Gâzî Osman Paşa, 93 Harbi’ndeki şanlı gazâsından İstanbul’a döndüğünde, Sultan İkinci Abdülhamîd Hân tarafından huzûra çağrılarak tebrîk edilir. Pâdişâh, bu kabûlde yaptığı konuşmada, Plevne müdâfaasının dünyâ askerlik târihinde hârika ve müstesnâ bir mevkide bulunduğunu söyleyince, tevâzuu ile tanınan Osman Paşa:
“- Nutk-ı hümâyûnda geçen “hârika” tâbirini, kulunuz bir iltifât-ı şâhâne telâkkî ediyorum, efendimiz! Askerlik târihinde Plevne müdâfaası, cengâver Mehmetçik’in Jengâver Moskoflara karşı üstünlük göstermesinden başka bir şey değildir.”
der.
Paşa’nın, bu cümlelerde kullandığı “Jengâver” sözü, Farsçada “lekeleyici”, “küflenmiş, paslanmış” mânâlarına geliyor.
Türk ordusunun, Irak topraklarına yönelik olarak gerçekleştirdiği son kara harekâtı, özellikle bitiriliş şekli bakımından bir hayli münâkaşaya sebep olmuştu. Amerika’nın isteği ile harekâtın âniden durdurulduğunu iddia edenlere, ordu adına cevap verilmiş ve aslâ böyle bir durumun vâki olmadığı söylenmişti.
Şimdi, mâlûm terör teşkilâtının hem-pâlarından bir parlâmenter, bu kara harekâtının Türk silâhlı kuvvetleri için “hezîmet” olduğunu söylemiş. Gâzî Osman Paşa’nın tevâzuuna mesned yaptığı “Jengâver” sıfatını, bütün mânâ yüküyle hak eden şu çarpık zihniyeti, hâlâ TBMM içerisinde görüyor olmak, millî endâm aynamızı karartıyor.
Türk Cezâ Kânûnu’nun 301. maddesini AB’nin istediği şekilde değiştirmeye azmedenler, dünyâda kendi millet ve devletini aşağılatan ilk ve tek siyâsî ekip olmaya can atıyorlar. AB’ne, bütün millî hassâsiyet noktalarımızı kaybettikten sonra alınmış olmayı bile başarı hânesinde görenlerle, varılacak hiçbir menzil yoktur.
Tanzimat’dan bu yana, içi ve altı sistemli tarzda oyulan Türk milleti, “batılılaşmak”, “asrîleşmek”, “Avrupalılaşmak” diye diye bugünkü 301. madde hâilesi kavşağına getirildi. Ortada, öyle bir madde teklifi var ki, “Türklük” yerine “Türk milleti” tâbiri konulmuş; cezâ için de Adâlet Bakanı’nın izni şart tutulmuş.
Önce, “Türklük” le “Türk milleti” aynı mânâya gelmez. Türk’ün her türlü faaliyet ve hareketi, Türklüğün geniş havuzunda yer alırken, “Türk milleti” sözü, bahsedilen faaliyet ve hareketleri aslâ karşılamaz. Burada, iyi düşünülmüş, hesâb edilmiş bir kasıtlı tavır, açıkça kendini gösteriyor.
Yeni maddeye göre, şümûlü iyice daraltılan suçu işleyenlere, ancak Adâlet Bakanı izin verirse cezâ verilebilecek.
Hukûkî bakımdan pek çok eksiği ve hatâsı bulunan bu madde değişikliğini, AB mahfillerinin avuç patlatarak alkışlaması, ayrı bir hüzün kaynağıdır. Haysiyet sâhibi hiçbir ülke, Türkiye’nin bu madde karşısında aldığı “emir eri” vaziyetine aslâ düşmek istemez.
