Ana Sayfa 1998-2012 KEBİKEÇ, USTURLAB VE SANCAK SANCISI

KEBİKEÇ, USTURLAB VE SANCAK SANCISI

1915 yılındaki Ermeni tehcîri esnâsında, Suriye’ye giden kâfilelerin güzergâhı Mardin’den geçiyordu ve burası çok mühim bir konaklama noktası idi. İşte o günlerde, Mardin yöresindeki Süryânî âilelerin pek çoğu, yolculuk şartlarında yetim veya öksüz kalmış Ermeni çocuklarını evlâd edinmişlerdi.

Dünya Süryânîliğinin merkezi durumundaki Mardin, bu özelliğini günümüzde de korumaktadır. Çalışkan, dürüst ve insânî yardım hasletleri yüksek bir topluluk olan Süryânî cemaati, asırlardır bu ülkenin en tabiî uzuvlarından biridir. Tehcîr Kânûnu uygulaması sırasında ortaya koydukları tavır, herhangi bir tarafı tutmaya, kayırmaya yönelik olmayıp, temâmen mâşerî vicdânın tahrîki ile sergilenmiştir.

Ne yazık ki, Osmanlı Süryânîlerinin bu saygı duyulacak davranışını, bugünkü Ermeni borazancılarına anlatmak imkânı yoktur. Türk’ün, sâdece yaşadığı günleri değil, geçmişini ve geleceğini de ipotek altına almak isteyen mâlûm tezgâh ehli, Ermeni maşasını kullanarak göğsümüze ha bire köz koyuyor. Süryânî vatandaşlarımızın, sosyal yaraları sarmada gösterdiği asâlet ve tevâzû ile Ermeni çığırtkanlarının sahte çığlıkları arasındaki fark, koskoca bir medeniyeti gösteriyor.

Süryânî dilinde, zararlı böcekleri yok etmekle görevli bir melek, “Kebikeç” adıyla anılır. Eskiden, el yazması kitapları güve ve benzeri haşereden korumak maksadıyla “Kebikeç” denen duâ cümleleri yazılırdı. Bir nevi tılsım da sayılabilecek bu cümleleri, Süryânî vatandaşlarımıza yeniden kurdurup, Ermeni vahşetini anlatan, gösteren arşiv sayfalarına koydurmalı.

Modern astronomi âletlerinin bulunmadığı devirlerde “Usturlab”, pek çok ihtiyâcı karşılayan “yediveren” bir âletdi. Yıldızların birbirinden, Güneş’den, gezegenlerden ve Ay’dan uzaklıklarını, ufuk çizgilerindeki değişken yerleri veya Dünya üzerinde herhangi bir kulenin, binânın yüksekliğini ölçebilen; zamânın, mevsimlerin belirlenmesine yardımcı olan usturlabın, yıldız falında da kullanıldığı rivâyet ediliyor.

Ermeni yalanlarının Türkiye’yi ve dünya kamu oyunu getirdiği noktada, usturlaba nasıl da muhtâcız. Hakikî şekli ve ebâdı ortaya çıkarılacak ne kadar mechûl var? Bu açıdan; usturlabı, hem Türk milletinin, hem de hâlâ sağduyusunu kaybetmemiş millet-i sâirenin vicdânı hükmünde de görebiliriz. Kimin Güneş’e daha yakın olduğu, bir gün mutlakâ anlaşılacaktır…

“Merd-i Kıptî”, hayli zamandır “şecaat arz ederken sirkatin söylüyor”, biz de uyuşturucu müptelâları gibi aygın-baygın onu dinliyoruz. Mantığının sesine uyup elini yüreğine koyan, akl-ı selîm sahibi, bu hırsızlık senfonisini niye dinlemek mecbûriyetinde kaldığını anlayamaz ve anlatamaz. Yine de, hâl-i pür-melâle katlanmak dışında herhangi bir yönelişe rastlamıyoruz. Varımızı, yoğumuzu “Şeytan”ı övme yoluna harcıyoruz.

