Ana Sayfa 1998-2012 “MÜRÛR TEZKERESİNDEN MOZAİK ÇIĞIRTKANLIĞINA”

“MÜRÛR TEZKERESİNDEN MOZAİK ÇIĞIRTKANLIĞINA”

Eskilerin “kesret” dediği çokluk; bâzen öğünme, bâzen de yerinme vesîlesi oluyor. İstanbul’un, “sür’at” kelimesini âciz bırakan nüfûs artışı; yerinme faslına giriyor.

Dünyâ’nın, tereddütsüz en güzel şehri olan bu “cennet belde”ye revâ gördüğümüz insan kalabalığı; târihe, kültüre, ve de vicdâna yapılmış büyük haksızlık.

Kim, nasıl uydurdu ise, “taşı toprağı altın” diye, hâlâ tekrarlanan ve duyanları heyecanlandırıp yerinden yurdundan eden bu aldatma cümlesi, umut borsasında prim yapmaya devâm ediyor.

Cumhuriyet’den önceki dönemde, “mürûr tezkeresi” adını taşıyan bir belgeyi almadan, İstanbul’a girmek mümkün değildi. II. Abdülhamid zamânında bile, bu uygulama devâm ediyordu.

Bir nevi “şehre giriş belgesi” olan mürûr tezkeresinde, gelenlerin İstanbul’da ne kadar kalacakları açıkça yazılırdı. Bu kâğıtlardaki süre bitince, belge sâhiplerinin İstanbul’u terketmeleri lâzımdı.

Böyle bir tedbirin, demokrasiyi ve insan haklarını ihlâlle hiçbir münâsebeti yoktur. Türk vatandaşlarına vize koyup cehennem azâbı çektiren ülkeler, nasıl demokrat geçiniyorlarsa, İstanbul’u kurtarmak adına, yeniden mürûr tezkeresi ihdâs edilebilir. İşini, çiftini bozup İstanbul’a gelen milyonlarca “işsiz” de, bu sâyede “ham hayâl”den kurtulmuş olur.

Sultan III. Selim Hân’ın tuğrasını taşıyan şu ferman, tekrar tekrar okunmalıdır:

“Benim vezîrim,

Çend vakitdir, tebdil gezerken, Âsitâne’de işsiz-güçsüz takımının fazlalaştığını müşâhede etdim. Bunlar, eyâletlerinden akub gelen çift bozanlardır. Lânet onlara… Yerlerinde çift, çubuklarıyla uğraşmaları için, vâliler ve derebeyleri niçin himmet etmezler? Mülkün hâli, reâyanın lûtfuna kalmış gözükür. Eğerçi, cümle memâlik-i şahânemde keyfiyet bu ise, vay hâlimize…. Bu hatt-ı hümâyûnum vüsûl buldukda, bilcümle eyâlet beylerine, vâlilere, kadılara haber salınsın ki, çift bozanlığa mâni olalar.”

III. Selîm’i çileden çıkaran manzara, bugün bizi ne kadar sevindirirdi, değil mi? Boşuna denemişler “beterin beteri vardır.” diye…

Nâmık Kemâl’in, son resimlerinden birinin arkasına yazdığı mısrâlar; “Hürriyet Kasidesi” başta olmak üzere, daha önceki manzumelerinden koku taşımakta:

“Nâmus ile irfânı yetişmez mi mükâfat?

İkbâl yolu gerçi Kemâl’in kapanıktır.

Çok ak görmezsen de saçında, sakalında,

Elminnetülillâh yüzü ak, alnı açıktır.”

Özel hayâtındaki tenâkuz çizgileri ne kadar fazla olursa olsun; Nâmık Kemâl, her zaman ihtiyaç duyduğumuz bir sestir. Kendisinin uygulayıp uygulamadığına bakmadan, onun mısrâ ve cümlelerini tâlim, terbiye programımıza yerleştirmek lâzım.

