“- Bize ne oldu, böyle?!..”
Her nesil belki bu soruyu ya kendi kendilerine, ya da ruhlarında duyarak taşıyıp durdukları millî ve mânevî ıstırap ve sancıyı anlayabilecek bir muhatap buldukları anda onlara sormaktadırlar. Vatan ve millet derdi taşıyan her insan, hususiyetle her Türkün, milletimizin istikbalinin gün geçtikçe, -resmî olarak söylenenlerin aksine- daha da kötüye doğru gittiğini görüp yuvarlanmakta olduğu uçurumdaki hızının daha da arttığını müşahede ettikçe, bu acı manzaranın meydana getirdiği felâketi yüreğinde duymaması mümkün değil.
Bırakınız üniversite öğrencilerini, artık lise öğrencilerinin bile boyunlarında gururla taşıdıkları Hristiyanlık sembolü “Haç” veya “İstavroz”u, bu Türk çocuklarının boynuna taktıran sebepler nelerdir? Acaba, millî vicdanda oluşan yarayı meydana getiren sebepleri evvelâ anne ve baba olarak, daha sonra bir öğretmen ve bir imam-hatip olarak; renkli ve kurşun geçirmez camlara sahip lüks otomobiller ve “klima”lı makamlar içinde bir Belediye Başkanı ve Vali olarak, en son olarak da hükûmet ve devlet reisi olarak hiç düşündük mü? İnanıyorum ki, “-Hayır!” denilecektir.
Geçtiğimiz günler içerisinde, güzel İzmir’imizin Konak meydanında elinde üç-beş dergi (!) ve üç-beş tüyden oluşan “Bizans sakalı”nın bulunduğu çenesinin altındaki boynunda da yaklaşık onbeş santim uzunluğunda bir “haç” taşıyan Ege Üniversitesi’nden bir öğrenciyi gördüm… “Zavallı” demiyorum, çünkü zavallı olan, “yiğidin harman olduğu” Kars vilâyetimizden gelmiş olan bu Türk gencini bu kılık ve kıyafete sokup “İstavroz” işareti taktıran zihniyet ve idare sistemidir. Bu şahıs gelip geçen -özellikle kızlara- her gence yaklaşarak, onunla beraber bazen on-onbeş, bazen de yüz metre kadar yürüyüp inadına bir şeyler anla tmaktadır. Yanımda beraberce yürüyerek sohbet ettiğimiz bir ilâhiyatçı olan Ahmet Okumuş Bey ile Bulgaristan’ın “Belene” kamplarında idama mahkûm edilen ve ölmemek için ölmüş domuzları (yiyen)n, -ölmüş mahkûmların da ölmemeleri için domuzlara yedirildiği meşhur “BELENE” -Türk dünyasının büyük ressamı Enbiya Çavuş Beye işaret edip, durmalarını sağladıktan sonra bu genci gösterdim.
Misyoner oyuncağı ve kuklası bu genç, bizim dikkatlice kendisini izlediğimizi görmesine rağmen bize bir türlü yaklaşmıyordu. Sonunda âdeta davet edercesine sorduğumuz soru üzerine yanımıza geldi. Enbiya Bey, bu öğrencinin amacının en olduğunu ısrarla sormasına rağmen, bir türlü açılamıyordu. Maymuncuğu takınca, nihayet elindeki derginin bir vasıta teşkil ederek, asıl gayesinin “Hristiyanlık” propagandası yapmak olduğunu ağzından bir bakla çıkarırmışcasına anlatıverdi. Ahmet Beyin:
– “Maaşallah, bir Türk-İslâm yurdunda boynunuzda haç ile dolaşmanız ve dergi satmanız, hattâ Hristiyanlık propagandası yapmanız büyük bir cesaret; sizi tebrik ederim!” demesi üzerine:
“- Efendim siz de Müslümanlığınızı anlatabilirsiniz!” dedi. Bunun üzerine ben de:
– “Müsaadenizle sormak isterim; neden “Musevîlik” değil de “İsevîlik” propagandası yapıyorsunuz?” deyince, verdiği cevap şu oldu:
– “Ben Hz. İsa’nın “Mesih” olduğuna inanıyorum.”