Çok küçük bir mezheb cemaatine göre, Şeytan’ın cennetten kovulmazdan önceki ismi “Tavusü’l-melâike” idi, yâni “Meleklerin Tavusu”. Yine bu inanç ehline sorarsanız; bu unvan, Şeytan’ın letâfetinden ötürü verilmişti. “Tavus”, yüz güzelliği demekmiş. Ayrıca, “yakışıklı erkek” mânâsına da geliyormuş.

Bir diğer bakışa nazaran da “Tavus”, Yunanca “Sius (=ilâh)” kelimesinden muharref olarak “Tavus-Melek” şekline sokulmuştur ki, “İlâhların Meleği” anlamına kullanılıyormuş. Tavus-Melek; Sâmîlerin, mevcûdâtdan evvel vâr olduğuna imân ettikleri bir ilâh (!) mış.

Doğruluğunu kabûl ve tasdik etmesek de, kitap satırlarına, arşiv sayfalarına girmiş her bilginin, mâlûmâtın, saygıya değer olduğunu düşünmeliyiz. Yeter ki, bizim doğrularımızın önüne çıkılmasın, yoluna barîkat kurulmasın. Ne zamandır, Türkiye’de gönül gözünün gördüklerini anlatma imkânı yok.

Şeytan ve ekibinin işlettiği değirmene su taşımanın ötesinde hiçbir faaliyetimiz resmîyet kazanamıyor. Her Allâh’ın günü, gazetelerde tam sayfa rakı, şarap reklâmları birbiriyle yarışıyor. Bu yetmezmiş gibi, yine aynı gazetelerin yemek, sağlık (!), seyahat köşelerinde, alkolik takılmadan yazı ve târif yazılamıyor.

İşin en acı ve dramatik yanı ise, içki peylemeyi mâsûma çıkaran ahlâksızlık normlarını; modernlik (!), ilericilik (!) -ve en kötüsü- san’at (!) adına bize dayatmalarıdır. Nikâh, nişan, âile muvâfakati ile evlilik gibi meşrû tavırları âdetâ aforoz edip; kimin elinin kimin çamaşırında olduğunu bilemediğimiz bir garib kaos hâlini, idealizm plâtformuna çıkaran -sözüm ona- medyayı hizâya sokmadan, bu milletin, bastığı yerde hayırlı iz bırakması mümkün görünmüyor.

Nereden yola çıktık, nereye geldik? 1960’lı, 1970’li yılların “twiste gel!” diye bağıran, hırpânî kılıklı ve biraz da komik danscılarını, bugünün ekran kirliliği yanında ne kadar mazbut, ne kadar bize yakın buluyoruz. Aradaki heyelân ve aşınmayı, tamâmen zamâna havâle etmek, kolaycılık olur. Hafif aralanan kapıya bakmayınca, başkaları yüklendi…

Her mesleğin bir pîri veya kurucusu var. “Münâfıklık” mesleğinin kaynağında duran zât da Abdullah İbn Sebe’. O, sâdece münâfıklığın değil, râfizîliğin de bânisidir. Müslümanlar arasına ilk fitne tohumlarını eken; târih boyunca milyonlarca Müslümanın akan kanına vesile olan Sebe’, bir Yahûdî dönmesidir. Hz. Osman zamânında Yemen tarafından Medine’ye gelip Müslüman olduğu söylenir.

Hz. Osman’ın yakınında bulunmak isteyen Abdullah İbn Sebe’; fesâd çıkaracağı anlaşıldığından Medîne dışına tard edildi. Mısır’a giden münâfıkbaşı, câhil topluluklar arasında İslâm Halifesi (Hz. Osman)’ni kötülemeye başladı. Eshâb hakkında ileri-geri lâflar söyleyen, kardeşi kardeşe düşüren Sebe’, Mısır’da da fazla kalamadı. Oradan Kûfe’ye geçti.

