“Efelenme”, son zamanlarda pek rağbet edilen devlet ricâli pozu oldu. Tabiî ki, bu hususda hakikî “devlet adamı” mayasını muhâfaza edenleri tenzîh havuzuna koymak lâzım. Zâten, devlet adamı olmakla, hasbe’l-kader devlet makâmında bulunmak arasında, merdiven gölgesi kadar bir yakınlık var. Ötesi, tastamam ayrılık ülkesi.
Batı Anadolu coğrafyasının, lâtif yiğitlik tezâhürü olan “efe”, kaynağına karışan Türk dışı unsurların hepsini unutturacak kadar, bu milletin damarına yerleşmiştir. Bütün popüler kahraman tipleri gibi efe de, meşrû düzene isyân hâlleri ile göze ve gönüle girme hamleleri yapmıştır. Zaptiye-efe kovalamacası, o yöredeki dağ yollarında hâlâ konuşulmakta, bir dizi film heyecânıyla yaşamaktadır.
“Efe”ye, folklorik zenginlik açısından bakarsanız, onda aradığınızdan fazlasını bulursunuz.
Ne ki, Türk siyâsetinde bu motifi, aynı mûnis ve yumuşak sâkinlikte göremiyoruz. Efelenen efelenene. Teknolojik imkânların coşturduğu zamâne efeleri, neredeyse insanımızdaki sevimli efe hislerini de imhâ edecekler. Bir hayli müteneffir bir tablo çiziyorlar.
Kibarlık, nezâket, vakar gibi millî kabûle mazhar olmuş hasletlerden silkinen yeni model politikacı, kendisiyle aynı keskin sirke küpüne girmiş “kızan” kalabalığı bulmakta da hiç zorlanmıyor. Toplu efelenme seansı gibi, şaşılası bir durum sergileniyor. Bu minvâl üzre gidilecek olursa, “meşrûiyet” dediğimiz mâsum hayat tarzının, efeleri ovada bırakıp dağa çıkması imkânsız değil.
İmkânsız, insan mârifetiyle mümkün kılınmış ise, bir azmetme hikâyesi de kulaklara yaklaşır. İlâhî mümkünâtın; kıssa desteğine ihtiyâç duyacağı da, buna yöneleceği de zâten akla gelmez.
Türk târihi, büyük ölçüde gayrıya parmak ısırtan destânî hâdiselerle dolu. Hangi asrın kapağını açsanız, mutlaka bir Türk şahlanışı ile karşılaşırsınız. Hattâ, bâzı yüzyıllarda bu şâha kalkışların katarlarını seyre dalar ve azîz Türk milletinin mensûbu olmaktan şükre doğrulursunuz.
Hâl böyle iken, yâd yeller alıp nasıl götürdüyse, Türk yurdunun çocuklarında o şanlı mâzînin, kırıntı kabîlinden bile izine rastlanmıyor. Elin ecnebîsinin saçındaki günlük renk değişikliklerini tâkibe alıp ezberleyen nesiller, kendi ecdâdı ve târihi hakkında, “câhil” sözünü utandıracak derecede nasîbsiz, behresiz vaziyetteler. Karşılaştığımız sıkıntı, belâ ve musîbetlerin kolay kolay def’ edilmeyişinde, kendimize olan yabancılığın, bîgâneliğin çok büyük payı var.
Vaktiyle, bize özenenler Dünyâ dolusu idi. Şimdi, en ufak titreyişi, teleskopla göremiyoruz. Ağrının ilâcı, özümüzde saklı. Lâkin, ne onu keşfedecek âlim, ne de reçete yazacak hekim var. Varlık içinde darlık çekmek, bu değilse eğer, bırakın taşlar başımıza düşsün.