Gâzi Osman Paşa’nın kılıcını, Paşa’ya iâde eden Rus Çarı’nda bile, normâl çizginin üzerinde bir saygı hassâsiyeti vardı. Onu, bugünün politikacılarında arıyor olmak, kahvenin telvesini koyulaştırıyor. Bu elîm tablonun mühim sebepleri arasında “kitap”tan uzaklaşmamız da var.
Devrin nâzırlarından biri, Sadrâzam Ahmed Vefik Paşa’yı evinde ziyâret eder. İkram faslından sonra söz, kitaba ve kütüphâneye düşer. Vefik Paşa’nın dillere destân olan kitap koleksiyonunu merâk eden Nâzır, Paşa’dan kütüphânesini kendisine göstermesini ister. Yemek salonundan kütüphâneye geçilir. Gördüğü kitap kalabalığı karşısında bir hayli şaşıran Nâzır, ismini duyup cismini görmediği nâdir kitaplardan birini işâretle:
“- Aman Paşa Hazretleri, bendeniz şu kitabı kaç yıldır Sahhaflar Çarşısı’nda arattığım hâlde bulduramadım. Lûtfen, bunu bana yalnız bu gece için emânet veriniz. Yarın, Bâb-ı Âlî’yi teşrîfinizde takdîm ederim.”
der. Ahmed Vefik Paşa, kaşlarını çatıp:
“- Bana bak adam! Benim bu kütüphânem, bir ömrün mahsûlüdür. Hayâtım boyunca, birer günlük yâhut gecelik kitaplar isteyerek bu kütüphâneyi kurdum. Onun için, hiçbir kitap buradan dışarı çıkamaz!” diye, nâzıra yüklenir.
Vefik Paşa’nın, kendine has üslûbu bir kenâra konduğunda, kitap ehlinin hassâsiyetini pek güzel aksettiren sözleri, yavaş yavaş nesli tükenmekte olan “kitap kurdu” insanları ne hoş anlatıyor.
Türk-İslâm medeniyetinin pek çok ismi içinde en dikkate değerleri “kalem” ve “kitap” merkezli tasniflerdir. Hakîkaten, bizim aslî medeniyetimize, sâdece “kitap medeniyeti” dense kâfidir. Başkaca bir destek unsûruna ihtiyâcı olmayan “kitap”, en geniş ufuklu medeniyet anahtarıdır.
Türk milleti, kitaplı bir millettir. Bu özellik, târihin her devrinde hümünü icrâ etmiştir. Bilge ve Kültigin kardeşlerin taşı kitaplaştırdığı fecirle başlayan târihimiz, Türk coğrafyasının tamâmını, bize âit bir kütüphâne yaptı.
Bugün, “Muhteşem Kaanûnî Sultan Süleyman” tarafından kurulan kütüphâneye sâhip olabilmek için, yarışa girişecek o kadar çok millet var ki…. Değerlerimizin kadrini, onlarla birlikteyken pek fark edemiyoruz.
Ali Emîrî Efendi’yi çıkaran bir millet, aslâ yeni yetme ve kitapsız değildir. İbnü’l Emin Mahmud Kemâl İnal’ın, Bâyezîd Kütüphânesi’ndeki gür sesi, duvarlarda hâlâ duyuluyor. Kâtib Çelebî’nin kitaplarını taşıyan hayvan katarı, İstanbullunun gözünü şaşırtmaya el’an devâm ediyor.
“Ehl-i Kitap” olmakla kitap medeniyetine alemdâr olmak arasında, elbette bir bağ var ama, ikincisi millî haslet ve duruşla beslenmedikçe küt kalmaya mahkûmdur.
Mükrimin Halil Yınanç’a, tanıdıkları hep, hangi kitabı değil, hangi kütüphâneyi okumakta olduğunu sorarlarmış. Zâten, kitap medeniyetinin özü de burada yatıyor. Önemli olan, kütüphâne kurmak kadar, kütüphâne okuyabilmektir. Bunu hakkıyla başaran kaç millet var? Diğerlerinin uzun bir liste tutacağını zannetmiyoruz ama, Türk milletinin bu hususda bayrağı en çok taşıyan millet olduğunu, dost-düşman herkes biliyor… Ne var ki, şimdi Türk milletini temsile yeltenen bâzıları, ne yapacağını bilemiyor.