Kûfe’de Hz. Ali’ye yaltaklanma teşebbüslerinde bulundu. Hattâ ona:

“-Sen ilâhsın!”

dedi. Hz. Ali de “Sebe’”yi Medâyîn’e sürdü. Dördüncü İslâm Halîfesi (Hz. Ali)’nin şehâdeti üzerine:

“- 0, ölmedi. Bulutlara yerleşti. Şimşek, yıldırım onun emri ile olmaktadır.”

herzelerini savurdu. Daha nice düzme söz ile câhil insanları aldatıp Müslümanları parçalamaya, içeriden yıkmaya çalıştı.

Bâzı islâmî kaynakların tesbitine göre, Abdullah İbn Sebe’, târihî bir şahsiyet değildir. O; kötülük, fitne, hîle, desîse, fesâd ehlinin sembolleşmiş ve bütün bu seyyiât rütbelerini omzuna yapıştırmış hayâlî bir şahsiyetidir.

Yaşasın veya yaşamasın, netice pek değişmiyor. Çünkü, Sebe’ye atfedilen kötülük aşıları, maalesef büyük ölçüde tutmuş görünüyor. Daha Hulefâ-yı Râşidîn Dönemi’nden başlayarak, İslâm vücudundan hacamatla kan alan bu zihniyetin, aslâ hakîkate ihtiyâcı yoktur. Bu yüzen, Abdullah İbn Sebe’nin hayat hikâyesinde, sübût bulacak deliller aramak, en azından münâfıkça bir arzuya boyun eğmektir.

Bugün içine düşürüldüğümüz dağdağanın, elbette pek çok vâr oluş sebebi bulunuyor. Ama, nüansları kaldırıp da bunları sepete doldurmaya başladığımızda, hepsinin “münâfık” boyalı ve damgalı olduğunu görüyoruz.

Taşlıcalı Yahyâ, Şehzâde Mustafa cinâyeti üzerine kurduğu kelime katarına:

“Meded! Meded! Bu cihânın yıkıldı bir yânı!

Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı!”

feryâdını lokomotif yaparken, tren bacasından çıkan dumanın “münâfık” ve “Sebe’” yazdığını görüyordu. Aynı kara, uğursuz duman, asırlar süren bir mâcerânın ardından Selânîk üzerine ağacaktır. Selânik şehrinin serencâmı, biraz da Türk milletinin hoşgörü bahtsızlığının hikâyesidir.

Bugün Yunanistan sınırları içinde kalan ve Yunan dilindeki adı “Thessaloniki” olan Selânik şehri, Thermal (Selânik) Körfezi’nin kıyısında, Khalkidiki (Halkidikya) Yarımadası’nın batısında, Gallikos ve Vardar ırmaklarının delta ovasına bakan Khortiatis Dağı (1201 m)’nın eteklerindedir.

Yunanistan’ın Atina’dan sonra ikinci büyük şehri ve Pire’nin ardından ikinci mühim limanıdır.

Mevcut târihi kayıtlara göre Selânik, M.Ö. 316’da kuruldu. Adını, Makedonya Kralı Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’den aldı.

M.Ö. 146’da Roma hâkimiyetine giren Selânik, uzun müddet Roma’ya bağlı Makedonya Eyâleti’nin merkezi oldu.

Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Doğu Roma (Bizans) bölümünde kalan Selânik’in etrâfı, I. Theodosius (379-395) zamânında surlarla çevrildi.

6. ve 7. yüzyıllarda Avarların ve Slavların hücumlarına hedef olan Selânik’e, daha sonra Bulgarlar, Normanlar da göz diktiler. Kısa aralıklarla, adı geçen bu topluluklara iltihak edilen şehir, 1246’da yeniden Bizans’a dâhil oldu.