Fakat, işin bir de bu taraftan görünmeyen kısmı var. Doğruluk, dürüstlük, hamâset, celâdet gibi mefhûmlar kullanılarak galeyâna getirilen topluluk psikolojisi, isâbetli bir şekilde sevk ve idâre edilememiştir. Bu isâbetsizlik, çok geçmeden “kasd”a dayalı hareketleri de mıknatıs misâli çekecek ve dev-âsâ ülkemizin sür’atle erimesine sebep olacaktır.

“Hürriyet” isterken; devletimizi, vatanımızı kaybetmek, elde edildiği sanılan hürriyeti mânâsız hâle koyacaktır. Dolayısıyla, mefhumları birbirine karıştırmak; zamânı ve zemîni kaale almamak, “yıkılmaz!” denilen koca devletin sırtını tuşa getirmiştir. Bunda, Nâmık Kemâl’in de önemli hissesi bulunmaktadır.

Nâmık Kemâl ve arkadaşlarının edebî mahsûllerini literatür çerçevesi içinde değerlendirmek, hattâ Türk mâşerî vicdânındaki akislerini ele almak başka şeydir; Türk târihi açısından mihenk taşına varmak, başka şey!

Son yüz, yüz elli yıllık geçmişimizde; sesi, kalemi ve simâsı ile çok yakınımızda yer almış nice şahsiyet, maalesef, millete hoş görünmek uğruna devlete “recm” cezâsı uygulamıştır.

O yıllarda, nazarımızdaki Avrupa’yı temsîl eden Fransa; “Yeni Osmanlı”, “Jön Türk” isimleriyle bağrına bastığı bizim çocuklarımızı, Türk Devleti’nin temeline dinamit koyma işinde istihdâm etmiştir. Fransa’ya el ve kol uzatarak güç takviye eden öteki Avrupa devletleri de, bu enkaz kaldırma taşeronluğuna, yel yepelek soyunmuşlardır.

“Yüz aklığı” ile “alın açıklığı”, her şeye rağmen yine de takdiri hak ediyor!…

“Hürriyet”in, hür insanlar için nimet, esâret altındakiler içinse “hasret” sembolü olması, eşyânın tabiatındandır. Zîrâ; Hz. Âdem, yalnızlığına çâre bulan Hz. Havva’ya, “kul”ca davranmayı öğretirken, “hürriyet” lâfzını en öne alıyordu.

Her milletin, her medeniyet d âiresinin ve her devrin ayrı hürriyet sembolleri görülmüştür. “Hür Batı”nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hürriyet sembolü, Berlin’deki “Utanç Duvarı” idi. Bu duvarın doğusu esâretin, batısı da hürriyetin merkezi hâline gelmişti.

1960’lı yıllarda Batı Berlin’i ziyâret eden ABD Başkanı J. F. Kennedy, sâdece Almanlara değil, bütün insanlığa şöyle sesleniyordu: “Her hür insan, nerede olursa olsun, Berlinlidir. Ben de, hürriyet âşığı olarak, şu sözleri söylemekten şeref duyuyorum: Ben bir Berlinliyim!”

Kennedy’ye, bu hassâsiyeti âdetâ bir mecbûriyet hâline getirten sebep ne idi? ABD’nin “büyük devlet” statüsü kazanması ve o zamanki resmî adı SSCB olan Rusya ile, hemen her hususda girdiği rekâbet, bu sebebin aslını teşkîl etmekle berâber, Kennedy’nin şahsî temâyülleri de itici güç olmuştur.

ABD ve müttefikleri, Almanya’yı mağlûb ettikleri zaman, Rusya ile yapılan toprak pazarlığı, bir hürriyet katliâmına dönüşecek denilseydi, buna kimse inanmazdı. Fakat, Rusya’nın hür dünyâ önüne gerdiği “demir perde”, hürriyetin başına dikilmiş bir “kitâbe-i seng-i mezâr”dı.

Kennedy’ye kendini Berlinli hissettiren hâlet-i rûhîyede, Berlin’in başına gelenlerden ABD’nin duyduğu nedâmetin ve suçluluğun payını da unutmamak lâzım.