Nâmık Kemâl, oğlu Ali Ekrem’e bir gün şu satırları içine alan mektûbu yazmış:
“- Ekrem’ciğim,
Ne yapacağını bilmediğim için sana mektûb yazıyorum, ama, ne yazacağını da bilmediğim için, sözüme son veriyorum. Gözlerinden öperim”
Nâmık Kemâl âyârında bir edîbin de ne yazacağını bilemediği ânlar oluyorsa, zamânenin yazar-çizer takımına pek şaşmamak lâzım. Hele üst kademedeki politikacılarımızın, usturlabını kaybetmiş “uzay yolu” hecelemelerini, hiç kaale almamak gerekiyor.
“Taş, düştüğü yerde ağırdır.” diyen büyüklerimiz, sözün kantara çıktığı bir muâşeret nizâmında hayat sürmüşlerdi. Kaşgarlı Mahmûd’un tesbit ettiği nice güzel kelime grubundan biri “Kişi alası içtin, yılkı alası taştın” sıralanışı ile karşımıza çıkmıştı. “İnsanın kirliliği içinde, hayvanınki dışında.” diye bugünkü söylenişe aktarılabilcek bu altın değerindeki tecrübe lâmbası, huzmelerini perîşân hâlimize tutuyor.
Nicedir, bu memleketin mikrofon ve ekranlarında bir “ayak-baş” dalaşıdır gidiyor. Sanırsınız, daha mühim işimiz kalmamıştır. Bütün bu yaşanan garîb hâller aslî vaziyetimizden nişâne bulunmadığının işâretidir. Kimse, başkasının sırtından geçinme provaları yamasın. Türk’ün mevcud çâresizliğine bakıp bakıp keyiften dört köşe olanlar, yazdıkları senaryonun, böylesine başarılı tarzda sahneye konuyor olmasından ne kadar haz duysalar, yeridir. Adamlar, bizim en hassas noktalarımızı öylesine isâbetli şekilde keşfetmişler ki, daha ne diyelim? Devletin prizmasında en yukarı noktayı temsil ile durumun plânını çizecek olanlar, gayrıdan meded umuyorlar. Sanra da kalkıp başa ve ayağa dâir küçültücü nutuklarla ahkâm kesiyorlar.
Allâh’ın insanoğluna ihsân ettiği akıl, iz’ân, vicdân nimetlerini kullanmayanlar, hangi yüz ve hakla şikâyete yeltenecekler? Beceriksizlikle basîretsizlik bir araya gelince, düşmanın arzûsu fevkinde zaaf bölgeleri kuruluyor. Başta ahlâkî dökülüşümüz olmak üzere, bizi biz yapacak hasletlerimiz, sıraya girmiş harakiri yapıyorlar.
“Nikâh” tâbîri, bâzı mahfillerde “gerici, tutucu” gibi sıfatlarla anılır oldu. “Birlikte yaşamak” adını verdikleri alenî zinâ durumunu, bu azîz milletin gözü önünde meşrûlaştırma gayretleri var. Magazin sermâyesi olmuş bütün hayat kriterleri, millî duruşumuza aykırı noktalardan esiyor. Lâkin, bu zavallı ve pejmürde hâller, öylesine câzip paketlere konuyor ki, mâsûmiyet kabûlü görüyor.
Kısaca, önümüz ve ardımız muhâsara altında. Ne yazacağını, ne yapacağını bilmeyen Nâmık Kemâl, oğluna mektûp yazmayı akıl etmişti. Şimdiki akıl şaşkınları ise, mektûbu da unutmuş vaziyetteler. Hayli zamandır, cep telefonu ve bilgisayar mesajlarıyla idâre ediyoruz.