İmkân dâiresindeki fiilleri, alelâde her insan üstlenir ve üstesinden gelir. Önemli olan, imkânsızı kasnağa geçirebilmektir. Fevkalâdelik safhası, işte o ândan itibâren saltanatını sürmeye başlıyor…
Burnunun dibindekini göremeyenler, her nedense semânın haritasını çıkarmaya tâlip oluyorlar. Alexis Carrel’e Nobel Armağanı kazandıran “İnsan Denen Meçhul” adlı meşhûr eser, baştan sona bu hakîkatı haykırıyor. Kendi vücûdunu, şuûrunu ve yaradılış hikmetini lâyıkıyla tanıyamamış, anlayamamış insanlık, nice “âlâ-yı vâlâ”larla -hâşâ- yaratmayı vehmediyor.
İlim adına söylenmiş cümle sözleri, bilinmeyenlerin yanında, nokta hacminde bile göremezsiniz. Daha, bunca cevap bekleyen soru varken; haddi aşan büyüklenmelerin, konulabileceği mahfaza, kın yoktur.
Ummândan bir katre hükmündeki mevcut ilim tasarrufu, bu hâliyle bile dudak uçuklatıyor. Varın, her bir husûsun bilinir hâle geldiği o muhayyel geleceği tasavvur edin…
Ehlinin dediğine göre, insan beyninin en fazla yüzde yirmi beşi faaliyetteymiş. Daha, geride yüzde yetmiş beşlik, sırada bekleyen statik cevher yükü var.
Cep telefonu ve bilgisayar modelleri devamlı küçülürken fonksiyonlarının artması, hızlarının yükselmesi, Dünyâ’nın teknolojik geleceği hakkında az buçuk fikir veriyor.
Ammâ, bütün bu beşerin muhîtine dâir hikâyenin ortasında bulunması lâzım gelen anatomik, fizyolojik, psikolojik, şuûr başlıklarıyla insan mâcerâsının, en küçük bir izine dahî rastlanmıyor.
İlerleyen tıbbın, ona paralel adım atan eczâ ilminin ulaştığı menzîli aşağı görmenin, elbette lüzûmu yok. Lâkin, onların varlık sebebi, insanın tanınma miktarıyla telâffuz ediliyor. Ellerinden gelen, bu kadar. Daha çok çağlar devrilecek ve beynin hâkimiyeti, yavaş yavaş genişleyecek. Kaanûnî’nin saltanatı gibi…
Kaanûnî Sultan Süleyman, yalnız Osmanlı ve Türk târihinin değil, çok geniş mânâda Cihân târihinin parmakla işâret edilen sîmâlarındandır. Bu büyük hükümdârın pek çok vasfı arasında, uzun saltanat müddeti de, en az diğerleri kadar kayda şâyândır.
Kırk altı yıllık pâdişâhlık dönemi, Sigetvar Kalesi’nin muhâsarası esnâsında top ve kılıç sesleri arasında sona eren Kaanûnî, vefâtıyla, yakından uzağa bütün kara ve denizlerin dengesini alt üst etmişti.
Onun varlığı, ordu saflarından başayarak Türk coğrafyasının her köşesinde, “eşyânın tabiatı” mesâbesinde görülüyordu. Bu yüzden, ölümüne kimse inanmak istemedi. Kaanûnî’nin hayâta vedâ edişi üzerine en içli ve mânâlı ağıt, Bâkî’nin kaleminden dökülmüştü. “Mersiye” edebiyâtımızın zirvesini teşkîl eden bu uzun soluklu şiirin bir bendindeki şu beyit, yâkut misâli parlıyor:
“Kılsun kebûd câmelerin âsumân siyâh
Geysün libâs-ı mâtem-i şâhî bütün Cihân”
Gökyüzünün, mâviliğini siyâha çevirmesini isteyen şâir, “bütün Cihân”ın mâtem elbiseleri içinde hüzün duruşuna geçmesini bekliyor. Zâten, Kaanûnî’nin ölçüleri de, ancak böyle bir vüs’at ile açıklık kazanır.