Bugün, Berlin’deki duvarın, antika kıymetine yükselmiş müzelik enkâzı kalmış. O köprünün altından akan sular, pek çok kiri alıp götürmüş. Hattâ, bazı mes’elelerde ABD, kadîm SSCB’ne rahmet okutturacak adımlar atmış. Afganistan’da, Irak’da, dağ çukurlarına ve petrol kuyularına gömülen hürriyetin çığlıkları, âlemi sardığı hâlde, Washington ve Moskova’dan duyulmuyor.

Acabâ, bir Türk devlet adamının: “Her hür insan, nerede olursa olsun, Kerküklüdür. Ben de bir hürriyet âşığı olarak şu sözleri söylemekten şeref duyuyorum. Ben bir Kerküklüyüm!” dediğini duyabilecekmiyiz?… Sırtımızı kendi târihimize, ecdâdımıza ve özümüze dayamadıktan sonra, bu sesi daha çok bekleriz… Hâlbuki, reçete hazır, önümüzde duruyor. Tek yapmamız gereken, orada yazılı ilâçları temin etmek ve hekim tavsiyesine uygun olarak kullanmak.

Bahsedilen reçetenin, en hafif tesirli ilâcı, meselâ spor bile, silkinip kendimize gelmemizi sağlayacaktır.

Sık sık kullandığımız “ata sporu” sözü ile, “güreş”i kastediyoruz. Arada bir “cirit”in de bu paranteze girdiği oluyor. Neredeyse unutulma noktasına gelen ecdad sporlarından biri daha var: “Çevgân”.

Afganistan’daki Türkler arasında hâlâ canlılığını muhâfaza eden “bozkaşi” veya “gökböri” oyununa kısmen benzeyen çevgân, cirit gibi bir atlı spor.

Batı’da “polo” adıyla tanınan çevgân, bilhassa Pâkistan ve Tibet’de kitleleri peşinden sürüklemeye devâm ediyor. İngilizce’ye, oradan da öteki Batı dillerine Tibetçeden geçen “Polo” nun orijinâli “pulu” ve bildiğimiz “top” mânâsına kullanılıyor.

İngilizlerin Hindistan’dan aldıkları ve at üstünde top çevirmek esâsına dayanan bu müsâbaka, yâni çevgân, Türklerin en eski ve millî oyunlarından biridir. Türkçedeki aslı “çögen” olup, topu çekmek için kullanılan ucu eğri çomak, değnek demektir.

Çevgânın, millî kültürümüzde ne denli sağlam oturduğunu, Yûnus Emre’nin aşağıdaki mısrâlarından anlıyoruz:

“Kim ala bu topı çevgânumuzdan,

Top ûran meydanda, çevgân benümdür.”

* * *

“Erenler meydânında yuvarlanır top idüm:

Pâdişâh çevgânında kaldum ise ne oldu?”

Dikkat edilirse, ata sporu makâmına yükselen bu oyunlar; kazanma, kaybetme, taraftârı tahrik edip kanlı olaylara sebebiyet verme ve nihâyet “loto, toto” gibi kumar kılıklı davranışlara zemin hazırlama özelliklerine sâhip değildir.

Ata sporu, her şeyden önce, vücûd nimetinin şükrüne vesile olan beden hareketlerini içine alır. Daha sonra, bu sporlar icrâ edilirken, insanlığın en yakın ve mûnis yardımcısı, hayvanlar içinde asâletin, zarâfetin timsâli “at”, hiç ihmâl edilmez. Güreşde bile, kazanana armağan edilecek hediyeler içinde at, liste başını tutardı.

Ata sporlarını hakkıyla yapan Türk çocukları, negatif enerjilerinden tamâmen kurtulmuş olarak zindeliğin, kuvvetin ve insâniyete karakter kumaşları biçmenin canlı nümûneleri hâlinde, bütün dünyâya nâm salıyor; dostu sevindirip düşmanı hizâya getiriyordu…

Bu minvâl üzre, Kayı aşiretlerinden Karakeçililerin, 13. yüzyıl ortalarında Kuzeybatı Anadolu’da göründükleri yer, Bizans dilinde “Bitinia” adıyla anılıyordu. Bugünkü Bilecik, Eskişehir, Kütahya ve Bursa il merkezlerinden çıkarılacak doğru çizgilerin buluşma noktası, Ertuğrul Gâzi komutasındaki Türk topluluğunun – Bizans’dan fethederek – çadır kurduğu yeşil ve sulak arâzi idi.