Selânik, ilk def’a 1380’de Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’nın gayret ve mârifetiyle Osmanlı toprağına katılmış, ancak bu ilk Türk hâkimiyeti uzun ömürlü olmamıştır. 1391 ve 1394’de Gâzi Evrenos Bey, Selânik’i iki def’a istirdâd eylemiş; Süleyman Çelebî, Fetret Dönemi’nin mâlûm şartları sebebiyle burayı Bizans’a iâde etmek mecbûriyetinde kalmıştır.

Osmanlı’ya karşı tuhaf mantıklı dengeler kurarak ayakta kalabilen Bizans, 1423’de Selânik’i Venedik’e satmıştır. Nihâyet, Sultan Murâd Hân-ı Sânî, 29 Mart 1430’da Selânik’i kesin olarak ve tartışmaya mahâl vermeden Osmanlı ülkesine bağlamıştır. Bu kutlu zafer, Akheiropoietos Kilisesi’nin sütûnlarından birine: “Feth-i Sultan Murâd Hân, şehr-i Selânik, 832.” ibâresiyle duvar yazısı olarak işlenmiştir.

15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başlarında, İspanya’dan kaçan Yahûdîler, Osmanlı Hükümdârı Sultan İkinci Bâyezid tarafından kabûl edilmiş, bunların mühim bir kısmı Selânik’e yerleşmiştir. Böylece, Selânik’de öteki topluluklara nisbetle çok kalabalık bir Yahûdî nüfûsu ortaya çıkmıştır.

1912’de birincisi biten Balkan Savaşları, çevresindeki pek çok Türk diyârıyla berâber Selânik’i de Türkkiye’den kopardı. Osmanlı müsâmahasının en ziyâde vitrine çıkan beldelerinden biri, bugünlerin Türk’e tahammül edemeyen nefret-engîz şehrine dönüştü. Allah, bu büyük millete, başka Selânik kırgınlıkları yaşatmasın…

Topluca bir amnésie (hâfıza kaybı) vak’ası yaşıyoruz. Balkan Savaşı’na arefe olan günlerde yakamıza taktığımız yalancı gülleri, yaklaşık yüz yıl sonra yeniden elimize aldık. “Dikensiz gül olmaz” denirse de, “yalan” ve “kibir”in yanında diken, pek “katlanılası” geliyor.

Hemen her zemin ve mahâlde; millî birlik, berâberlik nutukları atılıyor, hamâset mangalında kül bırakılmıyor. Hayâlî bir muhâtab ile dövüştüğü farz edilen hayâlî kahramanlar icâd ediyoruz. Hâlbuki, ortada tam mânâsıyla bir kahredici tablo var.

En netâmeli sınır boyuna yerleştirilen bir askerî birliğin, bulunacağı fevkalâde teyakkuz durumu, her çeşit mantık hacmini aşacak tarzda perîşanlık arz ediyorsa; haber kanallarına sansür vanaları konuyorsa; kulaklarımız ve gözlerimiz daha çok kirlenecek demektir.

2007 Ekim ayının ikinci yarısına damga vuran ve anayasa referandumunu bile geri plâna iten bu Hakkâri hâdisesi; neresinden bakılırsa bakılsın, bize puan kazandırmıyor. Şehîd cenâzelerinde yakılan ağıtlar, kabaran öfkeler, aslâ hâfıza yenilememize ve geçmişten ders almamıza yardımcı olmuyor.

Adına “terör” denen gelişmeler, aslında tek kelimeye sığacak kadar basit ve küçük değil. Geniş vukufla mes’eleyi ele almanın ilk şartı, bugünden geriye doğru adım adım yürüyüp, Türk’ün yaşadıklarını gözden geçirmektir. Yüz sene, milletlerin ömründe büyük bir zaman dilimi sayılmaz. Fakat, son yüz seneye bizim sığdırdıklarımız, neredeyse bin senelik yekûna denk gelir.

