Geçmiş ve gelecek birbirinden bağımsız kesitler değil, biri diğerini belirleyen süreçtir. Geçmiş “yaşanmış” olması itibariyle değişmezdir. Ancak geçmişe her bir bakış onu yeniden inşa etmek demektir. Geçmişin sürekli inşasını en iyi anlatan kavram gelenektir. Gelenek geçmişten gelen ama geçmişte kalmamış olandır. Yani geçmişin bugünde yaşanıyor olmasıdır. Bu gerçeğin sömürgeciler tarafından keşfiyledir ki geçmiş, Batı merkezli üretilmiş bilgi ile yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Hala da bu istikamette süreklilik arzeden bir bilgi üretimi vardır. Sömürge haline gelmiş toplumlar incelendiğinde görülmektedir ki önce geçmişleri ellerinden alınmış, sonra da geleceğe mahkûm kılınmışlardır. Yazımızda bu sürecin işleyişindeki temel sevkediciler ele alınırken, sadece sömürüye meydan vermesi bakımından geleneğe müdahale değil aynı zamanda sömürüyle başa çıkma açısından da geleneği yaşatmanın tarzı üzerinde durulacaktır.
SÖMÜRGECİLİK
Sömürü, ister toprak, ister emek, isterse piyasa konumu olsun, iktisadî bir kaynağın kabul edilemez amaçlarla kullanılmasını anlatan bir terimdir. Bir tekelcinin pazardaki denetim gücünü kullanarak tüketicilere fahiş fiyatlar dayatması, ya da bir arazi sahibinin toprağı tabii kaynaklara zarar verecek şekilde kullanması sömürü kapsamındaki eylemler olarak görülmelidir. Ancak sömürü ve sömürgecilik sadece iktisadî kaynaklar merkeze alınarak izah edilemez. Zira bilhassa günümüzde kültür ve din üzerine gerçekleşen sömürgecilik faaliyetleri iktisadî sömürünün önüne geçmiş durumdadır.
Sömürgecilik kavramının karşılığı olarak kullanılan kolonyalizmin, temelde “çiftlik” anlamına gelen “colonie” kökünden türetilmiş “çiftlikleşirme” anlamına geldiğini belirtebiliriz. Ancak bu karşılık “vatan” kavramından hayli uzaktır ve esasında “ana vatan-koloni” ayrımına dayanmaktadır. Vatan’ın, dünyanın geri kalan diğer topraklarının tamamından tercihli ve üstün olan, uğruna can feda edilen, edilmesi gereken, kutlu toprak olmasına karşılık, Koloni’nin böyle bir özelliği yoktur. Bu yüzden de bir kolonyal kolonisini “vatan” olarak değil, bir “ticari işletme” olarak görür; onun kolonisine bakışında sadece tek gaye vardır: Bir kaplanın bir ceylanı sadece yenilecek bir nesne olarak görmesi gibi, bir sömürgeci de bir sömürgeyi talan ve istimlâk edilecek bir yer olarak görür. Buraya ilişkin düşüncesi vatanlaştırmak olmadığı için kaynakları sonuna kadar sömürür ve kârlı olmaktan çıktığında da orayı terk eder.
Sömürgecilik tanımlanırken temele “yerleşmek” konulmaktadır. Buna göre “Yeni bir ülkede bir yerleşke…yeni bir yöreye yerleşen, anayurtlarına tabi halde ya da onunla bağlantısını koruyarak bir topluluk oluşturan bir grup insan; yerleşimi ilk olarak gerçekleştirenlerin soyu ve ardılları tarafından bu şekilde oluşturulan topluluk anayurtla bağlantıyı koruduğu sürece bu yerleşime “colonia” denir”.