Kaanûnî Devri’nin haşmetine, daha nice hüccetler gösterilebilir ama, listeyi uzatmanın mânâsız olduğunu bu Bâkî mısrâları gösteriyor. Sultan Süleyman kâbının, “Muhibbî” libâsına bürünürken hiçbir intibak problemi yaşamayışı, Bâkî’ye nazar edilerek de anlaşılabilir…
“Zamân”a dâir bütün bahislerde olduğu gibi, “mevsim” telâkkî ve ifâdesinde de insanın o ânki duruşu, düşüncesi, rûh hâli öne çıkıyor. Haddizâtında, ömrün içindeki mevsimler geçidi, tabiattakini aratmayacak zenginlikte. Dolayısıyla, dolu dolu bir mevsim tayfından geçiyoruz.
Eskiler; yılı, teferruâta boğmadan iki bölüme ayırırlarmış. Ilık ve sıcak günler için “Hızır”; serin ve soğuk günler için de “Kasım” hânesi açılırmış. Aşağı-yukarı birbirine denk olan bu iki zaman dilimi; çok soğuk, çok sıcak demler için ayrı alt başlıklarda idrâk edilirmiş.
Bütün ahvâlimiz hesâbınca, mevsim anlayışımıza da sun’îlikler hâkim oldu. Ne yazı, ne kışı, ne de ilk ve son baharları, arzûlanan keyfi ile yaşayabiliyoruz. Bunun en mühim sebebi, hayâtımıza soktuğumuz teknoloji etiketli yapmacıklıklar.
İnsan anatomisinin tıbbî yönden izâhı; kâinâtın keşfine ve fethine kâfi gelirmiş gibi, inanılması imkânsız bir böbürlenmeye vesîle oldu. Hâlbuki, ortada çok basit bir kasap ehliyeti bulunuyor. Az biraz sakatat, eh, bir o kadar da pirzola, biftek mahâreti, hepsi bu. Daha geride, bütün muammâ ve esrârıyla akıl, şuûr, zekâ, medeniyet çadırları duruyor. Hepsinin de kapıları sımsıkı kapalı.
Zâten, kendini tanıma cehdinde insanoğlu bir-iki adım daha atabilmiş olsaydı, bugünün kapital sıkıntılarından pek çoğu arkamızda kalırdı. İhtiyâcımız, elbette daha çok ilim. Evet ama, “irfân”sız ilim hiçbir işe yaramıyor ki. Bize, “irfân” gibi bir “yâr-ı kadîm” lâzım…
O yâr-ı kadîm mi, yoksa yâr-i güzîn mi? Bize has mâzînin, iyice kaybolmuş izlerine, rastlasak rastlasak, yine musallâ taşı önünde rastlıyoruz. Farkında değiliz ama, “Türk” damgalı muazzam bir hâdiseler çıkınını, kara yere çalmak gayretindeyiz.
Tekrâr, Bakî’nin “Kaanûnî Mersiyesi”ne dönerek, Pâdişâh’ını kaybeden Cihân’ın manzarasına bakmak lâzım:
“Gün toğdı, Şâh-ı Âlem uyanmaz mı hâbdan
Kılmaz mı cilve, hayme-i gerdûn-cenâbdan
Yollarda kaldı gözlerimiz, gelmedi haber
Hâk-i cenâb-ı südde-i devlet-meâbdan”
Etrâfımızı ve içimizi sarıp sarmalayan gaflet, hamâkat dumanından nasıl kurtulur da, o şâheser nizâmın peşine düşeriz? Sormak kolay, lâkin, cevap vermek zor; çâre ise müşkil. Boynumuz bükük, “Elimizden gelen budur.” diye sağa, sola göstermeye çalıştığımız, aczimizin fotoğrafı.
Kuzey Irak toprakları-ki, Anadoludan önce Türk+men yurdu olmuştur- üzerinde pompalanmaya çalışılan ve Türk’ü de, Türkiye’yi de yok sayan tezgâha yel yepelek atlıyor olmamız, ancak “mersiye”lik bir durum. “Ört ki, ölem!” diyen Türk halk muhayyilesi, böylesi kahır hâlleri için söz akçesi hazırlamış.