2007 sonbaharında etrâfımızı kuşatan ve millî galeyâna sebep olan olayların coğrafyası, “mâverâ” sayılacak öteleriyle berâber, yüz sene öncesinin “vatan toprağı” idi. Bu azîz yâdigâr diyarları, hangi silsile-i mantıkla sınır hâricinde bıraktıysak, maalesef aynı uyku tulumundan çıkamadığımızı, aradan geçen yüz seneye rağmen, acı ile fark ediyoruz.

Yüz sene önceki İngiliz, Fransız, Alman ve onların yığınla avenesi, zihinlerini masata çalıp çalıp keskinleştirirken; biz, uyurgezer vaziyette göz ovuşturmakla meşgûlüz.

Gafletle ihânet arasında ne kadar lüzûmsuz kompartman varsa, hepsini son yüz senenin günlerine yayıp, ağzına kadar doldurduk.

Askerî harekât, işin en kolay tarafı. Esas mes’ele, öncesinde ve sonrasında alınacak tavır -en önemlisi, hâfıza zindeliği- ve bu harekâta hazırlanacak zemindir. Yoksa, ilânihâye askerî vaziyet muhabbeti ile idâre edilemez.

Hâfıza kaybının en müessir ilâcı, târih! Daha güçlüsü, henüz bulunmadı…

İstanbul’da Zeyrek semtinde, Vefâ’dan Unkapanı’na inen caddenin sağ kenârında; Zeyrek Câmii bitişiğindeki sebîlin yanında, kendi adını taşıyan okulun bahçesindeki kabir, Kâtib Çelebî’ye âittir.

17. yüzyılı, hakkıyla tapulayan Kâtîb Çelebî, nâm-ı diğer Hacı Kalfa, toplamı yarım asra ulaşmayan kısa ömrüne, kütüphâne hacminde eserler sığdırmıştır. Çelebî’nin büyüklüğü, kitaplarının konu çeşitliliği ile daha da yükseklere taşınmaktadır. Târihden coğrafyaya, mühendislikden ahlâka, hukûka ve tabiî ki edebiyâta uzanan çok geniş bir yelpâze içinde, Kâtib Çelebî, tercüme faaliyetini de ihmâl etmemiştir.

Hayâtının mühimce kısmını asker olarak seferlerde geçiren Kâtib Çelebî, son nefesine kadar okuma-yazma tâlimini bırakmamıştır. Yine, baştan sona “kıraat” ve “te’lif” mesâîsinde bulunduğu son gecesinin son karanlığı çekilirken, elindeki kahve fincanı yere düşmüş, cennet-mekân Hacı Kalfa “füc’eten” Rahmet-i Rahmân’a nâil olmuştur.

Azim, gayret, çalışma disiplini, az zamâna çok iş sığdırmak gibi, daha da uzatılabilecek örnek davranışları nerede bulacağını soranlara, Kâtib Çelebî adresini, gönül rahatlığı ile verebiliriz. Bu evsâfda bir kalem ehline sâhib olmakla, Türk milleti ve medeniyeti, ne kadar iftihar etse azdır.

Budana budana “kuş” olmaktan bile uzaklaşan Türk eğitim sisteminde, Kâtib Çelebî, ne kadar tanınmakta, tanıtılmakta ve öğretilmektedir? Şuna, kesin olarak emin olabilirsiniz, -hangi duygunun sâikiyle bilinmez- küçümsediğimiz nice ülke, tedris programına Kâtib Çelebî’yi, bizi kıskandıracak ölçüde alıyor. Biz, ne mi yapıyoruz? Kâtib Çelebî Okulu’nda bile -mezârının dibinde- ona yabancı nesiller yetiştirmenin “modernlik” (!) olduğunu pazarlamaya çalışıyoruz.

