Kim bu Lokman Uzel? diye sormuştum. Onu tanımayı, boyuna- posuna, yüzüne, gözüne şöyle bir bakmayı çok isterdim demiştim. Onu yakından tanıyanlar beni mektupla, belgegeçerle, telefonla, elektronik mektupla aradılar. Verdikleri bilgileri burada sıralamam mümkün değil. Ancak en hafif birkaç özelliği üzerinde son olarak durmak istiyorum.
1- Bu Lokman Uzel bir şey bilmemektedir. Üstelik birşey bilmediğini anlamadığının da farkında değildir.
Konuya, önce dilden girmek istiyorum. Çünkü dil, yani Türkçe bizim varlık sebebimizdir. Yahya Kemal’in ifadesiyle, “Türkçe ağzımızda anamızın sütü gibi helâl ve güzel olmalıdır.” Lokman Uzel beni, aklı sıra en hassas olduğum bir noktadan vurmak istemektedir. Kitaplarım, şiirlerim, makalelerim, radyo ve televizyon konuşmalarım ortadadır. Benim Türkçem arı-duru bir Türkçedir. Benim dilimde ne uydurukça kelimeler vardır ne de anlaşılmayan Arapça-Farsça terkipler. Şimdi ben desem ki; Samanyolu Televizyonu’nda sunduğum Sözün Doğrusu programına çeşitli kuruluşlar tarafından tam sekiz ödül verildi ve bu ödüllerden ikisini eski Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in elinden aldım. Lokman Uzel feryada başlarak “kendini övme” diyecek. Hayır ben kendimi övmüyorum; bir gerçeği söylüyorum.
Atatürk Kültür Merkezi Bilim Kurulu ile Atatürk Yüksek Kurumu’nun bana müştereken verdikleri bir gümüş plâket üzerinde şu cümleler vardır: “Türk dilini şiir dünyasına taşıyıp taçlandıran çok değerli çalışmalarından dolayı Sayın Yavuz Bülent Bâkiler Atatürk Kültür Merkezi şeref üyeliğine seçilmiştir. Üyelik beratını saygı ile sunuyoruz”. Bu beratın altında bir edebiyat profesörümüzle bir tarih profesörümüzün imzaları vardır. Ben öyle telekeyli-kelekeyli, biçimilemli-hicimilemli kelimelerle Türkçeyi bozan kişilerden değilim. “Türkçeleşmiş Türkçedir” inancındayım. O kelime isterse Arapça-Farsça olsun; isterse Yunanca-İtalyanca olsun “Dünya” kelimesi, bal gibi Türkçeleşmiş bir kelimedir. Onu Arapçadır diye kullanmak dilimize giren 60-70 civarındaki deyimi ve atasözümüzü tırpanlamak olur. Bunları Lokman Uzel anlayamaz. Biz, Dünya kadar, Dünya evi, Dünyanın bir ucu, Dünya gözüyle, Dünya ve Ahiret, Dünyalık… vs. gibi deyimlerimizi zevksizlik, köksüzlük, bilgisizlik… yüzünden: Telekey kadar, Telekey evi, Telekeynin bir ucu, Telekey gözüyle, Telekeylik… diyerek yok edemeyiz.
Bir de benim başıma Atatürkçü kesilen Lokman Uzel, hiç ama hiç bilmiyor ki, Atatürk Güneş-Dil Teorisi’ni 1936-1938 yılları arasında benimseyerek: “Bütün Dünya dillerinin Türçeden doğduğuna inanmıştı. Bu konuda kitaplar yazdırmıştı. Türkçeleşen Arapça ve Farsça kelimelerle konuşmak ve yazmak, şeriatçilik(!) ise Lokman Uzel açsın da Atatürk’ün Büyük NUTUK’unu okusun. Ve yüreği yetiyorsa Atatürk’e de “şeriatçı” desin bakalım.
