Ana Sayfa 1998-2012 Özleşmek hedefimiz ve Türk Tarihi

Özleşmek hedefimiz ve Türk Tarihi

Türkmen kocası Yunus Emre “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir” demiştir. İlim özünü bilmektir; onun yolu da ciddî, bilimlik ve doğru bir tarih eğitimidir. Tarihimiz özümüz, kökümüz, hafızamızdır, varlığımızın kaynağıdır.

Ata’nın “Millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avı olur” vecizesi millî eğitim ve tarih eğitimimizin temel düstûru olmalıdır. Bugün toplumumuzu tutsak etmiş olan aşağılık duygusunun, yabancı hayranlığının, Batı tapıcılığının ve “biz adam olmayız” zihniyetinin yegâne ilacı Türk tarihini, yani özümüzü öğrenmektir.

Gazi, Osmanlı’yı çökerten sebebin Oğuz-Türkmen töresinden saparak önce Arap ve Fars hayranlığı, sonra Batı hayranlığı ve tapıcılığına yönelmek olduğunu iyi tespit etmiştir. ÖZLEŞMEK olarak tespit ettiği temel hedefi gerçekleştirmek için 1924’te Türkiyat Enstitüsü’nü, 1930’larda T.T.K., T.D.K. ve D.T.C.F.’ni kurdu. Onun ölümüyle T.T.K, T.D.K. asıl gayelerinden saptırıldı, Türkiyat Enstitüsü de 1942’de kapatıldı. Atatürk’ün emriyle T.T.K. tarafından hazırlanmakta olan Ana Hatları İle Türk Tarihi çalışmaları durduruldu. Ve böylece Osmanlı’yı çökerten o korkunç illetler; yabancı hayranlığı, Batı tapıcılığı “biz adam olmayız” sefil zihniyeti nüksederek bünyemizi sardı.

Milletler arasındaki acımasız mücadelede yenik düşmemenin, hayatta kalabilmenin biricik yolu; özünü bilmek, milletini sevmek, milletine güvenmek ve inanmaktır. Sevginin, güvenin ve inancın olmadığı yerde millet de yoktur; bencil ve erdemden yoksun bir sürü vardır; o yığında insan kılığında yaratıklar sadece hırsları ve benlikleri için boğuşurlar… Ve böylece ahlâk dibe vurur, erdem ölür, millet tarihe gömülür…

Evet, tarih mezarlığında moloz olmamak için tarihimizi öğrenmek zorundayız. Orada büyük adamlar ve onların ulvî sevdalarıyla tanışırız. “Aşk olmadan meşk olmaz” denmiştir. Büyük buluşlar, icatlar, mucizevî zaferler, yüce âbideler, ulu eserler, hepsi birer aşk mahsûlüdür. “Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça milletini sevecek, milletine inanıp güvenecek ve daha büyük işler başarmak için kendisinde kuvvet bulacaktır.”

Bu konuda T.T.K.’na, tarih bilginlerine, tarih ve sosyal bilgiler öğretmenlerine, T.S.K.’ne, kısaca devlete ve bütün Türk aydınlarına çok önemli görevler düşüyor. Türk tarihi yapana sadık kalınarak yazılmalı ve çocuklarımıza öğretilmelidir.

Atatürk’ün “Büyük ve haysiyetli bir millet olan Türklerin tarihi, insanlık kadar eskidir. Osmanlılardan ve Selçuklulardan önce de Türkler dünyanın dört bucağında devletler, imparatorluklar vücûda getirmişlerdir. Nerede bir Türk devleti batmış ise onun yıkıntıları üzerinde daima yeni devletler kurmuşlardır. Şimdi de böyle bir tarihî an gelmiş, çatmıştır. Osmanlı Devleti çökmüştür, fakat tarihî zincir kopmayacaktır.” sözünün ışığında tarihimiz bir bütün olarak ele alınmalıdır. Çu’lar 800 sene Çin’e egemen olmuşlardır. Sakalar, Hunlar, Tabgaçlar, Aparlar, Köktürkler, Dokuz Oğuz-On Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, İlhanlılar, Temürlüler ve Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan en az 3200 yıllık bağımsız ve kesintisiz bir Türk tarihi vardır. Biz buna “Büyük Türk Kağanlığı” tarihi deyebiliriz. Tabiî bunun dışında 10-12 bin yıl öncelere kadar varan Ön-Türklerin, Çin, Hindistan, İran, Mısır ve Doğu Avrupa’da devletler kuran atalarımızın tarihi de ayrı bölümler halinde ele alınmalıdır. Kısaca, Türk tarihi; “Yurt kalır, töre gider” diyen atalarımızın devlet telâkkîsi, millet-devlet esası, millî ülkü ve çıkar ilkeleri göz önünde tutularak yazılıp anlatılmalıdır. Merhum Atsız’ın “Türk Tarihinde Meseleler” kitabındaki makaleleri ve bilhassa “Türk Tarihi’ne Bakışımız Nasıl Olmalıdır?” makalesi incelenmeye ve tartışılmaya değer çok önemli konuları içermektedir. Çelişkilerle dolu birçok bilgi, yığın yığın boy ve hanedan tarihleri yerine doğru, bütün, tasnif edilmiş ve sıralanmış, kısa ve öz bir Türk tarihi…