Hakîkatı örten kabuk, her sâniye biraz daha kalınlaşıyor. Hangi vakti ölçü aldık? Bilinmez ama, var gücümüzle bekliyoruz…
Oburun biri, iştâhının esîri olarak çatlayıp ölmüş. Mevtânın ağlayan çocuklarını teskîn etmeye çalışan âile dostları:
“- Bu kadar gözyaşı döküp üzülmeyin. Babanız açlıktan ölmedi ya!…”
demişler.
Ölüm sebebi hânesine “oburluk” tabelâsı asmak, en çarpıcı ecel sahnelerinden. Burada, sâdece yenen gıdâ nîmetine değil, vücûd nîmetine karşı da küfrân fiili işleniyor. İsrâf ile hem-hâl olanların fecî âkıbeti, zirvedeki yerini, oburluktan ölerek alıyor.
Son günlerde bakliyat ve hubûbat fiatlarında görülen yükselişi; kuraklık, iklîm değişikliği gibi âmillere bağlayanlar, isrâfı görmezden geliyorlar.
Tüketim ekonomisi, tünelin iki ucunu da tamâmen kapatmış. Üretmeden tüketmeye okyanus bile dayanmaz. Bir vakitler, tarım ülkesi olmakla iftihâr eden Türkiye, maalesef, en temel tarım ürünlerini dışarıdan alır hâle geldi. Münbit tarla ve bahçelerimiz üzerine taş yığını görünüşlü binâ siteleri inşâ ettik. Sâhil kasabalarının hemen hepsinde meyva, sebze ekilen topraklar, “turizm” uğruna hebâ edildi. Dolayısıyla, isrâf ve oburluk başka sâhalara da kaydırıldı.
Eskiden, “bereket” kelimesi hayâtımıza yön verirdi. “Allah bereket versin” diyen esnâfın yüzünde, bereket gülleri açardı. Çalışanlara, sofraya oturanlara, oradan gelip geçenler “bereketli olsun!” temennîsinde bulunurlardı. Başımıza gelen ve pek yakında gelecek olan gıdâ krizlerinin temelinde “küfrân” bulunuyor.
Hangi maksatla olursa olsun, ihtiyaç sınırını aşan her harcama, bu dünyâdaki bir başka insanın hakkını gasp etmektir. Ama, kaç kişi bunun farkında, şuûrunda? Birleşmiş Milletler etiketini kullanarak medya manşeti kapanlar, reklâm odasının dışına çıkamıyorlar.
Câmi şadırvanında abdest almakta olan Nasreddin Hoca’ya yaklaşan bir köylü:
“-Hocam, abdest sırasında ne tarafa dönmek lâzım?…”
diye sorunca, Hoca:
“- Ceketini, ayakkabını ne tarafa koydunsa o tarafa dön ki, çalmasınlar!…”
demiş.
İçinde yaşadığımız Nasreddin Hoca’lık nice vaziyetin düz mantığı, bu fıkra eksenine “cuk!” oturuyor. İnsânî vasıflarımızı birer birer kaybettikçe, “ya çalınırsa?” sorusunu zihnimizden atamıyoruz. Bu güven bunalımı, bizi daha emniyetsiz yerlere ve zamanlara taşıyor.
Âile, mahalle, kasaba, şehir ve nihâyet ülke mefhûmlarını açık arttırmaya çıkardık. Her işimizin, meşgûliyetimizin merkezine menfaat topumuzu koyuyoruz. Meydâna gelen yüz asıklıkları, aslında kendi imâlâtımız. Başkalarının sırtına yükleyerek mes’ûliyetten kurtulamayız.
Bereketi kanaatle tüketen asîl insanların nesli, nasıl oldu da bu acınası duruma düştü? İşin daha da vahim tarafı, yakında bu soruya cevap verecek muhâtap bulma mes’elesidir. Böyle giderse, oburluktan ölenlere çığ misâli katılanlar, sebebi husûsunda kafa yoracağa benzemiyorlar.
