Ana Sayfa 1998-2012 Milliyetçiliğe genetik ve psikoloji açılarından bakış

Milliyetçiliğe genetik ve psikoloji açılarından bakış

BU iki bakışa bir üçüncüsünü de, Sosyoloji-Sosyal Bilimlerini de ilâve edebiliriz.

Ancak Türk milliyetçiliğini bu açıdan işleyenlerimiz (Ziya Gökalp, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi düşünürler) bu işi iyi yaptılar, bir şey söylemem gerekmez-zaten sosyolog da değilim.

Ancak genetik ve psikoloji bilimlerinden bakış çok ihmal edilmiş vaziyette. Genetik bilimi yeni (gene de 40 yıllık) olduğu için olacak. Bu işlerin uzmanlarından olan Yale Üniversitesi profesörlerinden Oktay Sinanoğlu sanırım Türkçü mücadelesine canıyürekten sarıldığından bu konuya vakit ayıramıyor.

Onunla 36 yıl önce bir iş projesi dolayısıyla bir araya gelmiştik. 1962’de Watson ve Crick ikilisi DNA’yı ilk defa, keşfetmişlerdi demiyeyim, fakat mikroskopta yakalamış ve helezonlu kromozomların ve genlerin görevlerini çözmeye başlamışlardı. Watson’un 1968’de “Sarmal Gen Merdiveni (Durable Helix)” kitabıyla son noktayı koydular. Bilim dünyası bu haber üzerine hop oturup hop kalkmıştı. Üniversiteler ve araştırma laboratuvarları dünyanın her tarafında (Japonya’dan ABD’ye, İngiltere’den Hindistan’a kadar) DNA’nın yüzbinlerce sırrını çözmeye çalışıyorlardı. Bu çalışmalar 1965’ten beri başlamıştı.

Ne var ki o telâşta birbirleriyle nadiren -yıllık kongrelerde, vb. -temasa geçiyor, çok kere aynı araştırmayı, yapılmadı sanıp tekrar araştırmalara girişiyorlardı.

O sırada -1964’den beri- benim bilgisayarla eğitim esaslı bir vakfım (Learning Foundation) ve bir de şirketim (Uniteq Ine.) vardı. Kolları sıvadım ve bilgisayarları (computerleri) kullanarak bu araştırmaları toplayıp yayacak bir şirket daha kurdum: “DNA Computer International Inc.” Ve hemen Sinanoğluyla temasa geçip yardım etmesini ve yol göstermesini istedim; buna karşılık da kendisine yeni şirkette yüzde 10 hisse verdim. Fakat daha ilk yüklemeleri yaparken 1969 krizi Amerika’yı çarptı, esas şirketimi kurtarmak için DNA’ları elden çıkardım. (1)

“Ne yazık” ama, ne yapalım, geçmişe mazi derlermiş.

İşte “Genetik” bilimiyle ilgim böylece dıştan seyirci olmaktan çıktı, işin içine girmiş (ve alacakla da çıkmış) oldum. İlgim devam etti. Çünkü DNA/Gen demek, irsiyet (kalıtım) demekti ve eğitimini aldığım(2) antropoloji (ırklar bilimi) ile akraba bir alandı (bir koldan da biyolojiye bağlanıyordu ama bu benim saham değildi).

DNA, GENLER VE KAN

MESELESİ

Genetik bilimi, yalnız kişilerin değil, toplumların ve canlı yaratıkların hepsinin “DNA/gen” kimliğini ve bunu kimden, nereden aldığını açıklıyor. Müthiş bir anahtar! Hattâ bana altı yıl önce çocukça göğsümü kabartma fırsatı bahşetti: 1998’de Rus genetikleri DNA testleri sonucu Kızılderililerin Türklerle akrabalığını kanıtladılar ve Hürriyet gazetesi, resmimi de koyarak, “Prof. Dr. Türkkan haklı çıktı” diye haber yaptı.(3)

Genetik bilimi, Antropolojiden bir adım ileri gidip, insanların ruh/psikolojik yapılarının ve hastalıkların, en azından eğilimlerinin nesilden nesile DNA yoluyla devam ettiğini gösteriyor.

Şu hâlde, milletçe “bizi biz yapan” özelliklerimiz (vücut yapısı kadar karakterimiz de) genlerimiz yoluyla bugün ve yarına aktarılıyorsa, çevre ve kültür etkileri kadar dikkate alınması şart oluyor demektir. Milliyetçilik, genetik mirasımızı ihmal edemez ve bunun girdisini çıktısını az çok bilmek mecburiyetindedir.

Bu da bizi bir kere daha Türkiye dışındaki “Türk” dediğimiz toplumların kanca da, soyca da Türk ve bizden olduklarını ispatlar.