Türk tarihi bize şunları öğretir:

1- Türkler, tarihin en eski milletlerinden biri olduğu halde, kesintisiz ve bağımsız bir devlete sahip olarak bugüne erişebilen tek millettir.

2- Türkler, bu üstünlüklerini “il ve törü” dedikleri “devlet-türe” anlayışını baş tacı etmelerine borçludurlar. İl ve türesi yani bağımsız bir devleti, kendine özgü hukuku (türesi) olmayan toplulukları “millet-budun” saymamışlardır. “Yurt kalır, türe gider” sözü, Türk milletinin hürriyet ve istiklaline ne derece düşkün olduğunu göstermiyor mu? Hür ve müstakil yaşayabilmek uğruna yurtlarını bile terk etmeyi göze almışlardır. Zira, “il ve türe” yaşadıkça terk edilen yurt tekrar alınabilir veya yeni bir yurt kurulabilir. Bugün de “Vatan bayrağın dalgalandığı yerdir” demiyor muyuz? İl ve töre için, hür ve bağımsız yaşamak yoluna nice yurtlar bırakıp, yine il ve töremiz sayesinde nice yurtlar kurmadık mı? Ancak, şunu da unutmamalıyız ki, bugün, gidecek bir başka yurt kalmamıştır. Bundan ötürü kurduğumuz ve ebedî VATAN tuttuğumuz bu topraklara ayağımızı sağlam basmak borcunda ve mecburiyetindeyiz.

Türk töresi, beylerin ve kağanların üstünde hükmünü yürüten, Türk’ün yazısız anayasası ve hukuk düzeniydi. Osmanlılarda bu “nizâm-ı alem” ifadesi ile vücut bulmuş; nizâm-ı âlem için, yani devletin birliği, dirliği, güvenliği ve huzuru için nice padişah, şehzâde ve vezir kelleleri feda edilmiştir.

3- Türkler cihana egemen olmak için Tanrı tarafından görevlendirildiklerine inanıyorlardı. Oğuz Destanı, Ergenekon Destanı, Göktürk Kitabeleri bu inanç ve anlayışın ifadeleriyle doludur. Zamanımızdan 2700 yıl önce yaşayan Saka hükümdarı Alp Er Tunga’ya “Acun Beği” yani Dünya Kağanı dedikleri gibi, Osmanlı-Türk hakanları için de “Padşah-ı Cihan” yani Cihan Padişahı ünvanlarını lâyık görmeleri hep bu inancın lâtif ve görkemli ifadeleridir.

4- Türk Devlet ve toplum geleneğinde kölelik yoktur. Sadece savaş tutsakları vardır. Onların da esirlikten kurtulup ülkelerine dönebilme veya Türk toplumunda hür bir fert olarak kalabilme imkânları mevcuttur. Türk toplum hayatına, 10-11. yüzyıllarda doğu-batı toplumlarının etkisiyle giren köleler talihli insanlardır. Başka ülkelerdeki gibi zulüm ve eziyet görmezler, kendisini satın alan Türk’ün ailesinden sayılırlar, eğitim-öğretim görürler ve devletin üst makamlarına kadar yükselebilirlerdi.

5- Tarih, esir ve köle olarak gittiği ülkelere hükümdar olabilen tek bir ırk tanır, o da Türk’tür. İşte İhşidoğulları, Tolunlular ve işte Kölemenler ki, kurdukları devlete resmen “Türk Devleti” demişlerdir. Alp Er Tunga’ya atfedilen şu güzel söz Türk’ün bu özelliğini ne hoş anlatıyor: “Türk, sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir. Kendi yurdunda bulunduğu zaman kıymeti bilinmez. Lâkin oradan çıkınca, denizden ve sedeften çıkmış bir inci gibi değerlenir.”