Lokman Uzel’e Türkçenin özelliklerini anlatmak mümkün değil. Geçen yazımda demiştim ki “Beyaz” kelimesi yerine ak kelimesini kullanamayız. Beyaz Türkçe değildir diye dilimizden atamayız. Akı da kullanırız beyazı da. Meselâ biz: “Bu işten alnımın beyazıyla çıktım!” demeyiz. “Alnımın akıyla çıktım” deriz. Bakkala gittiğimizde de “Bir kilo ak peynir değil, “beyaz peynir” isteriz. Uzel bunu anlayamamış. Şimdi e “Taraf ve yan” kelimeleri üzerinde duruyor. “Taraf”, Arapçaymış da “Yan” Türkçeymiş safsatası! Taraf, bal gibi Türkçeleşmiş bir kelimedir. Kavrayamayacağını bildiğim halde yazıyorum: Lokman Uzel, benim yanıma gelip durabilir. Bu hal, onun, benim tarafımda olduğunu göstermez. Benim görüşlerime katılan Orkun okuyucuları, binlerce km uzağımda olsalar bile yine benim tarafımda sayılırlar. Lokman Uzel, önce Türkçeyi öğrensin.
2- Lokman Uzel, birazcık da İslâmiyeti öğrensin. Yazılanlardan anlıyorum ki İslâm hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Bana verilen bilgileri şuraya yazmıyorum. Ama onun değerlendirmelerinden utanıyor, dehşet duyuyorum. 1980 yılında Özbekistan’a gittiğimde, birkaç Kur’an da götürmüş, onları soydaşlarımıza vermiştim. Bunu da Türkistan-Türkistan isimli kitabımda açık açık yazmıştım. Garabete bakınız ki Lokman Uzel bu hareketimi şeriatçılıkla suçluyor, ve diyor ki: “Özbekelinde sizden Türkçe müzik bantları isteyen kişilere, Kültür Bakanlığı görevlisi olarak din biçikleri (kitap) dağıtılarak (şeriatçı) olduğunuzu kanıtladınız.” Müthiş bir zekâ! Müthiş bir değerlendirme(!)
Demek ki şimdi Türkiye’de evinde Kur’an bulunduran, Kur’an’a saygı gösteren her Türk şeriatçı! Böyle bir değerlendirmeyi Stalin ve yoldaşları yapmıştı. Açık ve kesin yazıyorum: Bu, ayıbın, geriliğin, bilgisizliğin bin katı kadar çarpık bir değerlendirmedir. Şimdi Lokman Uzel’in Türkistan’daki özel okullara neden “şeriatçı okullar” dediği daha iyi anlaşılıyor. Bırakın Kur’an-ı Kerim’i ona göre Allah’a inanan, Müslüman olan herkes şeriatçıdır.
Nurculuk diye bir tarikat kat’iyyen yoktur. Bu, cehaleti donduracak, utandıracak nisbette bir yanlış değerlendirmedir.
Ben Elhamdûlillah Türküm ve Müslümanım. Hanefi mezhebindenim. Hiçbir tarikatla bağlantım yoktur. Risale-i Nur isimli kitapları okuyanlara “Nurcu” diyorlar. Nur, aynı zamanda Kur’an demektir. Risale-i Nurlar, 1.500 civarındaki mahkeme kararlarına göre Kur’an-ı Kerim’in açıklandığı kitaplardır. Benim, dörtbin beşyüz kitaplık bir kütüphanem var. Çeşitli Kur’an meallerini okudum. Zaman zaman, Lutta’nın, Matta’nın, Markos’un, Yuhanna’nın Türkçeye çevrilmiş incillerini de okuyorum. Ama, ben bu yaşıma kadar bir tek, ama bir tek Risale-i Nur okuyamadım. Keşke okuyabilseydim. Bizim en büyük düşmanımız cehalettir. Ben, Türke ve İslâma düşman kelemleri de okudum. Risale-i Nurları, dilinin ağırlığı dolayısıyla okuyamadım. Keşke Arapça ve Farsça dillerini de bilseydim. Ve Risaleleri rahatlıkla inceleyebilseydim.
Ah keşke yüzbinlerce, milyonlarca kitap okuyabilseydim! Okumayanların, bilmeyenlerin, bilmeden uluorta konuşup-yazanların hazin durumlarına düşmemek için okumaktan, bilmekten, öğrenmekten başka bir yol yoktur.
Ben, Risale-i Nur okuyamadım. Ama çeşitli vesilelerle Risale okuyan kimselerle tanıştım. Hepsi de, temiz, terbiyeli, efendi, merhametli, vatansever, milliyetperver insanlardı. Bugüne kadar onların arasında devletimizin, milletimizin, vatanımızın… aleyhinde çalışan; adı hırsıza, vurguna, uğursuza, ihanete karışan birisine rastlamadım.
