Ana Sayfa 1998-2012 Milliyet Duygusu ve Türkçülük Şuuru

Milliyet Duygusu ve Türkçülük Şuuru

MİLLÎ duygu ile siyasî istiklâl fikri birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Tarihte bütün istiklâl hareketlerini yaratan faaliyetlerin derin milliyet duygusundan kuvvet aldığı, istiklâl savaşlarının başlıca dayanak noktasının millî hisler olduğu görülür. Türlü mücadelelerin, bazen hayret verici istiklâl savaşlarının kümelendiği Türk tarihi ise, milletimizin canlılığını ve hamleli durumunu ortaya koymakta, dolayısıyla Türklerdeki milliyet hislerinin ne kadar köklü bulunduğunu ispat etmektedir. Kritik zamanlarda cemiyetin birlik ve kudretini sağlayan mânevî değerlerin başında milliyet duygusu ve vatan sevgisi gelir. Her millet gibi, muhtelif çağlarda cemiyetçe felâketlere uğramış, karanlık günler geçirmiş ve geçirmekte olan Türk milletinin daima diri ve her zaman ayakta kalmış olması, onlardaki en üstün mânevî değerin, yani milliyet duygusunun sağlamlığına bir delildir. Milliyet fikrinin sebeplerini, gelişme sahalarını ve sonuçlarını inceleyen bilim adamlarına göre, Avrupa’da miliyetçilik cereyanının mazisi 200 yılı geçmez. İnsanlık İlk Çağ tarihi boyunca ilkel düşünceler içinde yuvarlanırken, Türkler makalemizde anlatacağımız milliyet duygusu ve Türklük şuuruna ermişlerdir.

Türk milleti, dünyanın en eski ve en büyük milletlerinden birisidir. Son yıllarda yapılan çalışmalarla Türk tarihi, M.Ö. 2750 yıllarına kadar geri gitmektedir. Beş bin yıllık bir tarihe sahip olmak her millete nasip olmayan bir mazhariyettir ve büyük milletimizin hayatiyet, canlılık, yaşama azmi ve kudretinin de bir işaretidir. Türkler aynı zamanda çok köklü bir kültürün sahibi ve temsilcisi de olmuşlardır. Derinleşen ilmî araştırmalar, Türklerin Orta Asya’da gelişen bir kültürün yaratıcısı olduğunu da göstermiştir. Dünyada ilk fatihler olarak görünmüşler, yine kurduları devletlerle hukuk koyucu millet olma şerefini kazanmışlardır. İmâl ettikleri demir silâhlar sayesinde kolayca fütûhat yapabiliyorlardı. Bu suretle Hindistan’da, Çin’de, Yakın Doğu’da ve Avrupa’da büyük kültürel tesirler icra etmişlerdir.

Dünya medeniyet tarihinde yeni ufuklar açan Türklerin kendilerine mahsus bir hukuk sistemleri de vardı. Türk teamül hukukuna “töre” adı verilmiştir. Hususî hukuk hükümlerini olduğu kadar âmme hukuku esaslarını da ihtiva eden töreye göre, kadına hürmet edilirdi, aile müessesesi kutsaldı, zinanın cezası idamdı, hırsızlık yasaktı, barış zamanında silâh çekmek şiddetle men edilmişti. Bundan dolayı katil, cinayet gibi suçlar çok nadir olarak görülmüştür. İnsana sırf insan olduğu için saygı göstermek, törenin umumî hükümlerindendi. Bu sebeple Türk topluluklarında kütleler ve fertler arasında ayrım yapılmazdı. Devlete karşı görevlerini yerine getiren herkes hürdü. Türklerde efendi ve köle ayrımı da yoktu. Türk ülkesinde, savaşlarda yakalananlar dışında esir bulunmazdı. Türk hükümdarları zalim ve despot değillerdi. Zira salâhiyeti ve bütün icraatı töre hükümlerinin ve bunu tatbikle vazifeli “devlet meclisleri”nin kontrolü altında idi.

