Dünyâda yaşanan “ikbâl” günleri, hem sayılıdır, hem de geçicidir. İlânihâye devâm eden “ikbâl”e, henüz rastlanmamıştır. Siyâsî terminolojide pek sık kullanılan “enkaz devraldık” nidâsı, ikbâl görüntüsü veren manzaranın, aslında bir harâbe olduğunun da işâreti.
Osmanlı târihinde, hemen her “Rüstem” ismi geçtiğinde tekrarlanan bir “Kehle-i İkbâl” hikâyesi var. Kaanûnî Sultan Süleyman Hân’ın tek kız çocuğunun kocası ve de Sadr-ı âzamı Rüstem Paşa’nın, târihe mâl olmuş unvânı “Kehle-i İkbâl”dir. Kehle, Arabcada “bit” demek. Yâni, pek sevimli bir kelime değil. “Kehle-i İkbal” ise, “İkbâl biti” veyâ “İkbâlin biti” mânâsına geliyor.
Târihî rivâyetlere göre, Rüstem’in Pâdişâh indindeki itibârını çekemeyen rakibleri, onun hem dâmâdlığına, hem de sadâretine mâni olmak için, vaktiyle “cüzzam”a yakalandığını, dolayısıyla geçmişinde cüzzam olan birinin dâmad-ı şehriyârî ve sadr-ı âzam olamayacağını etrâfa yayarlar. Bu söylenti, Kaanûnî’nin kulağına kadar gelir.
Bahsi geçen hastalığın ârâz ve emâreleri hakkında doktorlardan bilgi alan Cihân Pâdişâhı, bir kişinin cüzzam geçirip geçirmediğini anlamanın yollarını da öğrenir. Kendisine, cüzzam geçirmiş birinin vücudunda ve elbisesinde “kehle”, yâni bitin barınamayacağını söylerler.
Yine rivâyete göre, Pâdişâh’ın da bizzat bulunduğu bir heyet önünde vücûdu ve elbisesi didik didik aranan Rüstem Paşa’nın fanilâsında arslan gibi bir “kehle”nin yürüdüğü tesbit edilir. Bu, aynı zamanda Rüstem’in “ikbâl” döneminin anahtarıdır. Bir başka deyişle, Rüstem’in ikbâlinin temelinde semiz bir kehle vardır. Artık her meclisde bu hikâye anlatılmaktadır. Osmanlı coğrafyasında dilden dile “Kehle-i İkbâl” destanları dolaşmaktadır. Manzum olanlarından bir beyit şöyle:
“Olıcak bir kişinin bahtı kavî, tâlii yâr,
Kehlesi dahi mahallinde ânın, işe yarar!”
Rüstem Paşa’nın ikbâli, nice tâlihsizliklere, nice bahtsız şehzâde âkıbetlerine ve de siyâset meydânında devrilen nice çınarlara mâl olmuştur. Rüstem’in sicili, bir hayli sâbıka kaydı ile dolu. Bütün bu Rüstem titrli vukuâtın Kaanûnî tuğrası taşıması, bir başka hakîkat burukluğu.
Rüstem’in alem olduğu “kaht-ı ricâl” yılları, Kaanûnî’nin son döneminden başlayarak Türk milletinin üstünde kara bulut gibi dolaşacaktır. Günümüzde de aynı nefes darlığını çekmeye devâm ediyoruz.
Millî Eğitim Bakanı’mız, “okullardaki şiddet vahim seviyede değil.” diye açıklama yapmış. Kendilerinin “vahâmet” sözünden ne anladığını bilemeyiz ama, bahsedilen işin şu anda bulunduğu nokta “vahim ötesi”dir.
Tanzimat’da mı, Meşrutiyet’de mi, bir maârif nâzırı “okullar olmasa, şu memleketin maârifini ne güzel idâre ederdim” demiş ya, bizim hâl-i hazırdaki “nâzır”ımız da, okulsuz bir maârif arzu ediyor olmalı. Değilse, cereyân eden ve dudak uçuklatan bunca hâdiseye bakıp “vahâmetsizlik” raporu vermek, neyle izâh edilebilir?