Târihini, kültürünü işportada pazara çıkaranlar, “mîrâsyedi” lâfını bile istihzâya dâvet ediyorlar. Haysiyet mahrûmu topluluklar, ileride lâzım olduğunda, düzine hesâbıyla târih ve kültür sâhibi yapılamıyorlar. Evdeki bulguru kaybedeceğimizi bile bile, birilerinin tahrîkiyle Dimyat’a pirince gidiyoruz. Sonra da kalkıp yel değirmenlerine Zül-fikâr sallıyoruz…
Hz. Ali’nin sıfat ve husûsiyetleri, halk şiirimize çok derin izler bırakarak tesir etmiştir. Sâdece Alevî-Bektâşî zümrelerinin mısrâlarında, terennûmlerinde değil; aynı cesâmette Sünnî, hattâ lâ-dinî şiir muhîtlerinde de, Hz. Ali’ye âit motifler, mazmunlar vardır. Daha da ilerisi, dîvân edebiyâtının manzûme ve mensûrelerinde, hafife alınmayacak Hz. Ali renkleri bulunmaktadır.
Bâkî’ye, şiirdeki “sultan”lığını âdetâ tescîl imkânı veren şu mısrâlar, baştan sona Hz. Ali nefesiyle kanatlanmakta:
“Haydâr-ı Kerrâr’ıyam meydân-ı nazmın Bâkîyâ!
Nevk-i hâme Zül-fikâr u tab’ Düldül’dür banâ!”
Hz. Ali, Türk halk efkârında “Merd-i Meydân” unvânıyla şöhret bulmuştur. O, meşhûr Müslüman boksör Muhammed Ali’nin, rakîbi etrâfında dans ederek dövüşmesini andırırcasına, düşman saflarına “döne döne” hücûm eder.
“Haydâr-ı Kerrâr”, bir mertlik, yiğitlik stilidir. Hz. Ali’ye, anılan cevvâliyeti veren iki mühim unsurdan biri, üzerine bindiği atı “Düldül”; diğeri de, ucu ortasından ikiye ayrılmış kılıcı “Zül-fikâr”dır.
Şiirdeki kudretini “Düdül”e, kaleminin ucunu “Zül-fikâr”a eş tutan Bâkî, rakiblerini düelloya dâvet eden Orta Çağ şövalyeleri gibi, cümle kalem ehlini şiir meydânına çağırıyor. Bilhassa “gazel” vâdisinde parlayan mısrâlara imzâ atan bu İstanbul şâiri, cesâretinin ve şecaatinin bir kuru övünme vesîlesi olmadığını, “Vakar içre” biliyordu. İleriye dönük kehâneti de bu yüzdendir:
“Şi’r-i Bâkî, seb’a-i iklîme oldukça revân,
Okunursa yiridür bu nazm-ı garrâ semt semt…”
Türk tasavvuf kültürünün temel taşlarından biri “aşk”tır ve bize âit mistisizmin özeti, “âh, mine’l-aşk” nidâsı ile yapılmıştır. Zamâne dilinde harc-ı âlem kelimeler kervânına alemdâr olan “aşk”, hem mübtezel hâle gelmiş, hem de “vıcık” durumlara gözü kapalı daldırılmıştır.
Fuzûlî, Yûnus, Mevlânâ gibi pervânelerin, ser-mest olup etrâfında döndükleri aşk, pek çok teşbîh şekline rağmen, en çok ışıklı, ateşli çerçevelere oturtulmuştur.
Türk edebiyâtının, tasavvufî aşk ırmağından en az su alan isimlerinden biri Bâkî olmalıdır. Bâkî’nin “aşk” titremeleri, daha ziyâde klâsik şark kalıplarına girip çıkmak âdetindedir. Fakat, buna bile kendi karakteristiğini hemencecik yapıştırıveren kelime sihirbâzı, “üstâd”lık kürsüsüne kurulup yaslanıyor:
“Şi’r-i Bâkî’ye nazîr olmaz hiç
Fenn-i aşk içre olubdur üstâd.”
Aşk fenni, yâni ilmi, nasıl bir hüner meydânı olmalıdır ki, Bâkî kâbında üstâdı bulunsun. Burada fahretme ihtiyâcı, Bâkî’nin değil, bilâkis meydânındır. O yüzden, üstâdın kumaşı, adı ne olursa olsun, her mesleğe şeref bahş edecek kalitededir.