Milliyet duygusu, bütün toplumlarda bir mensubiyet duygusu olarak daima var olmuştur. Milliyet duygusu, birlikte yaşamaktan, ortak inanç ve menfaatleri olmaktan, aynı coğrafyayı ve aynı tarihî kaderi paylaşmaktan ve benzeri ortaklıktan doğan bir yakınlık ve dayanışma duygusudur. Tarihte Türk milliyetçiliğinin şahlandığı devirler vardır. Milliyetçiliğin şuurlu bir şekilde yapıldığı dönemlerde siyasî ve iktisadî durum ne olursa olsun, Türk milletinin hayret verici başarılar kazandığı görülmektedir. Türk milliyetçiliğinin en büyük özelliği, tarihte ilk defa görülmesidir.

Türk milliyetçiliği, Orta Asya’dan Hun İmparatorluğu’ndan başlayarak günümüze kadar gelen bir fikirdir. Büyük Hun hakanı Mete, tahta çıktıktan sonra Orta Asya’da ilk defa Türk birliğini sağlamakla, ırkımızı devletsizlikten, yok olup gitme âkıbetinden kurtarmış, Türk olarak bugünlere gelişimizi sağlayan ilk şahsiyet olmakla Türk milliyetçiliğinin en önemli siması olmuştur. Yine Mete, kendisinden istenilen toprak parçasını vermeyerek; “toprağın, devletin esası olduğunu ve vatansız devlet kurulamayacağını” söyleyerek vatan sevgisinin de temellerini atmıştır. Yine o, Çin imparatoruna yazmış olduğu mektubunda, “…Orta Asya’da yay çekebilen ve kullanabilen bütün kavimleri tek bir aile hâlinde birleştirdim. Bunların hepsi Hun oldular”, cümlesiyle şuurlu bir şekilde Türk birliğini sağladığını ifade etmektedir.

Dünyada hiçbir millet, Türkler kadar hürriyetlerine düşkün değildir. Esaret altında yaşamaktansa ölmek onlar için en güzel yoldur. Türk milleti, dünya kavimleri arasında milliyetçilik duygusuna en güçlü şekilde sahip olan bir millettir. Milliyetçilik anlayışını devlet politikası olarak güden ilk millet de Türklerdir. Hun İmparatorluğu, M.Ö. I. yüzyılın ilk yarılarına doğru eski gücünü yitirmiş ve bir ayrılık meydana gelmiştir. Hun Tanhusu Ho-han-yeh, Çin’in himayesine girmek istemiş, kardeşi Çi-çi ise bu isteğe karşı çıkmıştır. Bu durumun kendileri için utanç verici olduğunu söyleyen Çi-çi, emrind eki kuvvetlerle ülkenin batı taraflarına çekilmiştir. Esasen o, daha önce batıdaki Kırgız ülkesinde kendisine bir başkent yaptırmıştı. Bu bölgede Tanrı Dağları ve Issık Köl civarında girmiş olduğu mücadelelerde başarılı olmuş ve bölgedeki Türk boylarını hâkimiyeti altına almıştır. Bu Türk başbuğunun güçlenmesine tahammül edemeyen Çin, Çi-çi Hunlarını 70.000 kişilik bir kuvvetle basmış ve Hun başkentini tamamen tahrip etmiştir. Çi-Çi’nin 1518 kişiyle güçlü Çin ordusuna karşı vermiş olduğu hayret verici direniş, bugünkü Türk milletinin var olma sebeplerinden birisidir. Çi’çi’nin burada yapmış olduğu konuşma ibret vesikasıdır; “Boyun eğmeyeceğiz. Çünkü bu, şan ve şerefle yaşamış olan ecdadımıza karşı yapılması mümkün ihanetlerin en büyüğüdür. Atalarımız, bizlere geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklâli de emanet etmişlerdir. Savaşçı ve süvari hayatımız sayesinde yabancıları titreten bir millet olduk. Korumakla vazifeli bulunduğumuz bütün bu emanetleri adi bir ömür uğruna feda edemeyiz. Hepimizin bildiği gibi, savaşta erlerin kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şanı yaşayacak, çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaktır.” Bu konuşmadan sonra hayatını kaybetmiştir.