Oldukça geniş bir sâhayı dillendiren “Bitinia” içinde, “Tebazyon” adını taşıyan daha dar, küçük mahâl; bugün “Söğüt” gibi tılsımlı bir Türkçe kelimeye nefes veren Türklük pınarı olacaktı.

Fârisî kaynakların “Hıtta-ı Bîd” diye bahsettikleri Söğüt, daha sonra Domaniç’i de aynı nûrlu mekâna dâhil edip yaz-kış farkına “kardeşlik” kremini sürmüştü.

Nâmık Kemâl’in:

“Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmânîyânız kim.,

Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretden.”

mısrâlarını mübalâğalı bulanlar, belki târihî hâdiselere sırf mantık cephesinden bakıyor olabilirler. Lâkin, Söğüt ve çevresinde, aşîretden cihângîrâne devlet çıkaracak hikmet vardır ve o mübârek beldenin toprağına ekilmiştir.

Zâten, şimdiki zavallılığımızı ödünç aldığımız yâd ellerin fikirleri; asırlardır, bu hikmet tarlasını nadasa bırakma mücâdelesi vermiyorlar mı?

Tâlihimize ve târihimize “rast” gelen hareketlerimiz, özellikle düşman ahvâline ters düşen işler değil midir?

Türk milleti, târihin her çağında, kendinden menkûl, ayırt edici ışığı; bâzen çok gümrah, bâzen oldukça kısık, -ama, mutlaka sinesinde barındırmıştır. İşte, Ötüken’den getirip Söğüt’e ektiğimiz hikmet, bu sönmeyen ışıktır.

Ertuğrul Gâzî, Şeyh Edebâli, Osman Gâzî, Hayme Ana, Bâlâ Hâtûn, Malhun Hâtûn, Dursun Fakîh, Akçakoca, Karamürsel, Emîr Ali, Bayhoca ile daha nice gönül eri, kılıç ve palalarının çeliklerine verilen suyu, “zemzem” misâli mukaddes bilmişlerdir.

Gâliba, târihin insan sînesine akseden damlaları, bahsettiğimiz “pulad suyu”ndan sıçramakta.

2000’i tâkib eden yıllara çöken hüznü ve miskinliği, çok büyütmeyin. O hikmet, o ışık ve o su bizimle berâberdir. Çünkü, Söğüt’ün dalları sallanıyor, erenleri uyanıyor… İnşâallah, bu milletin çocukları bir daha Yemen ağıtları söyleyip gözyaşı dökmez. Neş’e ve sürûr veren Türküler, şarkılar söyleriz.

Yemen türküsü deyince, hemen hepimizin dilinde: “Burası Muş’tur, yolu yokuştur/Giden gelmiyor, acep ne iştir?” sözleri dolaşmaya başlar.

Yemen; yüz, yüz on yıl önce tam bir dipsiz kuyudur. Devrin ulaşım imkânları düşünüldüğünde, sanki dünyânın öteki ucudur. Elbette, oraya yalnız Muşlu delikanlılar gitmemiştir. 1914 yılının vatan coğrafyası, bütün şehir ve kasabalarıyla Yemen cephesi’nde temsil edilmiştir.

Erzurumlu bir “tâze gelin”in, Yemen’e gönderip ölüm haberini aldığı kocası için yaktığı türkü, en az Muşlu nağmeler kadar buruk ve yakıcı:

“Mızıka çalındı, düğün mü sandın?

Al-beyaz bayrağı gelin mi sandın?

Yemen’e gideni gelir mi sandın?