6- Bir avuç Türk’ün hiç tanımadığı yabancı, kalabalık ve geniş ülkelere dalarak yüzyıllarca egemen olmaları yine bize özgü bir haslet, teşkilâtçılığımızın ve devlet kuruculuğumuzun eşi olmadığına dair bir belgedir. Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Mısır’da, Doğu Avrupa’da yüzyıllarca süren Türk egemenliği ve bu egemenliklerin izlerini taşıyan tarihin tanıkları olan sanat, kültür ve uygarlık eserleri bu eşsiz yeteneğimizin kanıtlarıdır.

7- Türkler coğrafya da mesafe tanımayan bir millettir. Daima hareket halindedir, doğunun ve batının medeniyet ve kültürlerinin oluşmasında birinci derece rol oynamışlardır. Çin medeniyetinin temellerini M.Ö. 1111-M.Ö. 256 yıllarda Çu’lar atmışlardır. Avrupa kavimlerinin milletleşme süreci de Türk kasırgası diyebileceğimiz ünlü Kavimler Göçü sonunda başlamıştır. Almanların millî destanı olan Nibelungen, Hunlarla Germenlerin mücadelesini anlatır. Bu destanın son bölümleri de Avrupa Kun (Hun) Yabgusu Ulu Attila’nın sarayında geçer. Yani yeryüzünde Türk’ün kan ve hayat vermediği, medeniyet ve kültür aşılamadığı bir kavim yoktur.

8- Türkler bulundukları coğrafya ve iklim şartlarına derhal uyum sağlayan, hayat tarzını ve toplum düzenini buna göre kuran bir millettir. Ne tamamen yerleşik ve çiftçidir, ne de büsbütün atlı göçebedir. Türkler hem çiftçiliği, hem hayvancılığı, hem de sanayiyi birlikte yürüten, kendilerine özgü bir sistemi olan farklı, apayrı bir millettir. Yerine, zamanına ve şartlara göre bir çiftçi konar-göçer hayat tarzına geçebilir, bir Yörük ile Türkmen oba veya boyu da yerleşik hayatı seçebilir… Türklerin yerleşik çiftçilikle uğraşanları bile tekerlekli, taşınabilir keçe evlerde oturuyorlardı. Azlık olmaları, il ve törelerine, bağımsızlık ve özgürlüklerine herşeyden fazla değer vermeleri böyle yaşamalarını gerektiriyordu.

9- Atalarımız millet olduklarından beri hep tek Tanrı’ya inanmışlardır; bu sevgi ve inançlarını beyinlerine ve kalplerine yerleştirmişlerdir; şekle, gösterişe asla önem vermemişlerdir. İnançlarını merasimsiz olarak, gösterişten ve ikiyüzlülükten tamamen uzak, üstün ahlâk ve görklü erdemleriyle yaşamışlardır. Taassup ve bağnazlık Türk’e Fars’tan ve Arap’tan bulaşan iğrenç bir hastalıktır. Yeryüzünde ilâhlara tapmayan, ilâhları maddeleştirmeyen, ilâhlar adına putlar ve heykeller yapmayan tek millet Türklerdir.

Atalarımız egemen oldukları toplumların inançlarına, vicdanlarına asla karışmazlardı. Bu konuda onları tamamen serbest bırakmışlardı. Şimdi bize daha düne kadar din ve mezhep kavgalarıyla birbirlerini ve öteki milletleri boğazlayan Batı mı din ve vicdan özgürlüğü öğretecek? Hâlâ Türk’ün ve İslâm’ın üzerine Haçlı Seferleri düzenleyen Avrupa ve Amerika mı bize fikir ve inanç hürriyeti dersi verecek? Onların bu konularda bırakın insanlığın imrencesi ve yüz akı Türk’e, Afrikalılara bile verebilecekleri bir insanî değerleri yoktur. Hiç akbaba yuvasından güvercin uçtuğu görülmüş mü?

10- Türk’ün toplum düzeni, yardımlaşma, dayanışma ve yarışma esasına dayanıyordu. Türk kağanı ve beyleri milleti doyurmak, giydirmek, donatmak ve düşmansız kılmakla yükümlüydü. İslâm medeniyeti dairesine girdikten sonra bu anlayış hanlar, kervansaraylar, şifahâneler, imaretler, vakıflar v.b. türlü sosyal kuruluşlarla müesseseleşti. Devletin tebaası bütün insanlar, tabiat varlıkları, evcil veya vahşî bütün hayvanlar vakıfların koruması altındaydı. Korumasız ve sahipsiz tek canlı yoktu. Toplumcu, özgeci, hayırcı bir zihniyet ve buna uygun bir örgütlenme… İşte, bugüne örnek olması gereken bir yüksek insanî anlayış ve erdemli düzen.