Kök Türk Hakanlığında vuku bulan bir olay, o dönemdeki Türk milleti ve yöneticilerinde millî varlığı koruma ve millî kimlik hassasiyetinin ne kadar yüksek olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Çin’in geleneksel politikası icabı Türkleri birbirine kışkırtması sonucunda devlete karşı isyanlar artmış, Işbara Kağan, Çin’in himayesini istemek zorunda kalmıştır. Çin İmparatoru, onun bu teklifini memnuniyetle kabul etmiştir. Ancak, imparator buna karşılık ondan, Çinlilerin âdetlerini benimsemesini de istemiştir. Gerçekte Işbara Kağan cesur ve dirayetli bir hükümdar idi. Ne yazık ki, sürekli kuraklıklar, hastalıklar ve isyanlar onun kağanlığının son senelerinin başarısız geçmesine sebep olmuştur. O, Çin’in istekleri konusunda imparatora yazmış olduğu mektupta; “Şimdi oğlum sarayınıza gelecek ve size ilâhî soydan gelen atlar takdim edecektir. Oğlum her gün sizim emrinizde olacaktır. Ayrıca size her yıl haraç gönderilecektir. Fakat elbiselerimizin önlerini açmaya, omuzlarımızda dalgalanan saç örgülerimizi çözmeye, dilimizi değiştirmeye ve sizin törelerinizi kabul etmeye gelince, bizim âdetlerimiz ve geleneklerimiz o kadar eskidir ki, ben şimdiye kadar bunları değiştirmeye cesaret edemedim, bütün milletim de aynı kalbi taşımaktadır. Bizim âdet ve geleneklerimiz çok eski çağlardan beri devam ede gelmiştir. Bundan dolayı onları değiştirmeye benim gücüm yetmez. Bizim kuzey bölgemizde, idare edilenlerle idare edenler arasında kurulmuş olan düzeni yaralamaya ben cesaret edemem” ifadeleri ile Türk milletinin bağımsızlık ruhunu ortaya koymuştur.

Türklük duygusunu özünde sembolleştiren yiğitlerden birisi de Kür Şad’dır. Kök Türk Hakanlığının zayıflamaya başladığı dönemlerde Çin’ın kışkırttığı kavimlerin merkeze karşı ayaklanmaları sonucu, devlet iyice güçten düşmüş ve Çin orduları Türkleri az da olsa yenmeye başlamışlardır. Neticede 630 tarihinde Doğu Kök-Türk Kağanlığı yıkılarak Türk milleti, Çin’in esareti altına düşmüştür. Tutsak olanların arasında Kür-Şad da vardı. O, yiğit ve cesur bir genç olduğ için Çin ordusunda önemli bir mevkie yükseldi. Ancak Kür-Şad hiçbir zaman Türklük şuurunu kaybetmemiş ve bu durumdan kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştır. 639 yılı, Türk tarihinin en önemli olaylarından birinin geçtiği yıl olmuştur. Zira bu yılda Kür-Şad, kırk Kök Türk ileri geleni ile aralarında gizli bir cemiyet kurarak, kurtuluş plânını uygulamaya koyuldu. Bu plân kısaca şöyle idi: Bazı geceler tek başına şehirde dolaşan imparator T’ai-tusung’u esir alarak, Çin’den dışarı çıkmak hedefleniyordu. Ancak plânın uygulanacağı gece ansızın bir fırtınanın kopması, bütün işleri alt üst etmişti. Her gece dışarıya çıkan imparator, fırtına yüzünden o gece dışarı çıkmadı. Karardan vaz geçmenin tehlikeli olabileceğini düşünen. Türk tarihinin bu gözü pek yiğitleri saraya yürümeye karar verdiler. Birçok muhafızı yok ettikten sonra, imparatorun kapısına geldiler. Fakat bu sırada dışarıdan yardıma gelen ordu ile başa çıkamadılar. Çinlilerin kılıçlarından kurtulan birkaç kişi, Kür-Şad ile birlikte Wei ırmağının kıyısına kadar geldi. Fırtınadan ve yağan yağmurdan dolayı kabaran Wei ırmağını geçmeyi başaramadılar. Irmak ve Çin ordusu arasında sıkıştılar ve burada acımasızca katledildiler. Kür-Şad ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği bu fevkalâde hareket, Türk milletinin kalbinde daima hatırlanacaktır.