Başta Sultan Dördüncü Murâd Hân’ın Revân ve Bağdad seferleri olmak üzere, birçok askerî harekâtın bizzat içinde bulunan Kâtib Çelebî, gittiği her yerden, özellikle de Bağdad, Haleb, Erzurum, Diyarbekir gibi kültür merkezlerinden topladığı, uğruna bütün servetini yatırdığı kitapları, İstanbul’daki evine taşıdığında:

“- Şimdi Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere yöneliyorum!”

demişti. Onun; okuma, yazma, kültür adamı olma cehdine verdiği isim “cihâd-ı ekber” idi. Kâtib Çelebî’yi anlama kılavuzunun başına, bu “cihâd-ı ekber” tâbirini koymadan, lâbirentte kaybolma riski yüksektir.

Yeni Kâtib Çelebîler yetiştirmek için, Zeyrek (= Zîrek= uyanık, zekî)leri iyi bilmek lâzım, vesselâm… Bir de, memleket havasını iyi koklamak, o kokuyu her yerde tanımak şartı var.

“Kokulu hava” veya “kahkaha” sözlerinden galat “kakava”, Kırklareli yöresindeki “Roman” vatandaşlarımıza mahsus bir eğlence geleneği. Geçen zaman içinde, çok geniş coğrafyaya yayılan kakava, Hıdrellez’den bir gün sonra yahut Hıdrellez’i tâkib eden ilk Pazar günü kutlanan “bahar karnavalı”dır. Bu renkli ve coşkulu bahar karşılaması için; akarsu kıyıları, ağaçlıklar, çeşme başları seçilir.

Asırlardır, toprağımızın gözü, kulağı kakava şenliklerine şâhid olmuştur. Hiçbir yazılı, sözlü nakilde, bu kutlama tarzından fitne çıkaran kayda, rivâyete tesâdüf edilmemiştir. Bu yanda bu kakava varken; öte yanda, Mart ayı içinde idrâk edilen ve daha aylar öncesinden devletin muhtelif uzuvlarında sancılara sebep olan “nevruz” âdeti duruyor. Türkiye Cumhûriyeti Devleti’nin bütün resmî kademeleri, nevrûzun çok eski devirlere giden köklü bir Türk geleneği olduğunu, bâzı komik figürler icâd ederek söyleseler de, hâlâ nevrûza dayalı ittihâda eremedik. Her Mart, Türk polisinin ve jandarmasının nevrûz kâbûsları gördüğü korku senaryoları ile geliyor.

Elbette, buradaki fark, kakava ile nevrûzun şeklî özelliklerinden çıkmıyor. “Kasdım odur şehre varam / Feryâd u figân koparam.” diyen halk şâiri gibi, nevrûza istiflenen “kasıt” dinamitleri, bahârı bahâne ediyor. Şenlik, festivâl, karnaval, bayram, kutlama gibi neş’e fışkıran fiillerden, memleketi bölme, parçalama fırsatı çıkaranlar, bugün bütün imkânları seferber ederek Türk’ün varlığına son darbeyi vurma plânı yapıyorlar.

Hâdiseleri, olup bittikten sonra târih koridorunun içinde ele almakla, bizzat içinde yaşamak arasında muazzam farklılıklar var. Birinde ne kadar soğukkanlı olunabiliyorsa, diğerinde “akla müracaat”, ihmâl ediliyor.

Daha dün denecek kadar yakın geçmişte, bizim insanımızın yünlü kumaş ihtiyâcını karşılayan İslimiye’yi, ölümden beter gafletlerle önce Bulgar komitacılarına, sonra da komünist rejimin acımasızlığına nasıl terkettiğimizi, “Irak Operasyonu” harâreti yaşadığımız şu günlerde, kaç kişi biliyor ve hatırlıyor?

Demirkapı ve Kotel geçitleri önünde stratejik bir mevkide yer alan İslimiye (Sliven), en son, Edirne’nin sancağı idi. Şehrin bânisinin, Yıldırımoğullarından Mûsâ Çelebî olduğunu bilmemiz, Musul ve Kerkûk ağıtlarına yeni nidâlar ilâve eder mi?