Hemen ilâve ettim:
– “Hiç İslâmiyet üzerine düşünüp, bu dinle alâkalı bir Kur’an-ı Kerim tefsiri ve Kütüb-i Sitte’den bir eser okudunuz mu?” dediğimde:
– “Evet, Elmalılı Hamdi’nin tefsirini okudum!” cevabını verdi. Kendisine:
– “Ben halis Anadolu öz, Oğuz, Yazır Türküyüm” diyen merhum Elmalılı Hamdi Yazır gibi iki cihanın âlimi olan bir Türk müfessirinin tefsirini okumanıza rağmen, İslâmiyetle şereflenmemişseniz -kaldı ki, ne hazin bir tecellidir ki evvelce Müslümandınız-, bakınız Oğan Tanrı Bakara Sûresi’nin 18.nci âyetinde (Arapçasını da okuyarak) mealen:
‘Bunların meseli şunun meseline benzer ki bir ateş yakmak istedi, vaktaki çevresindekileri aydınlattı, tam o sırada Allah nurlarını gideriverip kendilerini zulmetler içide bıraktı, artık bunlar görmezler; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık bunlar dönmezler.’ Buyurmaktadır.” dedim.
Biz bir Türk olarak kimsenin dinî inancına asla müdahale etmeyiz, zaten İslâmiyet de bunu emreder; lâkin bu aldatılmışların ve bunları Türk-İslâm düşüncesinden ve inancından dışarı çıkartan misyonerlerin, Türk millî bünyesinde yaptıkları tahribat, kolay kolay tamir edilemeyecek cinstendir. Bu harekâtın arkasında, Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak plânları yatmaktadır. Türk’ün engin müsamahasına sığınarak dinî ve millî ibadetlerini yapan Türk Cihan Devletinin dünkü tebâlarından, hattâ çok eski devirlerden iki taşı kalan “kilise ve havraları imar ve tımar edip yeniden ibadete açmak” gayretlerinin arkasında, bu mübarek topraklardan “Türk ve Müslümanım” diyenleri sürmek, bu topraklarda da “Ermenistan”, “Kürdistan”, “Pontus”, “Büyük İsrail” ve “Büyük Helen” devletlerini kurmak yatmaktadır. Kısacası bu millî Türk düşmanları, emellerini din hâline getirmişlerdir. Kiliselerde zavallı Hristiyanlardan topladıkları paraları, “Haçlı Seferleri”nden bu yana besledikleri emelleri için, ama bu defa kılık ve siyaset değiştirerek, Türkiye’deki satılmışlara akıtmak suretiyle faaliyetlerini sürdürmektedirler.
İşin ikinci bir ayağı ve faaliyet ise, 20-24 Temmuz 2003 günleri arasında Kültür Bakanlığı İl Kültür Müdürlüğü ile Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı’nın müşterek olarak tertip ettikleri “I. SMYRNA AGORASINDAKİ SON KAZILAR”, “SMYRNA’DAKİ SİYASÎ VE SOSYAL YAŞAM” sempozyumunda verilen tebliğlerde, aziz vatanımızın her bir şehir ve köylerinin isimleri Rumca, Lâtince olarak zikredilirken son gün verilen tebliğlerin başlıkları şunlardı: “Asya’daki 7 Kiliseye açılan Kapı: Sabbatai Zevi Leading Jews to Israel”, “Smyrna’da Montanist Tarikatı”, “Hristiyanlığın Smyrna’dan Lyon’a yayılışı” ve “İncil’deki Smyrna ve Sonrası”.
İşte gayet masumane (!) verilen bu ilmî (!) tebliğler, biz Türklerin sularının kaynatılmakta olduğunun en bariz işaretidir. Meselenin bir diğer acı tarafı, kırka yakın ecnebi öğretim üyesinin arasına serpiştirilen Türk öğretim üyelerinin yarıdan fazlası da, tebliğlerini ya İngilizce, ya da Fransızca sundular. Anlamaya çalıştığım yukardaki acı hakikati, üç Türk öğretim üyesine de sordum. Keşke yanılsaydım… Hayatta bu kadar doğrulanmak istemezdim.
Yıllar önce memleketimde “Hain” arardım; işyerlerine İngilizce, Fransızca ve Rumca isimler koyanlar ile yine bu emperyalist dil ile giyeceklerimize yazı yazanları ve bu giyecekleri giyenleri gördükçe, artık “hain” aramaya gerek duymuyorum. Fakat merak ettiğim şu: Bu Türk dili düşmanlarını koruyan ve himaye eden asıl “hain şebekesi” kim? Veya kimler?
Seksen yıl önce, bu şühedâ yurdunda, millî bünyemizdeki müstemlekecileri görmek için mi “Kurtuluş Savaşı” verdik? Madem ki bugün İngilizi, Fransızı, Almanı, İtalyanı ve Yunanı bütün kültürüyle tapulu arazime önce “gecekondu”, daha sonra da “apartman” yapacaktı, niye dedemi öldürttünüz?
Şunu asla unutmayalım ki bu saldırı ve işgal, Balkan Harbi ile başlayıp, 9 Eylül 1922 gününe kadar süren önceki toplu, tanklı, tayyareli ve gemili saldırı ve işgalden çok, pek çok daha tehlikeli ve daha yamandır!