Ana Sayfa 1998-2012 Kolay Kazanılan Bağımsızlık ve Sonrası Üzerine Bir Değerlend...

Kolay Kazanılan Bağımsızlık ve Sonrası Üzerine Bir Değerlend…

21. yüzyıla girmeden önce Türk Dünyasının ufku açıldı, beklemediğimiz bir sırada güzel günler yaşadık. Herkesin bildiği üzere yıllardır özlemini çektiğimiz, bir gün onların hürriyete kavuşması için gece-gündüz dua ettiğimiz, Türkistan’daki Türkler birer birer bağımsızlıklarını ilân ettiler. İçerilerindeki birkaç küçük hâdise hariç Azerbaycan dışında, hepsi kansız bir azatlık kazandılar diyebiliriz. Buna karşılık Azerbaycan’daki hürriyet hareketi Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında yaşanan siyasî olayların hiçbirisiyle benzerlik arz etmediğinden belki burada biraz daha anlam kazandı. Fakat, maalesef onlar da bağımsızlıktan sonra bunun kıymetini anlayamadıklarından rahmetli Elçi Beg’in bütün gayretlerini Rusya’nın eline terkederek, bir hayâl kırıklığı yarattılar. Dolayısıyla kolay kazanılan hürriyetin değerini insanlar pek fark edemiyorlar. Zaten şu anda tam bir bağımsızlıktan söz edemediğimiz bu kardeşlerimizin gerçek istiklâllerini daha zahmetli elde edecekleri görünmektedir.

Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinin ortaya çıkışı sırasında ne yazık ki Türkiye’de bu işe sıcak bakmayan veyahut da yüce Türk milletinin tarihî görevini idrak edemeyecek kafalar taşıyan kadroların iş başında bulunmaları yüzünden Türkiye treni kaçırdı. Türkiye’nin bunlarla ilgilenmesi, soy ve kültür birliğinden öte, kendi millî çıkarları icabı olduğu hâlde, ne yazık ki dünya siyasetinde her zaman yavaş olduğumuz gibi, onlarla temas noktasında geri kaldık. Elbette ki, o ilk başlangıç günlerinde samimî dostluk havalarının estiğini kimse inkâr edemez. Ancak arkasından Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleriyle yakınlaşma konusunda ciddî olmadığı, hem devlet bürokratları hem de özel teşebbüs tarafından bunların yarı yolda bırakılmaları sebebiyle, onlar da Türkiye’den uzaklaşarak kendi gelecekleri için yeni siyasî oluşumların peşine takıldılar. Bunların en bariz örneği, BDT ve Shangay Altılısı sözleşmeleridir. Yani Türkiye, yönünü sadece Batı’ya çevirmekle hata yaptı. Bu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Avrupa Birliği rüyaları Türkiye’nin güzünü kör etmiş durumdadır. Halbuki Avrupa Birliği’ne girmeden de bugün dünyada pek çok ülke hür ve müreffeh yaşayabilmektedir. Ayrıca Avrupa Birliği’nin geleceği de çok parlak değildir. Neticede Avrupa’da liderlik ve çıkar savaşları kısa bir süre sonra şiddetlenecek; şu veya bu şekilde bu Hristiyan birliği dağılacaktır. Kaldı ki Türkiye’nin yakın gelecekte kültürce Türklük’ten sıyrılmadığı müddetçe bu siyasî oluşuma girmesi de mümkün gözükmemektedir. Biz şuna yüzde yüz inanıyoruz; Avrupa Birliği’ne, bu topluluktaki ülkeler belki de dünyanın bütün Müslüman devletlerini alırlar, ama bu birliğe dünyada girmeyecek tek bir ülke varsa o da Türkiye’dir. Ne zaman Türkiye’den Türk adı ve Türk dili Avrupa sevdası yüzünden silinir, o vakit Türkiye bu topluluğa dahil edilir. O zamanki durumu tahmin etmek için de falcı olmak gerekmez. Dolayısıyla Türkiye kendisinin harekete geçirebileceği alternatifleri maalesef göremiyor. Veya tıpkı Karadeniz Ekonomik Topluluğu’nda olduğu gibi, işi yüzüne-gözüne bulaştırıyor.