Bengü taşları (Orhun Âbideleri), Türk milliyetçiliğinin en büyük kaynaklarından biridir. VIII. yüzyılda yazılmış ve dikilmiş olan bu belgeler Türk milliyetçiliğini tam olarak ortaya koyan bir vesikadır. Kök Türk Kağanı, Türkleri dünyanın tek hâkim milleti olarak vasıflandırmakta, sevgi ve saygıyla övmekte, tarihî Türk yurdu mukaddes Ötüken toprağına hiçbir yabancının ayak basamayacağını bildirmektedir. Bilge Kağan, Türk milletinin ebedîliğine o kadar inanmıştır ki, Türk devletinin çökmesi, Türk töresinin yürürlükten kalkması için ancak “yukarıda mavi göğün yıkılması, aşağıda yağız yerin yarılması” gerekiyordu.

Türkler, İslâmiyeti kabul ettikten sonra da millî şuurlarını korumasını bilmişlerdir. Eserini Türklük şuurunun verdiği hazla yazan ve Türklüğün ebedîliğine inanmış olan Kaşgarlı Mahmud bu dönemde eserini Bağdat’da Halifeye sunmuştur. Gerçekten onun yazmış olduğu bu eser yani Divanü Lügati’t-Türk, Türk dilinin, tarihinin, edebiyatının, folklorunun, kısaca Türk kültür ve medeniyetinin en büyük hazinesidir. Büyük bir Türkçü olan Kaşgarlı, eserinin baş tarafında Türk milleti hakkında şunları yazmaktadır; “Allah’ın devlet güneşini Türk burcundan doğdurduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve onları yer yüzüne hâkım kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların eline verdi. Onlarla birlikte çalışanları, onlardan yana olanları aziz kıldı. Türkler sayesinde onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu. Oklarının isabetinden kurtulmak için, aklı olana düşen vazife, bu adamların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi taifesinden ayrılıp da onlara sığınacak olursa, bunların korkusundan kurtulur.” O, bu ifadelerden sonra Türk maddesinde, Türk adının Tanrı tarafından verildiğini ifade etmektedir. Hattâ bu konuda bir de Hadis-i Kudsîyi nakletmektedir; “Yüce Allah -benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam Türkleri o millet üzerine musallat kılarım- diyor. İşte bu, Türkler için insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Allah, onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yer yüzünün en yüksek yerinde, havası temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara -kendi ordum- demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, mertlik gibi övülmeye değer sayısız iyilikler görülmektedir.”

Nüfus çoğunluğunu İranlı, Arap vb. gibi ahalinin meydana getirdiği Selçuklu İmparatorluğu’nda Türklerin kendilerini koruyabilmelerini sağlamış olan Türklere mahsus devlet gelenekleri, örf, âdet ve nihayet Türk kitlelerinin büyük bir aşkla sarıldıkları Türkçe, imparatorluğun hâkim zümresinin ve Türklük şuurunun daima uyanık bulunmasına yardımcı olmuştur. Bu şuur, başta hükümdar ailesi olan Selçuklu hanedanında yaşamıştır. Bu döemde Arapça ve Farsçanın gelişme göstermesi, Türkçenin hâkim zümre Türk unsurunu tutmak ve birbirine yaklaştırmaktan ibaret tarihî vazifesini yapmaktan alıkoyamamıştır. Selçuklu Türklüğü, dillerini unutarak, Çin’de ve Avrupa’da Türklüğünü unutmuş Türk boylarının âkıbetine uğramamıştır. Aksine bilhassa imparatorluğun batı sınırına sevk edilen kalabalık Türkmen kitleleri sayesinde, Türkçe Anadolu’da tek hâkim konuşma ve edebiyat dili olmuştur. Zira bu dönemde Türkçenin önemini gösteren en büyük kaynak Divanü Lugati’-t Türk’tür. Bunun dışında İslâm öncesi Türk gelenek, örf ve âdetlerinden çoğu Selçuklular arasında yaşıyordu. Anadolu’ya gelen Türklere bir kurdun öncülük ettiği şeklindeki rivayet, Kök Türklerdeki Bozkurt efsanesinin Türkmenler arasında canlı bir şekilde yaşadığının göstergesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Murad Han devri Türkçülük fikrinin geliştiği bir dönemdir. Bu dönem, Türkçe kitapların yazıldığı, İslâmî ve tarihî kitapların dilimize çevrildiği, dünyadaki büyük şahsiyetlerin Türk’ten başka bir millete mensup olamayacakları düşüncesinin beslendiği çağ olmuştur.