Dön gel ağam, dön gel dayanamirem,

Uyku, gaflet basmış uyanamirem,

Ağam, öldüğüne inanamirem…

* * *

Ağamı yolladım Yemen iline,

Çifte tabancalar taktım beline,

Ayrılmak olur mu teze geline?

Dön gel ağam, dön gel dayanamirem,

Uyku, gaflet basmış uyanamirem,

Ağam, öldüğüne inanamirem…

* * *

Akşam olur. Mumlar yanar karşımda,

Bu ayrılık, cümle âlem başında,

Gündüz hayâlimde, gece düşümde,

Dön gel ağam, dön gel dayanamirem,

Uyku, gaflet basmış uyanamirem,

Ağam, öldüğüne inanamirem…

* * *

Koyun gelir, kuzusunun adı yok,

Sallanmış küleklerin südü yok,

Ağamsız da bu yerlerin tadı yok,

Dön gel ağam, dön gel dayanamirem,

Uyku gaflet basmış uyanamirem,

Ağam, öldüğüme inanamirem…”

Bu, yürek paralayıcı güftede, bir Türk gelininin şahsında bütün milletin hissiyâtı okunmaktadır. Metinde geçen “külek” kelimesi mahallî ve yayla hayâtına mahsustur ki; içine süt, yoğurt, pekmez konulan geniş, yuvarlak tahta kap demektir.

Şu anda, Yemen’in, Müslüman bir Arab ülkesi olmasının ve de iklîminin dışında bize sıcak gelen tarafı yoktur. Arada bir, o bölgeye ait yer isimleri duyduğumuzda, târihî hâfızamızın derinliklerinde kıpırdayan damlalar oluyor, o kadar. Aden, San’a, Hadramut karyelerinde Evliyâ Çelebî’nin mihmandarlığında dolaşmak bile, soğuk hakikati değiştiremiyor.

O zaman, ister istemez şu soruyu soruyoruz: Muşlu redifin boynu bükük kundurası ile Erzurumlu gelinin içi boş küleğinin suçu ne idi? Kaldı ki, artık kahve de Yemen’den gelmiyor… Peki, “Mişer” nereden geliyor?

“Mişer” adını ilk def’a duyuyorsanız, bunun Fransızca bir kelime olduğunu düşünmez misiniz? Oysa, Orta ve Doğu Rusya’da yaşayan Türk boylarından biri, bu isimle anılıyor.

Kazan ve Başkurdistan başta olmak üzere, Penza, Tambov, Ryazan, Kuybışev, Saratov, Ulyanosk, Voronej, Gorkiy (Nijni – Novgorod), Orenburg illerinde dağınık hâlde yaşayan Mişerlerin, bugünkü nüfûsu beş yüz bin civârında tahmîn edilmektedir.

“Mişer” sözünün etimolojik geçmişi, “mişe + er = meşe (orman) + adam (insan)” şeklinde açıklanıyor ve Türkçe binâsına oturtuluyor.

Türk dilinin târihî yolculuğu içinde; Çağatay, Hâkânî, Karahanlı, Özbek gibi isimler alan şîvenin bir kolunu konuşan Mişerler, daha ziyâde hayvancılık yaparak hayatlarını sürdürüyorlar.

Mişer Türkçesinden alınacak rastgele iki nümûne kelime, bize dil ve târih hazinemizin kapılarını açacaktır:

1- “Kapmak”= (mecâzen) içki içmek.

2- “Kıwas”= Ottan yapılan şıra (bira).

Bu iki kelimeden birincisi, işlenen fiilin harama ve töre dışına âit olduğunu ne güzel anlatıyor. Âdetâ “kap-kaç” tarzı bir hırsızlık kokusu, kelimenin içine sinmiş. Buradan da, Mişerlerin gündelik hayâtında, içkinin alenen içilmediğini, bu işin “kabahat” mağarasında îfâ edildiğini anlıyoruz.

“Kıwas” telâffuzunda ise, “kımız” söyleyişinin at izlerini, berrak şekilde görüyoruz.

Türklük tabiatının gür nebâtâtı, “kımız”dan “kıwas”a giden yolun her iki tarafını “hıyâbân”a çevirmiş.

