Orkun’un Aralık sayısında Dr. Yağmur Çavuşoğlu Türkiye’nin içinde bulunduğu olumsuz şartları anlatırken, “sözde Milliyetçi partiler (meselâ MHP) ve kuruluşların (Meselâ Türk Ocakları) üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi” dedikten sonra soruyor, “halbuki o Türk Ocakları Türkiye’nin düşman işgaline uğramasını engellemişti. O Türk Ocağı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştu. Neredesiniz ey Türk Ocaklılar? Her zaman övündüğünüz Türk Ocaklılık, başını kuma gömmek midir?” diyor.
Sayın yazarın bütünüyle canhıraş bir ümitsizlik ve ıstırap feryadı anlamına gelen ve son derece karamsar bir tablo çizdiği yazısının tahlilini yapma niyetinde değilim. Ancak yöneticisi olduğum kuruluşa karşı sitem çerçevesini aşan suçlayıcı ifadeleri üzerine bazı hususlara değinme gereği duyuyorum.
Sanırım 70’li yılların başıydı. Türkiye’de komünist saldırıların yoğunlaştığı, okulların okunamaz, sokakların yürünemez hale geldiği, her gün beş on kişinin can verdiği anarşik ortamda rahmetli Galip Erdem Ağabeyin Devlet Dergisi’nde çıkan bir yazısının başlığı “Turhan Nasıl Çıldırdı” idi. Galip Ağabey, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun, bir mefkûre adamının çaresiz kalışını anlatan nefis hikâyesini günün şartlarıyla karşılaştırıyor ve şöyle diyordu: “Bugün bizler Turhan Bey gibi davranmıyorsak, ya söylediklerimize, tespitlerimize tam olarak inanmıyoruz, yahut O’nun kadar idealist ve vatansever değiliz.”
Problemler karşısında çözüm bulmaya çalışmak yerine, sürekli başkalarını suçlamak, sorumluları kendi dışı nda aramak aslında sorumluluktan kaçmaktır; insanın nefsini ibra etme kaygısından kaynaklanan kolaycılıktır.
Bu yazıda anlatılanlara baktığınızda, yazarın elbiselerini bile çıkarmadan, gece gündüz demeden, işini ailesini bir yana bırakarak milletin selâmeti için çalıştığına, Sakarya Savaşı’nda cepheyi tutmak için uğraş veren ülkücü zabitler tarzında mücadele ettiğine hükmetmemiz gerekiyor. Böyle yaptığına inanmak isterim; çünkü dedikleriyle yaptıkları arasında makûl bir bağ yoksa, sözlerini eyleme dönüştürmek yerine masa başından birilerini suçlama kolaycılığıyla yetiniyorsa, söylediklerinin ciddiyeti ve anlamı kalmaz.
Sayın yazar Dr. sıfatına sahip eli kalem tutan, sorumluluk bilinci taşıyan milliyetçi bir Türk aydını olduğuna göre, düşüncesi doğrultusunda milliyetçi kuruluşlarda mutlaka faal görevler yapıyordur. Gerçi Türk Ocakları ile irtibatı olsaydı hem bizim varlığına ilişkin bilgimiz olurdu, hem de kendisi yaptığımız çalışmalara muttali olmak durumunda kalacağından farklı kanaatler taşırdı. Aslında Türkiye’nin ve Türklüğün yaşamakta olduğu bu kader günlerinde millî bilinç ve sorumluluk sahibi her aydının “durumdan vazife çıkarmak” suretiyle yapacağı pek çok şey vardır. Mevcut kuruluşların beğenmediği taraflarını düzeltmek, daha faal kılmak için çalışmak, bütün çabalarına rağmen ıslah imkânı görmüyorsa, daha etkilisinin oluşumuna yönelmek bunlardan sadece biridir. Sayın yazar umarım bunlardan biriyle yahut hepsiyle iştigâl ediyordur.