Genetik bilimi açısından milliyetçilik, 1940’larda başbakan Şükrü Saracoğlu’nun “Türkçülük, kültür olduğu kadar, lâakal (en azından) bir kan meselesidir” dediği gibidir(4).

Milliyetçiliğin ırk-soy-kan (yani kalıtım) faktörüne de önem vermesi Saracoğlu’ndan çok eskiye gidiyor. Namık Kemal(5) de bir şiirinde;

“Fıtrat (karakter) değişir sanma bu kan yine o kandır!” demişti.

Kemal Atatürk, her ne kadar “Ne Mutlu Türküm diyene” demişse de, Gençliğe Hitabında, tıpkı diğer Kemal gibi;

“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” dememiş miydi?

Genel Kurmay da, 1930’lardan 1944’e kadar Harp okullarına öğrenci alma şartlarının en başında, “Öz Türk ırkından olmak” diye gazetelere ilân veriyordu.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Halkımızın, doğru davranmayanları “kanı bozuk” sözüyle tanımlaması, genetik açıdan bir değerlendirme yaptığının işaretidir. Ama artık “kan” ya da “kafatası” değil, “GEN” diyoruz.

IRKÇILIĞIN VE GENETİĞİN İLİŞKİSİ

Bu çeşit milliyetçilik, Hitler’den beri durmadan lânetlenen “ırkçı milliyetçilik” midir?

Meseleye böyle bakmak için sloganlarla düşünen bir kafaya sahip olmak lâzımdır. Oysa inançlar, fikirler, ideolojiler bir tek kalıba sığmaz. Hristiyanlığın nasıl Ortodoks-Katolik-Protestan çeşitleri varsa ve bunlar birbirlerinden bir hayli farklıysalar; nasıl Müslümanlığın da, Şiî-Sünnî ve daha pek çok mezhepleri varsa; nasıl sosyalizmin/solculuğun sayılamayacak kadar envai çeşidi varsa, “ırkçılık” da böyledir.

Nazilerin ırkçılığı, kendilerinden başkalarını aşağı görmek, düşman bilmek ve fırsat yaratıp soykırımına kadar gitmektir. Böyle bir ideolojiden nefret ettiklerini söyleyen Anglo-Saksonlar yani Amerikalıların Kızılderililere karşı işledikleri katliam ve zencilere revâ gördükleri eziyetleri, linçleri, İngilizlerin Tasmanya ırkını yeryüzünden silişlerini… vs. hatırlayın(6) ve daha niceleri (en son Bosna’da Sırplar), hepsi bu sınıfa girerler-tabiî her bir ferdi değil.

Bir de, mensup olduğu milletin çoğunluğunun beden ve karakter özelliklerinin genetik kalıtımla oluştuğunu kabul eden, bu “kan”a önem veren, karışmasından hoşlanmayan ırkçı milliyetçiler vardır. Irkının bu özelliklerini sever, dünyanın neresinde olursa olsun, dini, vatandaşlığı, bazı âdetleri farklı bile olsa onlara “bizden” diyen, onları korumak isteyen, daha iyi olmaları için çalışan ırkçı-milliyetçiler de vardır. Bunlar, kendi ırkını-tıpkı insanların kendi ailesini başka ailelerden daha çok sevdiği gibi- ayrılıkçı bir hisle daha çok sever ama, ötekileri de düşman görmez, zulmetmeyi veya onları yoketmeyi düşünmez; onların da güzel, hattâ bazen kendisinden daha üstün özellikleri, yetenekleri olduğunu kabul etmekten çekinmez (7).

BAŞKALARINA DÜŞMANLIK, ÜSTÜNLÜK HİSLERİ

Bu ikinci tip ırkçı, hiç mi düşmanlık hissi beslemez?

Böyle bir iddiada bulunmak yalancılık olur.

Nasıl kendimize veya ailemize karşı düşmanca davrananlara, uzlaşma sonuç vermezse ister istemez düşman olur, tehlikeyi önlemek, çıkarlarımızı korumak için tedbirler düşünürsek, ırkları yüzünden değil, toplum olarak bize karşı olanlara da öyle davranırız. Bu tabiîdir.

Farka dikkat edin: bizden başka ırktan oldukları için değil, düşmanca davrandıkları, menfaatlerimize zarar verdikleri için yaparız bunu.

Bunun da sınırı olmalıdır. Yoksa hemen bir tehdit uydurur. saldırırız; Bush’un Irak’ta yaptığı gibi. Bunun için ırkçı milliyetçi olmak şart değil, en demokrat ve ırkçılık düşmanı da olsak, bize düşmanca davrananlara, haklarımızı çiğneyenlere karşı tepki gösteririz, göstermeliyiz.