Fetullah Gülen Hocaefendi ise tanıdığım kadarıyla büyük vatanseverdir. Büyük bir gönül adamıdır. Türkiye’ye hizmet eden büyük bir idealisttir. Yurdumuzun önemli meselelerini kavrayan medenî ve modern kafadır. Türkiye sevdalısıdır.
3- Lokman Uzel, beni de katiyyen bilmiyor, tanımıyor. Diyor ki; “Avrupa’da bulunan ülkücü dernekleri dolaşıp Türkeli-Türkistan konusu altında Fetullah Gülen’in tanıtımını (propagandasını) yaptığınızı niçin gündeme getirmediniz. Eğer öyle yapsa idiniz sizin yüzünüzdeki bir başka sır perdesi de, biraz olsun açılmış olacaktı.”
Benim gizli-saklım hiçbir şeyim yok. Yurt dışındaki özel okulların methini, ben önce, Çankaya’da, eski Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’e yaptım. “Devletimizin şeref bayrağını, Türkistan’da bu okullar dalgalandırıyor” dedim. Demirel, bu okulları gördükten sonra, beni aşan övücü sözler söyledi.
Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, Fransa’da, İsviçre’de, Avusturya’da, Avusturalya’da müteaddit defa kürsülere çıktım. Beni oralara hiçbir ülkücü dernek davet etmedi. Gittiğim, katıldığım her toplantıda o özel okulları çok övdüm. Sadece Avrupa’da değil, Türkiye’de aşağı-yukarı 70 vilayetimizden çeşitli vesilelerle davetler aldım. Gittiğim her yerde, ama her yerde, yeri geldiğinde veya soru sorulduğunda Fetullah Gülen Hocaefendi’nin açılmasına vesile olduğu okulları zevkle, heyecanla, şerefle anlattım. Aynı zamanda Türk Dünyası Araştırma Vakfı’nın ve Prof. Turan Yazgan Hoca’nın büyük hizmetlerini de zikrettim. Bitti mi? Bitmedi. Katıldığım TV. programlarında da aynı duygularla konuştum. Hattâ Prof. Turan Yazgan Hocayla birlikte katıldığımız bir TGRT programında da özel okulları alkışladım. Neden acaba?
a- Önce o okullar -Türkiye içinde ve Türkistan’da- devletimizin açtığı birçok okuldan 40-50 yıl kadar öndedir. Hem binaların, laboratuvarların, öğrencilerin temizliği, güzelliği, intizamı bakımından öndedirler, hem de modern eğitim bakımından öndedirler.
b- Bana göre yanlışlıkları, İngilizce eğitim yapmalarıdır. Ne yapalım ki; bu yanlışlığı milletimizin başına Fetullah Gülen değil, bizzat geçmiş hükümetlerimiz sarmıştır. O özel okullar, devletimizin açtığı Anadolu liselerinin, İngilizce eğitim yapan üniversitelerimizin çizgisi üzerindedir. Tek farklı yönleri, öğretmenlerinin millî değerlerimiz karşısında daha hassas, daha dikkatli olmalarıdır.
c- Fetullahçılık diye bir safsata yoktur. Benim “Işığın Gülleri” benzetmemde ışık, müsbet ilimlerdir. Dünün üniversiteleri olan medreselerimizden müsbet ilimleri çıkaranlar, İslâmı sadece ibadet ve itikat noktasında düşünenler gerilememize ve yıkılmamıza sebep olmuşlardır. Kur’anda, içtimaî münasebetlerimizi düzenleyen 150 âyet yanında, müsbet ilimleri teşvik eden 700 civarında âyet vardır. Müsbet ilimlerden kopmak felâketimiz olacaktır. Ben o okullarda müsbet ilimler üzerinde hassasiyetle durulduğunu ve Dünya Bilgi Yarışmalarına katılan öğrencilerin altın madalyalar alarak ülkelerine döndüklerini gururla gördüm. Öğrencilerin bilgisayarlarla çalışmalarına sevindim. Bu bakımdan o okulları müsbet ilimlerin gülleri gibi gördüm.
d- Özbekistan’da İslâm Kerimov, önce devletimizin altı okulunu kapattı; sonra altı özel okulumuzu. Sebep tamamen siyasîdir ve Özbekistan adına büyük hatadır. “Şeriat-irtica” şamataları tamamen yalandır. İslâm Kerimov, Türkiye’de Harp Okulu’nda okuyan Özbek öğrencilerini de çekip aldı. Neden? Harp Okulumuzda, biz onlara şeriat telkininde mi bulunuyorduk?