Bu tanımdaki vurgu yerleşkenin “yeni” oluşu ve yerleşenlerin “anayurt”la bağlantılarını devam ettirmeleridir. Ancak her ne kadar yeni bir yerden söz ediliyor ise de aslında orası eskiden beri orada yaşayanlar için yeni değildir. Başka bir ifadeyle söz konusu olan işgaldir. Anayurtla olan bağlantı ise kaynakların aktarılması ile alakalıdır. Anayurt, bir anlamda sermayenin aktığı yerdir. Eski tip sömürgecilikte sermaye akışının takibi oldukça belirgindir. Günümüzde ise aldatıcı bir kavram olarak “çokuluslu” ya da “ulus ötesi” ile nitelendirilen şirketler karşımıza çıkmaktadır. Bu tür şirketlerin vatanının, bayrağının, dininin ve dilinin olmadığı ifade edilir. Ancak şirketlerin elde ettiği kazançların izi sürüldüğünde “anayurtla olan bağlantı”nın devam ettiği görülür. Bu yeni sömürgecilik hareketleri kendine has özellikleri ile karşımıza çıkmaktadır. Artık “yeni” yerleşkeler üzerine zor kullanarak yerleşmek yerini “yabancı sermaye yatırımı”na bırakmaktadır. Klasik dönemde sömürgelerden ham madde temin edilmekte, ucuz bir maliyetle anayurda taşınmakta ve buradan da mamul maddeler halinde tekrar pazarlanmakta iken günümüzde doğrudan doğruya ham maddenin ve ucuz işgücünün bulunduğu yerlerde yatırımlar yapılmaktadır. Böylece bir taraftan ham madde nakliyatı ve onun elde edilmesi ile ilgili sorunlar yerinde giderilmekte, diğer taraftan köle ya da göçmenlerle karşılanmaya çalışılan emek gücü daha düşük maliyetle ve daha az tehditle yerinde giderilmektedir. Söz konusu bölgelerde nüfusun oldukça fazla oluşu emek arzını da arttırmakta bu da maliyeti hayli düşürmektedir. Sosyal hakların ve hareketlerin gelişmemiş olması, çevre bilincindeki yetersizlikler ve çevre korumaya ilişkin yasal düzenlemeden mahrumiyet maliyeti daha da düşürmektedir. Ayrıca göçmenler, özellikle iktisadî kriz dönemlerinde önemli bir sorun oluşturmakta, toplumsal bütünleşmeye yönelik sıkıntılarla da birlikte tehdide dönüşmektedir. Bu bakımdan ham madde ve ucuz işgücü getirmekte nse oraya gitmek daha kazançlı olmaktadır. İşte yeni sömürgeleri belirleyen ana unsurlar da bu şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Bütün bu tanımlamalara karşılık sömürgeciliği olumlu izahlarla açıklamaya çalışanlar da vardır. Bu görüşün mensuplarını doğrudan doğruya sömürü faaliyetini yerine getirenlerden görmek hata olmayacaktır. Bunlardan Leroy Beaulieu’ye göre “Bir toplum kendisi yüksek bir olgunluk ve güç düzeyine ulaştığında, sömürgeciliğe girişir. Şekil verir, korur, gelişimini gözetir ve doğuşunu sağladığı bir topluma hayatiyet kazandırır. Sömürgecilik, sosyal fizyolojinin en karmaşık, en hassas olgularından biridir… Sömürgecilik bir ulusun genişleyici gücüdür. Mekân için dal budak salmasıdır. Arzın büyük bir bölümünün o ulusun diline, geleneklerine, ideallerine ve yasalarına boyun eğişidir”. Yine hem İngiltere hem de Fransa’da sömürgeciliğin en sert teorisyenlerinden olan Stuart Mill’in 28 Temmuz 1985 yılında Millet Meclisi’nde yaptığı konuşma benzeri anlayışı sergilemektedir: “Evet, bizim belli bir sistem üzerine kurulu kolonici yayılma politikamız vardır. Bu koloni siyaseti üçlü bir temele oturur: iktisat, insanlığa hizmet ve siyaset”. Bu açıklamalar dikkate alındığında sömürgeciliğin ne olduğundan ziyade ne olmadığı daha da önem kazanmaktadır. Sömürgecilik “ne İncil’i öğretmektir, ne hayırsever bir girişimdir; ne cehaletin, hastalıkların ve tiranlığın sınırlarını geriletme arzusudur, ne Tanrı’nın yüceltilmesi için üstlenilen bir projedir, ne de hukuk düzenini genişletme çabasıdır” . Ancak bütün bu olmayanlar, sömürgecilerin temel dayanakları ya da meşruiyet kaynakları olmuştur.