Türk Cumhuriyetleri birer birer ilân edildi, ama hepsi birtakım problemlerle doğdular. Cumhuriyetler ortaya çıktıktan sonra hepsinin arasında sınır problemlerinin çıktığını gördük. Aslında bu beklenen bir şey idi. Çünkü 1924’lerde ilk defa oluşturulmaya başlanan bu sun’i sınırlar yüzünden Sovyet döneminde kargaşalar yaşandığı gibi, sonrasında da birtakım anlaşmazlıkların meydana geleceği aşikârdı. Hattâ bu kavgalar o derece ileri varmıştır ki, 1999 sen esinde Özbekistan, Kazakistan’a danışmadan doğudaki sınır çizgisini kendi çekmeye kalkıştı. Aslında sadece Kazakistan ile Özbekistan arasında değil; bütün Türk Cumhuriyetlerinin birbirleriyle bu tür problemleri söz konusudur. Meselâ, Kazakistan’ın kuzey eyaletlerinin durumu en çarpıcı olarak gözler önündedir. Buralarda önemli miktarda Rus nüfus söz konusudur ve ileride daha da kalabalıklaşacakları aşikârdır. Rusların oralarda bir halk oylaması yaptırması her zaman mümkündür. Rusya’nın Kazakistan’daki uzay üssü ve nükleer başlıklar konusundaki tutumu da ayrı bir problem konusudur. Yine Azerbaycan’ın güney eyaletlerinde mevcut olan Talış azınlığı da İran harekete geçirebilir. Bunun gibi Özbekistan’ın Kırgızistan ve Kazakistan ile, Türkmenistan’ın İran’la, Kırgızistan’ın Çin ile problemlerinin yanısıra Özbeklerin Afganistan’la doğacak sınır meseleleri gözardı edilemez. Bunun için her şeyden önce bu yeni bağımsız olan cumhuriyetlerin şimdilik bunları bir kenara bırakarak, kendi soydaş devletlerinin dışındaki hudut anlaşmazlıklarında ortaklaşa hareket etmeleri şarttır. Yani Kazaklar, Çin ve Rusya ile masaya oturduğunda diğerleri onun yanında olacak; Türkmenistan, Kazakistan ve Azerbaycan Hazar’ın statüsü konusunda birbirlerine destek verirken, komşularıyla olan meselelerde Özbekler ve Kırgızlar ona yardımda bulunacaklar; Özbeklerin Afganistan’la, Kırgızların Çin ile problemlerinde diğer cumhuriyetler arkalarında olduklarını hissettirmelidirler. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz.

Bir toplumun bağımsızlığının göstergelerinin başında herhalde kendi konuştukları dile sahip olması gelir. Yani ülkelerin kendi ana dillerinin dışında bir dil resmî dil statüsünde değil ise, o devlet bağımsızdır, bu Türkiye için de böyledir. Türkiye’de ikinci dil tartışmaları ayyuka çıktığı bir zamanda, Türk Devletini idare edenler ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları arasında yer alan Türk ordusunun bu durumu gözden uzak tutmaması gerekmektedir. Dolayısıyla, belki Azerbaycan hariç bu cumhuriyetlerin hiçbirinde Türkçe resmî dil hüviyetini tek başına kazanamadı. İlk yıllarda hepsi de çok büyük bir heves içerisinde kendi Türk lehçelerini resmî dil ilân edeceklerini söyleyen bu cumhuriyetlerin idarecileri, maalesef sözlerini tutmadılar. İktidarda kalabilmek için birtakım yerlerden icazet ve destek alan bu kişilere, aynı yerlerden bu gibi milliyetçi kararlar aldıkları takdirde koltuklarından edilecekleri şu veya bu şekilde hissettirilince, hepsi bir anda kıvırdılar. Bunun en çarpıcı örneği Kazakistan ve Kırgızistan’dır. 2002 yılının başlarında Kırgızistan’da, Rusça resmî dil ilân edilirken, Kazakistan bağımsızlığın başından beri Rusçayı resmî dil olarak kullandı.

Gelelim sınırların korunması meselesine. Bugün her ne kadar bu ülkelerden bağımsız diye söz ediyorsak da, ne yazık ki sınırlarını hâlâ Rus askerleri korumaktadır. Bu sadece millî güvenlik problemi değil; yani Türk Cumhuriyetlerinin Çin, İran, Türkiye vs. gibi devletlere karşı hudutlarının müdafaa edilmesinin dışında, gümrüklerde bile Rus memurlara görev verilmesi anlaşılmaz bir durumdur. Kısacası bir bağımsızlık var diyebilmemiz için bu cumhuriyetlerin bir an evvel millî ordularını da kurmaları gerekiyor. Elbette her şeyin çok kısa bir zaman içerisinde halledilebileceğine biz de inanmıyoruz ama, Kırgız hava sahasının Kazakistan ve Rusya’nın katılımıyla korunması daha ne zamana kadar devam edecektir? Bu soruyu sormak ve cevabını da almak lâzım.