Sâdece Türkiye’nin değil, dünyanın bütün kıtâlarındaki memleketlerin hepsinin, birinci ve en mühim mes’elesi “eğitim”dir. Ekonomik, siyâsî, fizikî ne kadar mes’ele varsa, tamâmının sebebi “eğitimsizlik”tir. Eğitimine eğilmeyen milletler, başkalarının önünde eğilmeye mecbûr olurlar.
Hemen her gün, okullarımızda dehşet-engîz hâdiseler yaşanırken ve memleketimizin geleceği, gözümüzün önünde hebâ olurken, Türk millî eğitiminin bir numaralı ismi, bunları kaale almıyorsa, başka hayıflanma vesîlelerimiz ortaya çıkıyor demektir.
Gaflet, başlangıçta “unutkanlık” seviyesinde mâsum bir davranış iken, sürdürülmesi hâlinde, ucu “ihânet”e kadar çıkar. Okullarımızdan yükselen vahşet sadâları, zamânında ve doğru tedbir alınmazsa, ülkemizi uçurumun en derin noktalarına savurur.
Düşünebiliyor musunuz? Artık bu hâdiseler o şekle dönüşmüş ki; kız öğrenciler, ellerinde döner bıçaklarıyla okul basıp, arkadaşlarını fecî hâlde yaralıyorlar. Okul müdürleri dövülüyor, öğretmenler öldürülüyor; sonra da Bakanımız: “Ortada vahim bir şey yok, büyütmeyin!.” diyor. Bu vurdumduymazlık, okuldaki şiddet ve dehşeti gölgede bırakacak bir gaflet ve dalâlettir. Allah, bu milletin âkıbetini hayr eylesin…
Durumumuz, “köpekleri serbest, kaldırım taşları bağlanmış” şehir manzarasını andırmaktadır. “Kaldırım” deyince de akla hemen Necip Fâzıl’ın meşhûr “Kaldırımlar” şiiri geliyor. Bir de, işsiz-güçsüz insanları anlatmak için sarf edilen “kaldırım mühendisliği” var. İstanbul’un son zamanlardaki kaldırım manzaralarını görünce, ihtisas sâhibi gerçek kaldırım mühendisleri arıyorsunuz.
Güyâ, kaldırım denen yol bölümü, yayalara mahsustur. Başka şehirleri bilemeyiz ama, İstanbul’da yayalar bu mutluluğa henüz eremediler. Zira, motorlu vâsıtalar kaldırımların istisnâsız tamâmını işgâl etmiş durumdalar.
Peki, “yaya” ne yapacak? Adı üzerinde, o, yürümek mecbûriyetinde kalan insan. Nerede ve nasıl yürüyecek? Bu şehrin trafiğini tanzîm etmekle vazifeli olanlar, hiç kaldırım teftîşi yapmazlar mı? Bâzen öyle oluyor ki, iki adım mesâfedeki menzile iki yüz adım atarak ulaşabiliyorsunuz. Çünkü; önünüz, ardınız, sağınız, solunuz kaldırıma bırakılmış arabalarla dolu. Otorite boşluğu yüzünden, nizâmı çiğneyerek bozanlar, bunu kazanılmış bir hak telâkkî ediyorlar. Daha da kötüsü, bu hakkı kendi hânelerine yazdıktan sonra; efelenme, esip-gürleme ve bin bir çeşit küstahlık yapma yarışına giriyorlar.
Kaldırım işgâli yüzünden İstanbul, kaldırımsız kalmıştır. Bunun çâresi, işgâlcileri kaldırımlardan çıkarmaktır. Hakikî mânâda kaldırımı olmayan yollara, yeni kaldırımlar elbette yapılsın ama, mevcut kaldırımların yayalara âit olduğu da isbât edilsin.
“Arnavut kaldırımı” üzerine nostaljik takılıp müzikli göndermeler yapmak, kaldırımın haysiyetini kurtarmıyor. İstanbul, bugün kaldırımlarına etnik isim arama hakkını çoktan kaybetmiştir. Irkî mensûbiyeti ne olursa olsun, her şeyden evvel “yaya kaldırımı”na âcil ihtiyaç var…