GELENEK
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde gelenek, bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup, kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre, davranışlar ve anane olarak ifade edilmektedir. Eskiliği ifade etmesi bakımından dilimize yerleşmiş pek çok kelime vardır. Eski olmanın üstünlük ifade ettiği kelime “kıdem”dir. Bu kelimede eski olmanın bir ayrıcalığı ve belirleyiciliği vardır. Eskinin köklü olmayı, geçmişteki sonsuzluğa uzanmayı ifade etmesi bakımından ise “kadîm” kelimesi önemlidir. Öncesi bilinmeyeni ifade ederken, öteden beri var olması itibariyle âdeta ölümsüzlük vurgulanmakta, dolayısıyla gelecekle olan bağ da kurulmaktadır.
Gelenek, yalnızca paylaşılmış bir şeyin manasına sahip bulunduklarında gelenek olarak tanımlanabilir. Gelenek, kendini onlarca yönlendiren kişiler olarak gören ve düşüncelerce müştereken benimsenen bir şey olarak kabul edilmedikçe gelenek değildir. Ancak, “müştereken benimsenen bir şeyin” bu manası tekrar tekrar teyit edilmeli ve ele geçirilmelidir. Tekrar edilen bu mânâ, çoğu kere sığ ve genel geçer bir biçimde kavrandığı şekliyle örf ve âdetler değil, örf ve âdetler de içerisinde olmak üzere, bir tarihî-kültürel mirasın total haliyle bizzat kendisidir. Yani milletin hayatındaki ortak inanç ve pratiklerin düzenlenme biçimleridir. Bir başka şekilde gelenek belirli davranışsal norm ve değerleri benimseyip aşılayan, gerçek ya da hayali bir geçmişle süreklilik gösteren ve genellikle yaygın biçimde benimsenen ritüeller ya da başka sembolik davranış biçimleriyle ilişkili toplumsal pratikler kümesi olarak tanımlanmıştır. Ancak bu ifadelerde belirdiği şekliyle gelenek sade kalıplardan ibaret değildir. Esasında gelenek bir ruhtur. Girmiş olduğu kalıbı mânâlandıran odur. Nasıl ki, kelimeler birer kalıp ve aslolan onun içinde anlatılmak istenen mânâ âlemi ise, gelenek de nesilden nesle intikal eden kalıplardır, ama burada da aslolan bu kalıbın içindeki mana âlemidir. Zâhirdeki kadar batınî olanlar da önemlidir. Zira zâhiri ortaya çıkaran bâtındır. Bununla birlikte ruhsuz kalıbın bir işe yaramayacağı gibi, kalıba dökülmemiş ruh da fazla bir şey ifade etmez. Şayet bir ülkü olarak varlığını devam ettirirse, geleceğin inşası için çok şey ifade eder. Geleneğin ruhundan mahrum kalıplar ise, ruhsuz beden gibi ölüdürler.
Gelenek yaşayan hafızadır. Hafıza geçmişle olan bağı kurar ve köklü olmayı sağlar. Bütün yaşanmışlar ve yaşanması için ümit edilen şeyler hafızada tutulur. Bireyin hafızası, onun olgunlaşması, gelişmesi ve sağlıklı bir hayat sürmesi için ne kadar elzem ise toplumsal hafıza da aynı özelliklere binaen gereklidir. Birey birçok şeyi unutur, bazı şeyleri de hatırlar. Bir topluluk da beraber unutup, beraber hatırlamaya başladığında millet olur. Hafıza-ı beşer nisyan ile malul ise millet hatırlama ile bakidir. Geçmişi olmayan birey hasta, geleneğini yaşatamayan millet ise yok olur.