Türk Cumhuriyetleri dediğimiz bu ülkeler birbirleriyle de samimî ilişkilerde bulunmuyorlar. Aslında hepsi bölgede ön plâna çıkma gayretleri içerisindeyken, diğerinin zor duruma düşmesini istemektedir. 150 yıl sonra kazanılan bir bağımsızlığın ardından, geçmişte olduğu gibi bu cumhuriyetlerin birbirini çekememeleri, düşman gözüyle bakmaları anlaşılamamaktadır. Özbek ile Kazak; Türkmen ile Azerbaycan Türkü; Kırgız ile Özbek’in arasında mânâsız bir kavga söz konusudur. Henüz demokratikleşme yolunda tam anlamıyla ilerleyemeyen bu ülkeler, kendi içlerindeki azınlıkları da birbirlerine karşı kullanıyorlar. Zaten onlara kalmadan bu işi Rusya yeterince yapıyor. Zamanla çizdikleri uydurma sınırlardaki uydurma vatandaşlar sayesinde daima bu işi körüklemektedirler ve geçtiğimiz yıllarda Türkmenistan, Rusya’nın kendi topraklarında azınlıklara hak vermediklerini ileri sürmesi üzerine bu ülkeye Türkmenistan’ın bir nota verdiğini de hepimiz bilmekteyiz. Bu kardeş ülkeler, yani Türk Cumhuriyetleri işi o derece ileri götürmüşlerdir ki, şimdi birbirlerine vize dahi uygulamaktadırlar. Yukarıda söylediğimiz gibi 150 sene sonra kolay bir hürriyet kazandılar ama hiçbiri ne yazık ki bunun kıymetini idrak edemiyor. Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye bu vaziyeti çok iyi değerlendirmek zorundadırlar. Yoksa tekrar düşecekleri bir esaret ortamından kolay kolay kurtulmaları mümkün olmayabilir!

Bu arada Çin’in de bölgeye karşı olan ilgisini göz-ardı etmemek lâzımdır. Bağımsızlıklarından beridir, bu ülkelere Çin tarafından bir insan göçü olduğu gibi, sistemli bir iskân politikası da mevcuttur. Özellikle, başta Kazakistan olmak üzere Çin kendi vatandaşlarının bu cumhuriyetlerde toprak almalarını teşvik etmekle beraber, evlilik münasebetleri de görülmektedir. Zaten ekonomik bakımdan ezilmiş olan Türk halkı, zengin Çinlilere tarihte olduğu şekliyle çabuk kanmaktadır. Fakat bu kez iş biraz ters oluyor gibi. Türkler Çinli kızlar ile değil, Çinliler Türk kızlarıyla evleniyorlar. Çin’in Doğu Türkistan’da zorla yaptığı bu evlilik hâdiseleri maalesef, Türk Cumhuriyetlerinde kendiliklerinden gelişmektedir. Türkistan geçmişte de, günümüzde de daima Çin’in iştahını kabartmıştır. Hem yer-altı, hem yer-üstü kaynakları bakımından, hem de Batı’ya açılan yolların kilit noktasında olması açısından Çin’i bu coğrafya cezbetmektedir. Tarihte Türkistan için Türklerle askerî kavgalar yapan Çin İmparatorluğu, şimdi de buralarda etkin olmak için siyasî, kültürel ve ekonomik birtakım manevralar denemektedir. Bunun son örneği 2000’li yılların başında, Çin’in öncülük yaptığı, evvelâ “Shangay Beşlisi”, sonra da “Shangay Altılısı” hâline gelen siyasî oluşumdur. Çin ve Rusya bu işbirliği ile Türk Cumhuriyetlerini de aralarına alarak, onların ellerini ve kollarını bağlamış durumdadırlar. Bu yakınlaşmanın ekonomik ve kültürel boyutundan daha önemli olan, bize göre Doğu Türkistan’ı kontrol etmek olarak gözüken siyasî tarafıdır. Dolayısıyla Çin, anlaştığı bu Türk Cumhuriyetlerinin tarihî dostları Doğu Türkistan Türklerine yardımı engellemiş oldu. Çin, bugün doğuda belki de Japonya’yı da geçerek hızlı bir atılımla, ekonomik bir dev olma yolundadır ki, Batı’nın da bizim gözümüzle en tehlikeli rakibidir. Bu hususa hem Batı ülkeleri hem de Türkiye’nin çok dikkat etmesi lâzımdır. Sanırım Avrupa ve Amerika buna karşı tedbirlerini almaktalar, ama Türkiye’nin aynı duyarlılığı gösterdiğini zannetmiyoruz.