Türk Ocakları asırlık bir hizmet çınarı, 62 şubesi ve Genel Merkezi ile Türkiye’nin en büyük milliyetçi kültür kuruluşudur. Kuruluşundaki amaç ve ilkeleri, çalışma tarzını özenle muhafaza ederek Türk milliyetçiliği fikriyatına hizmetini sürdürmektedir. Bunların ayrıntısına girmeyeceğim. Dileyen Türk Ocakları’nın web sayfasında yahut Türk Yurdu Dergisi’nde yeterli kaynak bulabilir.
Yaptıklarımızın yeterli olduğu gibi bir iddia taşımıyorum. Ancak merkez ve taşradaki bütün yönetim kadrolarımızla çeşitli zorluklar ve imkânsızlıklarla boğuşarak hizmet etmeye çalışıldığından kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Şüphesiz daha iyisini yapmak, etkili olmak zorundayız. Ancak bunun sağlanabilmesi için milliyetçi camianın bütünüyle elbirliği yapması, herkesin elini taşın altına sokma gereği duyması, uzaktan izleyici olmaması gerekir.
Türk Ocağı, kimsenin şahsî mülkiyet alanı değildir. Davaya hizmet niyeti taşıyan herkese, her kademesiyle açık bir alandır. Sadece İstanbul’da beş şubemiz vardır ve bunların her biri faaliyetlere katılacak, yükümlülük duyacak, hizmetlere omuz verecek milliyetçi aydınlarımızı özlemle bekliyor.
Zikredilen olumsuzluklara, ağır şartlara daha başkalarını da eklemek ve tablonun tonunu büsbütün karartmak zor değil. Bunlar sadece alt alta sıralanmakla kalırsa, insanlarımızın ümitsizliğini büsbütün artırmaktan başka neye yarar? Yarınından ümidini kesen, ülkenin batmakta olduğuna inandırılan genç nesillerin düşünme ve hareket kabiliyetlerini felce uğratmanın sonucunun gerçek bir felâket olacağını anlamak ve doğru yöntemler izlemek zorundayız.
Türk milliyetçiliği ülkemizin en kıdemli fikir cereyanıdır; millî devletin kurulduğu zemindir. Bu camianın içinde bulunduğu elem verici ortam sadece haricî faktörlerle, milliyetçiliğe hasım ideolojilerle izaha çalışılırsa büyük hata yapılır. Özeleştirici yapmanın zamanı çoktan gelmiştir. Ciddî bir dayanağı olmayan hemen tamamı şahsî hesaplaşmalara, psikolojik düğümlenmelere dayanan mülâhazalarla birbirimizi engellemek, suçlamak, iş yapmak yerine lâf üretmek, dedikoduyla zaman geçirmek gibi alışkanlıklardan kurtulmadığımız sürece, patinaj yapmakta devam ederiz. Neden kurumsallaşamıyoruz; neden yazılı ve görsel basınımız, okullarımız, hastanelerimiz yok? Neden birbirimize güvenerek, saygı ve sevgi duyarak, dayanışma sağlayarak kollektif başarılara imza atamıyoruz? Millî plânda hizmeti gerekli kılan o kadar çok alan, halledilmesi gereken o kadar çok mesele var ki, bunlarla uğraşmayı sadece birilerine ait mükellefiyet saymak, dışarıdan izleyip hükme bağlamak tek kelimeyle “gaddarlık”tır. Bu tutum hizmete çalışanları incitip, şevklerini kırar, zaten bin bir güçlükle yürütülmeye çalışılan faaliyetlerin büsbütün tıkanmasına yol açar.
Atsız’ın 1952’de Orkun Dergisi’nin 68’nci sayısında yayımlanan “Vedâ” yazısı dikkatle okunursa, günümüzde Türk milliyetçilerinin aralarında nasıl bir ilişki kurmaları, ne tarzda çalışmaları, hangi alanlara yönelmeleri gerektiğine dair emsalsiz ip uçları bulunur.