Türklük şurunun zirveye çıktığı dönemlerden birisi de Millî Mücadele dönemidir. Avrupa devletlerinin dize getirildiği ve bir Bozkurt gibi “Ya istiklâl, ya ölüm” haykırışlarının duyulduğu bir dönemdir. Altı asır devam eden Osmanlı İmparatorluğu ömrünü tamamlamış ve XX. yüzyılda yıkılmanın eşiğine gelmişti. Osmanlı aydınları, devletin kurtuluşu için çare olarak çeşitli fikir akımlarını ortaya koymuşlardı. Bu fikir akımlarından en önemlisi Türkçülük akımı idi. Zira Türkçülük akımı, temelini bilimsel olarak Türk tarihi araştırmalarından alan bir fikirdi.

XIX. asırda gelişen Türkçülük hareketi, ilk başlarda siyasî bir düşünce olmaktan çok, kültürel alanda bir akım olarak kendini göstermiştir. Bu hareket Avrupa’da gelişen Türkoloji çalışmalarına paralel olarak II. Mahmud ve Sultan Abdülaziz devirlerinde gelişme göstererek II. Abdülhamid zamanında bir fikir hareketi hâline gelmiştir. Temeli kültürel alanda millî tarih, millî dil ve millî coğrafya gibi konularla ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu bilimsel unsurlara dayanan bir siyasî fikir hareketi şekline dönüşmüştür. 1. Dünya Savaşı’nda hâkim fikir Türkçülük idi. Türkçü liderlerin kafasındaki program şöyle idi;

a) Büyük Türk Birliği: Dilleri, ırkları, âdetleri, hattâ çoğunun dinleri bir olan bütün Türklerin birleşmesi.

b) Türk Tarihi ve Kültürü: Türk tarihi, Osmanlı Devleti’nin kurulması ile başlamaz. Ondan evvel de büyük bir Türk mazisi ve medeniyeti vardır.

c) Türk Dili: Türk dili, Arap ve Farsçanın tesirinden kurtarılacaktır. İstanbul Türkçesi ortak yazı ve konuşma dili hâline getirilmelidir.

d) Millî İktisat: Yoksulluktan ve yabancı baskısından kurtulmanın yolu, millî üretimi artırmanın çarelerini bulmak ve Türk iktisadî hayatını yabancıların pençesinden kurtarmaktır.

e) Millî Edebiyat: Halk dilinin ve folklorünün araştırılması.

Mustafa Kemal Atatürk, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Yıldırım Orduları Grubunun lağvedilmesi üzerine İstanbul’a gelerek Anadolu’ya geçmenin yollarını aradığı Türklüğün karanlık günlerinde de Türçülük değişmeyen fikir olarak yerini korumuştur. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra 22 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’a gönderdiği raporunda; “Millet birlik olup, hâkimiyet-i milliyeyi ve Türklük duygusunu hedef edinmiştir” demiştir. O, Samsun’a çıktığında ülkenin genel görünümü yürekler acısıdır. Trablusgarp ve Balkan savaşlarında bir felâket kasırgası hâlinde birbiri ardınca gelen yenilgilerle imparatorluk, çöküntünün eşiğine gelmiş ve ülke derin bir karanlığa gömülmüştü. İtilâf Devletleri, Osmanlı devlet ve memleketlerine karşı maddî ve mânevî saldırıya geçmişler, onu yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişlerdi. Ordunun cephanesi ve silâhları elinden alınmış, memleket fiilen düşman işgali altına girmişti. Öte yandan İstanbul’da ve memleketin her tarafında yerli Hristiyan azınlıklar ve Müslüman unsurlar tarafından çeşitli maksatlarla kurulmuş bulunan, millî varlığa düşman cemiyetler gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışmaktaydılar. Böyle bir durumda Türk milleti karanlık ve belirsizlik içinde olup bitecekleri beklemekteydi. İşte böyle bir dönemde Türkçülük fikri ile Türk milleti bir uyanışı gerçekleştiriyordu. Bu uyanış; “kendi devletlerinin hükûmet merkezinde bir yere gitmek için gece saatlerini ve karanlıkları bekleyen, vatan toprakları üzerinde vatan hasreti çeken ve düşman işgali altında yaşamaktansa, Türk bayrağına sarılarak gömülmeyi tercih eden insanların” uyanışıydı. Bundan dolayı, Türk Millî Mücadelesinin başlayacağı dönemde lider ve kadrosunun elinde fikir olarak Türkçülük, vatan olarak Türkiye, millet olarak da Türk milleti vardı. Millî Mücadele’nin önderi, bu üç umdeyi birleştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır.