Özbekistan, üniversitelerimizde okuyan 2.000 Özbek asıllı öğrenciyi Türkiye’ye bırakmıyor. Neden? Üniversitelerimiz şeriat yuvası mı? Özbekistan’da, üniversitelerde okuyan yüzlerce öğrencimizin yüzüne kapılar kapandı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir davranış görülemez. İslâm Kerimov mükemmel bir komünist. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, karşısına iki adayın çıkmasına tahammül edemedi. O iki kişinin Türkiye’ye sığınması tatsız hadiselere yol açtı. Bu gerçekleri bir tarafa bırakarak, Özbekistan’ın siyasî tasarrufuna şeriat etiketi yapıştırmak milyon kere ayıptır.
4- Lokman Uzel, Türk Cumhuriyetlerini de kat’iyyen tanımıyor, veya bildiği halde özellikle yanlış gösteriyor. Sanki Türkistan’da kuvvetli bir Türklük ruhu varmış ta, açılan özel okullar o Türklük şuurunu yıkmaya çalışıyormuş gibi gösteriyor. Bin defa yanlış! 1980, 1990, 2000 yılları arasında, Türkistan’daki çeşitli toplantılarda Türklükten bahsettiğim, onlarla aynı soya mensup olduğumuzu söylediğim için ne hücumlara uğradığımı yazmaya utanıyorum.
Oralarda Türklüğü kabul eden soydaşlarımız elbette, elbette, elbette var. Ama çok büyük bir çoğunluk hâlâ inkâr içindedir. Siz gidin de bir Türkmen’e, bir Özbek’e, bir Kazak’a, bir Kırgız’a Türk olduğunu söyleyin bakalım. Siz biliyor musunuz ki, Türkmenistan’da, Türkmen kızlarıyla evlenen öğretmenlerimizi Türkmen kardeşlerimiz meydan dayağından geçirmişlerdir. Gelinlerimizi sokağa çıkarmamışlardır. Dünkü o yobazlık, yavaş yavaş yıkılıyor. Meydana çıkan bu aydınlıkta Türk Cumhuriyetlerindeki büyükelçiliklerimizin kıl kadar gayretleri yoktur. Açtığımız özel okulların bu konuda büyük faydaları olmuştur.
Kazakistan Cumhurbaşkanı, Yeni Avrasya Dergisi’nin Ekim-2000 sayısında şu samimî itirafta bulunuyor:
“Benim akranlarım SSCB ve Rus tarihini okumuşlardır. Ama kendi tarihlerini okuyamamışlardır. Dolayısıyla, kendi tarihlerini bilmiyorlar. Gençlerimiz, ilk Kazak Hanlığının 1447 yılında, Rus devletinden 30 yıl önce kurulduğunu bilmiyorlardı. Bütün Türk halklarının Hunlardan çıktığını ve Türk kağanlığından geldiğini bizim gençler bilmiyorlardı”. Yeni Avrasya. Ekim 2000. Sayfa: 17.
İslâm Kerimov’un gençleri biliyor mu acaba? Türkmenler, Kırgızlar biliyor mu?
Hüseyin Adıgüzel de Orkun’da bana soruyor: ….”Sizin cemaatle bağlılığınız sadece gönülden mi? Başka bir bağınız yok mu? Ama gerçekten başka bir bağınız yok mu?”
Doğrusu çok utandım. Şimdi Hüseyin Adıgüzel’e cevap veriyorum: 1991-1992 yıllarında Zaman gazetesinde haftadan haftaya yazıyor, ayda sadece yüzbin lira alıyordum.
STV’de yayınlanan Bizim Türkümüz programları dolayısıyla (dört program için) ayda üçyüzelli milyon lira ödüyorlardı.
Günde beş defa yayınlanan Sözün Doğrusu programı için ayda altıyüzelli milyon lira veriliyordu. Onu da iki taksitte ödüyorlardı.
Hüseyin Adıgüzel, bunların dışında “Cemaatten” bir menfaat sağlandığını namusluca isbat etsin; ben de yazmamak ve konuşmamak üzere ebediyyen susayım. Eskiler ne güzel demişler: Edep yahu!