Türk devletlerinin ve topluluklarının olduğu yerler yer-altı ve yer-üstü kaynakları bakımından dünyanın en zengin bölgelerinin başında gelmektedir. Bu yüzden yıllardır söz konusu zenginliklerin paylaşımı veya değerlendirilmesi konusunda ne gibi politik mücadeleler olduğuna da hepimiz şahidiz. Bunların en başında doğal gaz ve petrol meselesi gelmektedir ki, bugün dünyanın başlıca enerji kaynaklarıdır. Hemen yanımızdan başlayacak olursak, Türkiye’nin de menfaatleri açısından öncelikli konu Azerbaycan petrolünün dünyaya pazarlanması problemidir. Yıllardır bu mesele bir sonuca ulaştırılamadı. Yani güzergâhın Bakû-Ceyhan mı, yoksa Rusya üzerinden mi taşınacağı hususu bölgede çıkarları olan ülkelerin gündemini meşgul etmektedir. Türkiye ve Azerbaycan için elbette ki Bakû-Ceyhan boru hattı daha ekonomik ve avantajlıdır, ama bu konuda ne Türkiye’ye ne de Azerbaycan’a bir şey danışılmamaktadır. Türkiye adına konunun takipçisi Amerika ve Amerikan şirketleri görünüyorsa da, onlar da bu yolun Türkiye’ye uğramasına pek sıcak bakmıyorlar. Türkiye’de güçlü bir iktidarın ve yöneticilerin bulunmaması, Azerbaycan’da da Haydar Aliyev gibi sözüne güvenilmeyen ve Rus çıkarlarını gözeten bir kişinin iktidarda olması, tablonun Türkiye-Azerbaycan açısından olumsuz gözükmesine sebep oluyor.

Bunun gibi Kazak petrolünün çıkarılması ve pazarlanmasında da Türkiye etkin bir rol oynayamadı. Başlangıç yıllarında Kazakistan ile Türkiye Petrolleri bazı anlaşmalar imzaladıysa da, bunlar havada kaldı. Kazak petrollerinin Hazar-Azerbaycan-Türkiye yoluyla sevk işi de böylece akamete uğradı. Türkiye’nin bu meselelerde nüfuz sahibi olamayışı, Kazak Türklerini başka alternatifler aramaya yöneltti. Bunlardan birisi, Tengiz-Novorosisk hattından ayrı olarak, Çin’le de bir boru hattı anlaşması imzalamaktı ve bu hatta Rusya da girmek istemeye başladı. O da kendi petrolünü bu yolla taşımak düşüncesindedir. Kazakistan sadece tabiî kaynaklarını kullanarak, yani petrol ve uranyum satarak ne kadar daha ayakta durabilir, bu bilinmez ama Kazak Türklerinin bir an önce değişik üretim ve gelir kaynaklarına da yönelmesi gerekmektedir.

Türkmenistan Türk Cumhuriyeti de bağımsızlıktan sonra sahip olduğu doğalgazı İran ve Türkiye üzerinden dünyaya satmayı düşünmüştü. Hattâ bunun alt yapısı hazırlanmış gibiydi. Fakat Türkiye’deki politikacılar bu konuda da yavaş kalınca, şimdi başka güzergâhlara yöneldiler. Bunların arasında Rusya ve Afganistan yolu ile Pakistan hattı ön plâna çıkmaktadır.

Bir de, bu bölgedeki cumhuriyetlerin önemli bir problemi rejimdir. Şu anda yöneticilerin tamamı eski komünistler olup, iktidarda da eski komünist partilerin isim değiştirmiş şekilleri bulunuyor. Üstüne-üstlük şimdiki liderlerin büyük bir kısmı da kendilerini ömür boyu devlet başkanı gördüklerinden veya ilân ettirdiklerinden, ister-istemez bu cumhuriyetlerin halkında da bir karamsarlık ortaya çıkmış durumdadır. Dolayısıyla onlara kabuk değiştirecek genç ve dinamik insanların kendilerini göstermesi zarurîdir.

Türk Cumhuriyetleri bulundukları bölgenin stratejik önemini, yer-altı ve yer-üstü zenginliklerinin değerini henüz kavrayamadılar. Sadece ekonomik değil, pek çok konuda yavaş hareket ediyorlar. Kendi aralarında işbirliğine giderek güçlerini birleştirmektense, yabancılarla dirsek temasını tercih etmektedirler. Aslında Türkiye de buralardaki etkinliğini yitirmiş durumda. Bağımsızlığın ilk yıllarında Türkiye’ye gerçekten bir ağabey model devlet olarak bakan Türkistan Cumhuriyetleri, ondan gerekli yakınlığı göremeyince mesafeli davranmaya başladılar. Her şeyden öte Avrupalı ve güçlü olduğunu söyleyen Türkiye’nin dünya siyasetine bu gücünü yansıtamaması, onları daha kuvvetli ülkelerin yanına itti.
 

Orkun'dan Seçmeler