Öteki nazım şekilleri de çok mühim âyâr taşlarıdır ama; “gazel”, daha bir ince kuyumculuk işidir. Üstâdlığa giden meşekkatli yolda, gazel cevherinin puan kazandırma gücü hayli yüksek. İç içe edebî san’atların ışıltılarıyla haykırdığı şu beyitte, bunu Bâkî de anlamış görünüyor:
“Meddâh olalı çeşm-i gazâlânına Bâkî,
Öğrendi gazel tarzını Rûm’un şuarâsı..”
Bâkî’nin gazel tarzını dolaylı olarak öğrettiği şuarâ içinde bir de büyük “heccâv” vardır. “Hiciv” denince hemen adı dile gelen Nef’î, bâzı bölümleri kaba küfür metinleri olan şiirleri yüzünden, yaşadığı günlerde, başta devlet ricâli, pek çok kişiyi karşısına almıştı. Bu misilli sivri ifâdeli manzûmelerini topladığı “Sihâm-ı Kazâ” isimli kitabı, devrin pâdişâhı Sultan IV. Murad, Beşiktaş Kasrı’nda okumakta iken, çok yakınına yıldırım düşmüştü. Bunu, Nef’î’nin şahsına yapılmış ilâhî bir ikâz şeklinde değerlendiren muâsır şâirler:
“Gökden nazîre indi Sîhâm-ı Kazâ’sına,
Nef’î, diliyle uğradı Hakk’ın belâsına.”
mısrâlarını, anonim mukâbelenin kalkanı yapmışlardı.
Huzûr-ı Hümâyûn’a çağrılan Şâir’e, Tarâf-ı Şehriyârî’den, bir daha hiciv yazmaması fermân edilmiş; o da nazmen şu cevâbı vermişti:
“Bugünden ahdim olsun, kimseyi hicv etmeyim illâ,
Vireydün ger icâzet, hicv ederdim baht-ı nâ-sâzı.”
Nef’î’nin bahtı, kendisinin hiciv ruhsatı istediği kadar kötü ve dramatik mi tecellî etmiştir? Erzurum’un Hasankale’sinden Osmanlı Pây-ı tahtı’nın sâyebânına uzanan Nef’î ömrü, hiç de “nâ-sâz” renkler taşımıyor. “Sihâm-ı Kazâ”yı yok saysak dahî, geride kalan şiir defteri, değme mâden ocağına galebe çalacak cevherde. “Tûtî-i mûcîze-gûyem”den “Esdi nesîm-i nevbahâr”a gönderilen ârifâne selâmlar, kim ne derse desin, ışıltılı bir “baht-ı zî-sâz”ı işâret ediyor.
Belki, Bayram Paşa mârifetiyle katledilişi ve cenâzesinin denize atılışı göz önüne alındığında, bu şâir bahtı için trajik vasıflar kondurulabilir ama, Hünkâr’ın önünde verdiği hicvetmeme sözü sarf edildiğinde, henüz mukadderâtının son noktası görülmemişti. Eğer, o mısrâlarda böyle bir kehânet nişânı var ise, Nef’î, olduğundan büyük görünmeyi başarmıştır… Nargilenin hinterlandı gibi, onu da yaklaştıkça farklı görüyoruz.
Bâzı kelimeler, etimolojiyi çok uğraştırıyorlar. Öyle, düz ve kısa yoldan açıklanmaya ruhsat vermiyorlar. “Nargile” de bu çeşit sözlerden. Hâlâ yığınla tiryâkîsi ve hayrânı bulunan “nargile”, “Şark” fotoğrafının en öne çıkan motifleri arasında bulunuyor.
Türkçedeki “nargile” söyleyişinde, bizim makasımızla kesilip yine bizim iğne ve ipliğimizle dikilmiş elbîse şıklığı vardır. O “fokurdak” harf dizisi, aslında Farsça. Lâkin, “nargile”ye esas sayılacak bir hayli Acem tahmîni sıralanıyor.