1930’lardan itibaren kültür konularıyla daha fazla ilgilenmeye başlayan Atatürk, yeni devletin ideolojisine uygun olarak “millî dil” ve “millî tarih” araştırmalarına ağırlık vermiş, bu yoldan toplumda “millî şuurun” oluşturulmasına çalışmıştı. Türk tarihinin çalışmalarını yürütecek bir kurum meydana getirmek amacıyla 1930 Nisanında toplanan Türk Ocaklarının VI. Kurultayında Atatürk’ün isteğiyle bir Türk Tarihi Heyeti oluşturuldu. Başkanlığına da Tevfik Bıyıklıoğlu getirildi. 15 Nisan 1931’de ise daha sonra Türk Tarih Kurumu adını alan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kuruldu. Özetle bilimsel temele dayalı olarak geliştirilmesi düşünülen, Türk tarih tezi ile yeni Türk devletinin ideolojisine uygun Türk milliyetçiliğini oluşturmaktı. Daha öğrencilik dönemlerinden itibaren tarihle ilgilenen Atatürk, özellikle Türk tarihinin üzerinde durmuştur. Amaç ise Türk milletine “millî kimlik ve millî şuur” aşılayarak millî bir toplum olma düşüncesini oluşturmaktı.

Aynı dönemde Çarlık Rusyasının egemenliği altında ezilen Türkler arasında da Türkçülük hareketinin geliştiğini görmekteyiz. Bu hareket, Türk boylarının tesanüdünü ve gelecekte ilerlemelerini sağlamak gayesiyle, Rusya hudutları içinde kültürel alanda nisbî bir özerklik kazanmak için yapılan mücadelede, bu boyların birliği fikrine bağlıydı. Rusya’da Türkçülük Panslâvizm’e bir tepki olarak doğmuştur. 1883 yılında İsmail Gaspıralı’nın, Bahçesaray şehrinde yayınladığı ve ilkesi “dilde, fikirde, işte birlik” olan “Tercüman” gazetesi Türk halklarının birliği fikrinin müdafii olmuştur.

Türklük âlemi günümüzde hem siyasî hem de kültürel olarak bir buhran dönemi yaşamaktadır. Yine Türklük âlemi bugün içinde bulunduğu buhranların üstesinden, ancak Türklük şuuruna ve milliyetçilik anlayışına bağlanmakla gelebilir. Aksi takdirde ne Avrupa Birliği, ne başka arayışlar hiçbir sonuç vermeyecektir. Bu gibi arayışlar, Türk vatanını bölüp parçalamaktan başka bir işe de yaramayacaktır. Türk tarihi bunun örnekleriyle doludur. XX. yüzyılda Anadolu Türklüğünü var veya yok olma mücadelesinden başı dik olarak çıkaran Büyük Atatürk, Türk tarihinden aldığı şuurla Türk milletinin bunalımlara düştüğü veya düşmanlar tarafından yok edilmek istendiği zaman nasıl kurtulabileceğinin de reçetesini göstermiştir. O reçete; “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” cümlesi olmuştur. Tarih, ibret alındığı zaman tekerrür etmeyecektir.
 

Orkun'dan Seçmeler