Ecdâdına rahmet göndermek isteyen nesilleri, bereket ve kanaat köprüsünden geçerken görmek arzûsundayız… En kıymetli ziynet, bu köprüden yükselen hayırhah ışıltıları çıkaran ziynettir.
Nühteleri ile siyâset kadar edebiyât mahfillerini de dolduran Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa, Ahmed Vefik Paşa için:
“O, binek taşı büyüklüğünde bir pırlantadır. Ne ziynete yarar, ne de kaldırıma konur!…”
dermiş. Nice mânidâr zihin yekûnunu içne alan bu ifâde, aynı zamanda kullanışsız mücevherin hâlini reçeteye aktarıyor.
Netice itîbâriyle artı puanları yukarıya çekmek, her zaman makbûl olmuyor. Bilhassa devlet adamlığı, böyle çetelelerin dar çerçevesine aslâ mahkûm olmamalı. Ne yazık ki, uzun müddettir, yurdumuzun ufkunda doğup batan güneş, bize, bu müstakîm kalıba rağmen mesleğini icrâ etmiş devlet adamlarını gösteriyor. Tek tek ele alındığında meziyet diye adlandırdığın tavır ve hasletler, devlet mihengine vurulduğu an, âyâr tabelâsına şaşırtıcı skorlar yazılıyor.
Şimdi, iki yüz yıldır, yırtınırcasına içine girmeye çalıştığımız Avrupa, gûyâ bizi saflarına dâhil etmenin bedeli diye, hacamat üstüne hacamat hamlesinde. Devamlı arttırılan zamlı târife, Türk milletinin bütün mukaddeslerini haleldâr eder hâle geldi.
Sevenin gözünde her şeyine katlanılan varlıklar vardır. Vatan, millet ve devlet, bahsedilen varlıklar arasında ayrı bir kategori teşkil ediyor. Uğruna can verilen mefhûmlar, aynı zamanda can bahş eden mefhûmlardır. Onlar olmadan, yaşamanın ve yemenin-içmenin hiçbir mânâsı yoktur. Biyolojik hayâtı devâm ettirmeyi en mühim mes’ele addedenler, insanı hayvan derekesinde bırakmaya azmedenlerdir. İş, bu denli basit ve küsûratsız olunca, yoluna can koyulacak değerlere de lüzûm kalmıyor.
Irak’ın kuzeyinde, bizim geleceğimize haciz koyma hazırlığında siyâsî bir yapılanına var. Epeyidir, Türkiye’ye fikri sorulmadan, o topraklar birilerine peyleniyor. Aslında, mücevher kıratını ortaya koyacak evsafdaki bu gelişmeler, Türk’ün gönlüne hüzün dışında bir rengi henüz gönderebilmiş değil. En son, Dışişleri Bakanı’mız. “Kuzey Irak Yönetimi ile değişik seviyelerde temâsımız devâm edecektir.”
tarzında, örseleyici bir cümle kurdu.
Hani, Irak’ın toprak bütünlüğü Türk dış siyâsetinin en kapitâl başlığı idi. Hani, bu başlığı Iraklılardan bile fazla, biz kullanıyorduk. Hepsinin, çok ucuz bahâya emâneten muhâfaza edildiği anlaşıldı.
Irak’ın kuzeyinde, ne zaman ve nasıl bir “yönetim” kurulmuş da, Türkiye bu “yönetim”le yürüteceği temâsın seviyesini âyârlıyor. “Zillet” kökünden türeyen bütün kelimeler, böylece Türk semâlarına ağıyor.