“Nâr-gülle”yi düşünürsen, ateş gülle demek olur. “Nâr-külâh”ı ele alırsan ateş külâhlıya; “nâr-kelle”den yola çıkarsan ateş başlıya; “nâr-kille”ye bakarsan ateş damlıya ulaşma imkânı doğar. Bunların hepsi de, “nargile”ye “cuk” oturacak şekil ve mânâya sâhip görünüyor. Fakat, hiçbirinde Türkçe “nargile”nin müzikalitesi, söyleniş letâfeti yok.
Dünyâ’nın büyük dilleri yan yana konurken, bahsedilen elbîse giydirme kâbiliyeti, bilhassa dikkate alınıyor. Türkçe, başka meziyeti bulunmasa dahî, sırf bu terzilik hüneri yüzünden “büyük dil” klâsmanında yer almayı hak etmiştir.
Nargilenin de içinde bulunduğu ateş kültürümüzde, “yangın” ve iptidâî itfâiyeciler olan “tulumbacı”lar, epeyi hâtırâ bırakmışlardır. “Tulumbacı” başlıklı hikâye ve anekdotlar, yangını felâket çuvalından çıkarıp eğlenceli folklor sahnesine koyar. Tulumbacı takımlarının yangına giderken veya yangından gelirken, çatal güzergâh kavşağında karşılaşmalarına “keçiboynuzu” denirmiş. Bahâratçı dükkânındaki mâsûm keçiboynuzu, ne kadar şifâya, sağlığa tâlipse; tulumbacı lügâtindeki keçiboynuzu da o derece kavga, dalaş ve nârâya dâvetiye çıkarır. Bütün bu olan-bitenden garîb “keçi”nin haberi bulunsa, “Tekeoğulları”nı galeyâna getirir miydi? Ne dersiniz? Bu sevimli davarın ayyûka çıkmış inâdını hangi mezhebin içine alacağız?
Başta siyâsî hayâtımız, yaşadığımız muhîti çevreleyen bir “dindâr-dinsiz” tartışma ve kutuplaşması var. Sanki, Fiziğine bakarak insanın ne kadar dindâr olduğunu ölçmek mümkünmüş gibi, sazı eline alan, karşısındakinin dinî tahlîlini yapıyor.
“Benim dinim bana, senin dinin sana!” prensibini, Müslüman ömrünün giriş kapısına asan ilâhî tembîh; Yaradan’ın âdemoğluna şah damarından daha yakın durduğunu, ısrarla ilâve ediyor. Oysa, kendinde sun’î büyüklükler görme bahtsızlığındaki insan, kudretinin damarına yetmediğini anlamaz görünüyor. Bu dindârlık yarışı, sanmayın ki, zamâneye âittir. Hemen her devirde, benzer sürtüşmeler ve mânâsız atışmalar yaşanmıştır.
XVII. asrın şiirdeki kutuplarından Şeyhülislâm Yahyâ ve Nef’î arasında da böyle bir söz düellosu geçmişti. Türk dîvân edebiyâtının, Bâkî ile birlikte “gazel” yıldızı olan, Yahyâ Efendi, Cihân Devleti’nin Şeyhü’l-İslâm’ı iken; “meyhâne, şarap, sermestî” tâbirlerini mısrâlarına taşımıştı. Nef’î ise, heccâvlığı yüzünden “ölü eti yiyenler” familyasına dâhil ediliyordu. Karşılıklı, bu kabûl görüş mecrâsında, Yahyâ’ya göre Nef’î portresi, şu mısrâlarda çizilir:
“Şimdi hayl-i sühânverân içre,
Nef’î mânendi var mı bir şâir?
Sözleri Seb’a-i Muallâka’dır,
İmreü’l-Kays Kendî’dir kâfir.”
Şöhretli Arab şâirinin “Kindî” kabilesinden geldiğini de telmih eden bu “kâfir” ithâmına, Nef’î’nin cevâbı pek san’atkârâne ve hazır cevaplık şâhikâsıdır:
“Bana kâfir demiş Müftî Efendi,
Tutalım, ben diyem âna Müselmân,
Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan…”