Böylesine geniş, ihâtâlı ve muazzam bir derinliği olan Türklük okyanusu; “dere-gölet” ufuklu insanların idrâk edemeyeceği enginliktedir. Çekilen sıkıntıların en mühim ve en ciddî sebebi, kendimizi tanımada gösterdiğimiz basiretsizliktir. Asırlardır damarlarımıza zerk edilen “aşağılık” ve “çâresizlik” duyguları, Türkiye’yi tam mânâsıyla şaşkına çevirmiştir.

Bu marazî hâlin panzehiri, büyük bir millet olduğumuzu hakkıyla öğrenmek ve üstümüzdeki yabancı kumları silkelemektir.

“Elifi mertek sanma” cehâletinden, “Mişer’i kardeş bilme” cehdine yönelebilirsek; maddî, mânevî her türlü buhrân arkamızda, gerimizde kalır.

Türk’ün yıldızının parlamasından rahatsızlık duyanlar, bizi ha bire narkozda tutuyorlar.

Millî kültür havuzunun en mühim unsurlarından birisi, “folklor” başlığı altındaki değerlerdir. Yalan, yanlış yere “mozaik” türküsü çığıranlar, biraz zahmet gösterip Türk folkloruna nazar etseler, hatâlı yolda yürüdüklerini derhâl anlayacaklardır.

Bin yılı aşkın bir zamân içinde aynı vatan toprağında hâl-hamûr olan bizim insanımızın, nüanslarını tefrika sebebi yapanlar; hep ithâl mürekkep kullanan “kasıd ehli”dir.

Meselâ, Balıkesir yöresinde oynanan ve adına “bengi” denen halk oyunu, hiçbir mezheb ve tarîkat farkı gözetmeksizin, Türk milletinin kanını hareketlendirir. Mersin taraflarında yaygın olan benzer bir oyunun, o civardaki mahallî adı “mengi”. “Mengü, mengi, bengi” değişikliği, Türkçenin ses yolculuğu grafiğine de uyuyor.

“Bengi su”, “bengi taş” gibi âşînâ isimler, bu halk oyununun Orta Asya bozkırlarından hicret ederek Anadolu’ya geldiğini gösteriyor.

Bengi veya mengi raksının, kendilerine “Tahtacı” denilen Alevî zümresinin, dinî ağırlıklı bir müzikâl hareketi olduğunu biliyor muydunuz? Bu, tâbir yerindeyse “âyîn” sırasında; teşrîfâtı ve de oyunun gidişâtını, oyuncuları plânlayan tecrübeli kişilere de, yine “Tahtacı – Abdal” dilinde “kanber” deniyor. “Kanber” siz düğün de, bayram da gerçekten olmuyor…

Saf ve tertemiz Türk olan Tahtacılar, mezheb olarak “Câferî” dirler. Şeyh cehâletinden tevâtür eden Arap sıhrîyeti, tamâmen uydurma ve yakıştırmadır.

Yine, yaşayışları hakkındaki yanlış kanaatler havada uçuşan bir başka topluluk da “Abdallar”dır. Eskiden tamâmı konar-göçer olan bu Alevî-Kızılbaş kitlesinin, muhtelif Anadolu bölgelerinde köyleri, obaları bulunmaktadır. Antalya, bunların rağbet ettikleri yerlerin başında gelmektedir.

Soy bakımından Türkmen olan Abdallar, – bütün Anadolu Kızılbaşları gibi – Babaî Türkmenlerinin torunlarıdır. Bütün bunlar ortada iken; Abdalları soyca, dilce herhangi bir benzerliği bulunmayan çingenelerle akrabâ göstermek, kuru bühtandır.

Abdallar gibi, Tahtacı ve Çepnilerin de; elek, sepet yaparak nafaka temin etmeleri, onların çingene sayılmalarında rol oynamıştır. Elbette, işin temelinde, en büyük hastalığımız cehâlet yatmaktadır.

“Mozaik” yapmak, onu keşfetmekten kolay mı dersiniz?…

 

Orkun'dan Seçmeler