Keçecizâde’nin binek taşı büyüklüğünde gördüğü pırlanta, maalesef, devlet mekânizmasında süs de olamıyor, kaldırıma taş da. Hâlbuki, devlet adamlığı cevheri, yerine göre yüzük veya küpeye konacak raddede küçülmeye; yerine göre de binek taşlarına sığınak olacak hacimde büyümeye kabiliyetli olmalı…
Bardaktan boşanırcasına yağan ve birkaç saat süren yağmurdan sonra Koca Râgıb Paşa, yanında bulunan nedîmi şâir Haşmet’e:
“- Acaba, bu yağmurda kuru bir şey kalmış mıdır?”
deyince, heccâv Haşmet, ânında cevâbı yetiştirir.
“- Kaldı efendim! Haşmet kulunuzun abdest havlusu… Çünkü hiç ıslandığı görülmemiştir…”
Haşmet’in, hiç ıslanmayan abdest havlusu, yaşadığımız şu günlerde pek çok yağmur imtihânından geçiyor. Bu havluya, mantığınıza uygun düşen bütün ıslatma metodlarıyla yönelebilirsiniz. Ama, en çok demokrasi ve hukuk tâbirlerinin havlulaştığını görüyoruz.
Üzerinde mutâbakat sağlanması gereken birinci husûs, demokrasi ve hukûkun da içinde bulunduğu bütün münâkaşa konularının merkezine insanın kondurulmasıdır. Yoksa, havanda su dövmeye devâm ederiz de, havlunun ıslandığına aslâ şâhit olamayız.
Arada bir önümüze konulan “insan hakları” menüsünde, ne zaman araştırıcı gözler gezinse, insanın özüne rastlayamıyor. Peki, bunun sebebini basit unutkanlıklara bağlayabilir misiniz? Böyle olmadığı, daha, pek ihtimamla hazırlanmış ambalajından anlaşılıyor. Zarfında adı kullanılan insanın, mazrûfa alınmaması, ebedî bir ıslanmama yarışına dayanıyor.
Efendim, ne imiş? Bütün inançlar muhterem, herkes istediğine inanmada serbestmiş. Kâğıt üzerine bile düzgün konamayan bu ifâdeler, şahsî plâtformlara çekilince, iyice çığırından çıkıyor ve insana saygısızlık paragrafları açılıyor.
“Kasdım odur, şehre varam
Feryâd ü figân koparam”
diyen şâirin fikir ortakları, meydanları doldurmuş, ha bire ahkâm kesiyorlar.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin başını çektiği târihdeki Müslüman-Türk Dünyâsı’nın, “hoşgörü” genişliği ve gayr-ı müslimlere tanıdığı hakikî din hürriyeti, bu kasıt ehlinin dilinde ve kaleminde maddî menfaat maskeleri takıyor. Gûyâ, bu devletler, gayr-ı müslimlerden ağır vergi alırlarmış, bu vergiyi verenlerin sayısı azalmasın diye, İslâm dışındaki dinlerin mensuplarına müsamahakâr davranırlarmış. Bu hükmün, yarısı doğru, yarısı yalan. Evet, “haraç, cizye” vb. vergiler alınıyor, doğru. Ama, buna tamâh eden bir devlet anlayışı aslâ ve kat’â doğru değil. Öyle olsaydı, “mühtedî” nâmı taşıyan çok kalabalık topluluk ortaya çıkar mıydı?
Türk’ün, İslâmiyet dâiresine girmeden önceki döneminde de, aynı dinî tolerans vardı. İslâmla berâber, bu bakış açısı daha berrak hâle geldi. Piyasaya çıkarılan defolu bilgi malzemesinin bahtsızlığı iki noktada toplanıyor: Evvelâ, Türk’ü ve İslâm’ı yeterince tanımıyorlar. İkinci olarak da, omuzlarına attıkları havlunun, bunca yağmura rağmen niye ıslanmadığını, hakkıyla bilemiyorlar.
Abdest alacak kişiden havluyu esirger, onu abdestsizlere verirseniz, gün ışığında gördükleriniz sizi şaşkına çevirir…