Büyük millet olmak için, büyük düşünmek icâb ediyor. Yoksa, desteksiz lâf kalabalığı ile kimse “büyük” görünmüyor… Sancağı esir aldığımız değil, sancağa esir olduğumuz günlere muntazır, saate bakıyoruz.

“Sancak”, Türkçenin kalem ve hançere güzellerinden. Nice mânâyı içine sindiren bu mübârek kelime; hem bayrak salınışına “alem” olmuş, hem idârî teşkilâtın mühim bir rüknü sayılmış, hem de Balkanlar Türkiyesinin dâü’s-sılası mertebesine ulaşmıştır.

“Al sancak”, Türk Bayrağı’dır. İzmir semtlerinden pek meşhûr biri de “Alsancak”. Hattâ, yine İzmir’de bir stadyum, bir tren istasyonu ve çok işlek bir liman, aynı “Alsancak” adını taşıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun idârî taksimâtında, bugünkü “vilâyet” hacmindeki mülkî kısımlara “sancak” deniyordu. Meselâ, vâlisi İzmir’de oturan vilâyetin adı “Aydın” idi ve buraya bağlı sancaklardan biri Güzelhisar (=Aydın) adını taşıyordu.

Askerî birliklerimizin nâmus timsâli olan “sancak”, bayrağa âit bütün hürmet ve itibârı askerî insiyakla birleştirmiştir. Velhâsıl, Türk’ün “sancak” defteri pek temiz, parlak ve şereflidir.

Bir de Sırbistan’ın güneyinde; Kosova, Karadağ ve Bosna-Hersek arasında, merkezi Yenipazar (Novi-Pazar) olan, nüfûsunun çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği “Sancak” ili vardı.

Osmanlı hâkimiyetinde “Sancak Sancağı”nın, uzun müddet Bosna Vâliliği’ne bağlı kaldığını görüyoruz. 1878’deki Berlin Antlaşması’yla Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakılırken; Sancak, Bosna’dan ayrıldı ve Kosova Vilâyeti’ne bağlandı. Balkan Savaşları sonunda, Sırbistan tarafından işgâl edilen Sancak, 1918’de de Sırp ilhâkına mâruz kaldı.

1990’larda Yugoslavya dağılmaya başlayınca, Sancaklı Boşnaklar, Bosna-Hersek’e katılmak istedi. Yapılan referandumda, Sancak Müslümanlarının yüzde doksan sekizi bu isteğe “evet” dedi (1990).

Sancaklı Müslümanlar, 1992’de gizlice seçim yaparak kendi parlâmentolarını ve ardından hükûmetlerini kurdular. Fakat, Sancak’a yerleştirilmiş onbeş bin kişilik ağır silâhlı Sırp ordusu, bu parlâmento ve hükûmeti rahat bırakmadı. Hükûmet de, parlâmento da hep “gizli” kaldı.

Gizli Müslüman Sancak Hükûmeti’nin lideri Süleyman Uglyan, milletlerarası arenada Sancak Müslümanlarının sesini bir hayli duyurdu. Fakat, Kosova’nın kaderi ile birleşen Sancak İli’nin mukadderâtı, Sırpların ve onların vahşetine medâr olan -sözde- büyük devletlerin insâfına kaldı.

Aydın ve Bilecik’in “Yenipazar” kazâları, Sancak’lı günlerimize dost selâmı gönderiyorlar.

Türk’ü “nev-peydâ” bir klân sûretinde göstermeye çalışanlar; başta coğrafya olmak üzere, Türk izini taşıyan âşikâr delilleri hesâba katmıyorlar.

Bâzen, gönül denilen temerküz noktasında öyle mãnâlı sızılar zuhûr eder ki, “sancak sancısı” teşhisi koyarlar. Çâresi, sâdece “Sancak” tadır…

 

Orkun'dan Seçmeler

Emir Nacip

Aydınlar komedisi