Ya üstünlük iddiası?

Ben de, 17-20 yaşlarında, “Her ırkın üstünde Türk ırkı” sloganlı dergi yayınlamıştım. Bu bir tepkiydi. 2. Dünya Savaşı’ndan önce 1938’de kadastro uzmanı rahmetli babam Almanya’ya bir kongreye giderken beni de yanına almıştı. Hitlerci Nazilerin “Herşeyden üstün Aryen/Alman ırkı” sloganlarına o kadar içerlemiştim ki “Asıl en üstün olanı Türk ırkıdır!” diye bağırmış, Türkiye’ye döner dönmez de çıkardığım Ergenekon dergisine bunu başlık yapmıştım.

1938’de 18 yaşımda olan ben o kadar Faşizm ve Nazizm düşmanıydım ki Ergenekon’un her sayısında “Faşizm Tehlikedir!” başlıklı yazılar yazmış ve yayınlamıştım (İsmet İnönü, dergimi, “Alman dostluğunu bozar” gerekçesiyle kapatmıştı). Ardından çıkardığım “Türkçülüğe Giriş” kitabımda olsun, Bozkurt ve Gökbörü dergilerimde olsun, Faşizm ve Komünizme düşmanlığımdan şaşmadım.

Irk itibariyle “bizden olmayan”ları-bazı durumlar hariç- düşman görmeme dersini de iki arkadaşımdan aldım: Biri liseden sınıf arkadaşımdı (sonra İlâhiyat Fakültesi dekanı oldu. Şimdi rahmetli) Annesi Abazaydı. Fakat kendisi sapına kadar Türkçüydü ve ölümüne kadar da öyle kaldı. Tabutluk denen işkence yerinin önünde, ensesine tabanca dayandığı hâlde zorla imza ettirmek istedikleri sözde ifadeyi imza etmeme yiğitliğini göstermişti.

Diğeri de, babası Arnavut “Viola” aşiretinden Cenap Şahabettin, annesi Kürt ve Kürtçü Bedirhan Paşa’nın kızı veya torunuydu. Ama kendisi kraldan fazla kralcı kesilmiş, aramıza gireceklerin sekiz göbek “öz Türk kanından” olmalarını istemişti. Tabiatiyle şüphelendim, hattâ aramıza sokulmak istenen bir Nazi casusu (Quisling) olabilir diye düşündüm. Bozuştuk, yumruklaştık. Yıllar sonra hayretle tanık oldum ki 1944’te tutuklanan bu arkadaş, zerre kadar Türkçülüğünden, hattâ ırkçı Türkçülüğünden vazgeçmemiş, yargıç ve savcının en ağır tehditlerine vız geçiyordu! Onun yanında Türkçü geçinen 3-4 korkağa ne demeli bilmem. Bu arkadaşımız, ölümüne kadar yolundan sapmadı.

Yalnız bu misâller bizi aldatmasın. Çok daha fazla sayıda aksi örnekler akla gelebilir. Peşin hükümlü değil, tedbirli olmalıyız. Ve soyca bizden olmayanların, ırklarına özgü meziyetlerini de görüp “Türklük Ağacının Dalları” olarak nasıl yararlı olabilirler, onu düşünmeliyiz. Birinci tip Hitler ırkçısı gibi olmamak için.

DİPNOTLARI

1- Bkz: “Tabutluktan Gurbete” kitabım, 2. Baskı, Boğaziçi Yayınları, 1975, sah.274.

2- Sorbonne’da, 1974’de.

3- 25 Temmuz 1998, Bkz: “Kızılderililer ve Türkler” kitabım, 4. baskı, sh.197.

4- Sonra rüzgâr değişmiş, İsmet İnönü rejimi, başbakanın sözlerini bayrak yapan gençleri 4 Mayıs 1944’te tutuklamış, “Irkçı-Turancılar” diye suçlayıp yargılamıştı (beraat Askerî Yargıtay’dan gelmişti.

5- Ailemizle akraba olan Namık Kemal’in bu ünlü şiirinin kırmızı mürekkeple yazılmış aslını, Namık Kemal’in elinde (Rodos’ta) büyümüş olan ninem Fitnat hanım bana göstermişti. Vefatıyla kayboldu, keşke alsaymışım. Ama bu şiir, edebiyat kitaplarında var.

6- 1980’lerde bunu Milliyet gazetesinde yayınlanan “İnsanın İnsana Zulmü” dizinde anlatmıştım. Nasip olursa kitap yapacağım.

7- 2000 yılında “Garip ve Güzel” adlı bir albüm yayınlamış, içinde çeşitli ırkların güzelliklerini tek tek belirtmiştim.
 

Orkun'dan Seçmeler