğraşmıyorlar. Bugün itibarı ile toplam sayı 200 bin kişi civarında tahmin ediliyor. Artık halk kesimi buraya çok farklı yollardan kaçak olarak gelmeye başladı. New York, New Jersey, Pennsylvania ve Connecticut eyaletlerinde benzinliklerde çalışanların, taksicilerin çoğu Türk. Şu anki Sanayi Bakanımız da belirli süre benzinlikte çalışanlardan biri. Bu eyaletlerde yüzlerce Türk dükkânı var. Pek yakında dönerciler her yeri işgal edecektir. Almanya’yı döner ile fethettik desek yeridir. Burada da benzeri olacaktır. Çünki Amerikalılar yemeyi çok seviyorlar.
Konu renk veya ırk ayırımından başlamış iken kendi başıma geleni anlatayım. Son yılların modası olarak, Amerika her renk ve ırka tanıma ve hürriyet vermeye uğraşıyor. Uçakta Amerika’ya yaklaşınca size ülkeye giriş ile ilgili çeşitli formlar veriyorlar. Bu formlarda birisi renk ve ırk ile ilgili ve size “kendinizi aşağıdakilerden hangisi olarak görürsünüz” diye soruyorlar. Birinci şık “beyaz” ve alt maddesi yok. İkinci şık “İspanyol kökenli” ve 3-5 tane alt maddesi var. Üçüncü şık “siyah” ve gene 3-5 maddesi var. Dördüncü şık “Asyalı” ve gene 3-5 alt maddesi var. Beşinci şık “diğer”. Ben uçakta diğre kısmını işaretleyip açıklama olarak da Türk yazdım. Daha sonra, burada Pennsylvania sürücü ehliyeti almak için başvurdum ve sınavları geçerek ehliyeti aldım. Ancak, bana ehliyet kartını verir iken ilgili büroda gene aynı soruları bilgisayar ile sordular. Bilgisayarın başındaki kadın siyah idi. “Beni hangisine sokarsın?” dedim. Anlaşılan uygulamadan memnun değil ki alındı ve bana “Bana göre sen herhangi birisin, ancak bu soruyu soranlara göre beyazsın” dedi ve beyazı işaretlettirdi. Aynı burada gene bilgisayar ile “Oy kullanma hakkın olsa kullanır mısın?” dediler, “evet” dedim, “Hangi partiye rey verirsin?” dediler “Cumhuriyetçi” dedim. Bütün bu cevaplarım bilgisayara kaydedildi ve bana basılı kopyasını verdiler. En sonunda da ehliyetimi aldım. Bu sorular Türkiye’de sorulsa ve bilgisayarda cevapları dosyalansa herhalde kıyamet kopar.
Buraya gelince en çok dikkatimi çekenlerden birisi de çalıştığım Malzeme Mühendisliği Bölümü’nün bütün odalarını açan bir “Master Anahtarı”ın bana da verilmesi. Sonradan öğrendim ki bütün öğretim üyelerine hem kendi odalarının anahtarı hem de master anahtarı verilmiş. Master anahtarı daha önce görmüş idim. Meselâ bir apartmanda 40 daire olduğunu düşünün ve ana kapı sürekli (otomatik) olarak kilitli tutulsun (ki doğrusu son zamanların İstanbul ve Ankara’sı için de budur). Türkiye’de size iki anahtar verirler. Hane halkı sayısı kadar iki anahtarı çoğaltarak kullanırsınız. Halbuki Avrupa’da ve Amerika’da size tek anahtar veriyorlar. Bu tek anahtar hem apartmanın giriş kapısını açıyor hem de sizin dairenizi açıyor, ancak başka daireleri açmıyor. Diğer dairenin anahtarının da durumu aynı, yani dış kapıyı ve kendi dairesini açıyor, ancak diğerlerini açmıyor. Ancak, idarenin elinde ise bir “master anahtar” var ve bu her kapıyı açıyor. Böylece bir sürü anahtar taşımaktan kurtuluyorsunuz. Fakat, benim anlatmak istediğim anahtarın kabiliyeti değil. Ben şu anda bölümdeki her öğretim üyesinin kişisel odasını, her laboratuvarı, hattâ bölüm başkanlığı ofisini açabiliyorum. Bunu Türkiye’de yapsanız gene kıyamet kopar. Zaten bizde çoğu zaman gereksiz yere kıyamet kopuyor ve en sonunda gerçekten kıyametin kopması gerekince de hiçbir şey olmuyor. Aynen yalan söyleyen çobanın durumu gibi. Bölüm başkanına hırsızlık suçlamaları ile karşılaşıp karşılaşmadıklarını sordum, “Ufak tefek bazı şikâyetler oldu. Ancak uygulamanın faydaları tartışılamayacak kadar çok daha fazla” dedi. Biz ki Amerika’da ahlâksızlık diz boyu diye konuşur dururuz. Buyurun bakalım hangi devlet dairesinde, üniversitede, özel işyerinde, neyi isterseniz sayınız, orada görevli bir elemana bütün odaları açan anahtar verebilirsiniz.
SON SÖZ: Adamların sistemi kişinin (vatandaş) dürüstlüğü üzerine kurulu. Bizim sistemimiz ise kişinin (vatandaş) hırsız, haydut, namussuz, sahtekâr, vatan haini, istediğiniz kötü şeyleri sayabilirsiniz, üzerine kurulu.