11- Türk milleti, tarihte birçok ilklere imza atmış bir millettir. Yazının icadı, tekerleğin yapımı, ateşin keşfi… Demiri ilk işleyen, ata ilk binen biziz. Gökyüzünün ilk haritasını Uluğ Bey, yerkürenin ilk haritasını Muhyiddin Pîrî Reis çizdi. İlk uçuş denemelerini yapanlar da bizdendi. (1000 yıl önce İsmail Gevherî ve 450 yıl önce Hezarfen Ahmed Çelebî.) Batı ve dünya cebiri Türk bilginlerinden öğrenmiştir. Dünyanın ilk meridyenini ölçen ve zamanına göre ilk dünya haritasını çizen Birûnî de Türk’tür. Birçok bilimde bir deha olan İbn-i Sina; yüzlerce yıl bilim ve uygarlık yolunda insanlığa rehber oldu. Kitapları 600-700 yıl Avrupa’da okutuldu.

Muhteşem Süleymaniye ve Selimiye’yle birlikte yüzlerce harika eserin bânisi cihanın en büyük mimarı Sinan değil mi? Agra’daki Tac Mahal’in (ki Mimar Sinan’ın öğrencileri tarafından yapılmıştır), cihanda eşi var mı?

Peki Hızır Hayrettin (Barbaros) bütün zamanların en ulu denizcisi değil mi?

Kırk kişiyle Çin Sarayı’nı basan, istiklâl uğruna emsâlsiz bir destan yazarak toprağa düşen Kürşad!… Var mı bir benzeri? Ya Gül Teğin!… Türk birliği yolunda ömrünü tüketen, Bilge Kağan’ın kardeşi ve başkomutanı emsâlsiz kahraman!… Hele Oruç Reis, Barbaros Hayrettin Paşa’nın o eşi ve menendi bulunmaz ağabeysi!… Bir avuç Anadolulu Türk leventle kuzey Afrika gibi toprağı da, insanı da yabancı bir ülkede, hem Haçlılara, hem de yerli hainlere karşı nasıl gazâlar yaptı?…

Devlet ve siyaset adamı olarak Tanrı kut Mete (Bagatur), Bumın, Kutluk ve Bilge Kağan’lar, Çağrı ve Tuğrul Bey’ler, Alp Arslan, Fatih ve Yavuz’lar…

Ya Atatürk!… Sömürgeciliğe ilk darbeyi vuran ve millî egemenlik ve bağımsızlık çağını açan önder… Evet, Türk İstiklâl Savaşı, BAĞIMSIZLIK ÇAĞI’nı açan ve başlatan bir kutlu savaştır. Bunu böyle yazalım, böyle bilelim ve bütün dünyaya böyle öğretelim. Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Türk’ün açtığı bu bağımsızlık çağı yolundan yürüyerek nice mazlum milletler hürriyet ve istiklâline kavuştular.

Türk milleti, muhtemelen Çu’lar ve Sakalar döneminde, kesin olarak da Kunlar, Göktürkler, Çengizliler ve Temürlüler devrinde birleşerek bahtiyar olmuştur. Hayâllerimizi ve rüyalarımızı süsleyen, fikir ve düşüncelerimizi bezeyen, besleyen, gönüllerimizi coşturan yegane ülkü TÜRK BİRLİĞİ ülküsüdür. Tarihî gerçekliğe, toplum bilime ve fıtrata yakışan ve yaraşan da budur. Akla, bilime, tarihî gerçekliğe, sosyolojiye ve fıtrata taban tabana zıt bir safsatanın, AB’nin peşinden gidenler; soruyorum size: Ayrı ayrı cinsten, kültürden, fıtrattan, sosyal dokudan oluşan insan ve toplulukları nasıl bir araya getireceksiniz? Ha Avrupa Birliği, ha tilkilerle tavukların birliği…

Bizim görevimiz, şanlı, gökçek tarihimizi öğrenmek, öğretmek ve özümüze dönmektir. Türk evlâdı! Varlığının, kültürünün, kimliğinin, erdemlerinin, güzelliklerinin tükenmez kaynağı, dünyalara değer hazine olan Türk tarihini beynine ve yüzeğine kazı!…

Birinci ödevin Türkiye’nin birliği ve dirliği!… Değişmez, ezelî ve ebedî ülkün Türk Birliği!…

 

Orkun'dan Seçmeler

Bir Muzaffer Özdağ

Tugrul Beg