SÖMÜRGECİLİĞİN GELENEĞE MÜDAHALESİ VE GELECEĞE YÖNELİŞ
Tarihi yeniden kurma pratiği, önemli noktalarda toplumsal grupların hafızasından yol gösterici bir itici güç bulabilir, buna karşılık, toplumsal grupların hafızasının biçimlenişine önemli katkılar sağlayabilir. Bu türden etkileşimin uç örneklerinden biri, sömürgecilerin faaliyetlerinde ya da totaliter rejimlerde ortaya çıkmaktadır. Burada devlet, vatandaşların hafızasını silme yolunda sistemli bir biçimde kullanılır. Tüm totaliter rejimler bunu yapar; totaliter rejim uyruklarının kafalarını tutsaklaştırmaya, onları hafızalarından ederek başlar. Bir büyük güç, küçük bir ülkeyi millî şuurundan yoksun bırakmak istediğinde, sistemli unutturma yöntemini kullanır. Zamanın yazarları mahkûm edilir, tarihçileri görevden alınır ve susturulup işinden uzaklaştırılmış kimseler, göze görünmez duruma düşüp unutulur. Burada ürkütücü olan sadece insan şerefinin çiğnenmesi değil, aynı zamanda bazen geçmişin doğru dürüst tanıklığını yapacak kimsenin bırakılmamasıdır. Çünkü geçmişi kontrol eden geleceği ve şimdiki zamanı kontrol eden de geçmişi kontrol eder. Bu sebeple sömürgelere egemen olanlar, onların tarihlerini istedikleri gibi yazmışlar ve bu yolla da geleceği belirlemeye çalışmışlardır. Bu bakımdan sömürgeciler için gelenek, sömürgelerini keşfetme ve onların kaderlerini tayin etme aracıdır. Sömürgeci, geleneği anlamak suretiyle evvela sömürüyü engelleyecek mukavemet noktalarını belirlemekte, sonra da buraları tahrip etmek suretiyle kendisine, sömürü kanalları açmaktadır. Mevcut geleneği bir kez çözdükten sonra, onu yok edip yerine yeni gelenekler oluşturmaya çabalamaktadır. Geçmişte bu süreç sömürgeci güçlerin doğrudan müdahalesiyle, zor kullanma suretiyle işlerken, kitle iletişim teknolojisinin yaygınlaşmasıyla birlikte sömürgeciler bunu dolaylı yollardan gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Sömürgeci, ev sahibinin evini ele geçirmek için evvela, onu eviyle bütünleştiren bütün bağları koparma yoluna gitmektedir. Bunu gerçekleştirmek için ya otorite ve gücünü kullanmakta ya da kurmuş olduğu baskılarla karşısındakinin geleneğine ilişkin geliştirmiş olduğu olumlu tutumları etkilemek suretiyle, geleneği, takipçisinin gözünden düşürme yoluna gitmektedir. Çoğunlukla da her iki çark aynı anda işlemektedir. Bir kez değerini kaybetmiş olan ya da otorite gücünden mahrum kalmış olan gelenek, zamanla çözülmeye yüz tutabilmektedir.
Böyle bir süreçte yerli gelenekler, sömürgecilikle birlikte yok olma tehlikesiyle yüz yüze kalacaklardır. Sömürgeci yönetimin elinde ve işbirlikçilerin de yardımıyla alay konusu haline geleceklerdir. Sömürgeleştirilen ülkenin tarihi, haberleşme araçları yardımıyla yapılan sürekli telkinlerle unutulmaya terk edilirler. Sömürgecilerin kaleme aldıkları tarih, sömürdükleri ülkelerin tarihi değil, sömürge insanının canını okuyan, iflahını kesen, onları açlığa mahkûm eden sömürgecilerin kendi tarihleridir. Geleneğe karşı girişilen bu hareket, sömürülenleri geleneklerini korumaya sevk etmektedir. Bir kez, gelenek yaratıcılığını kaybedince buna bağlı ve buna ilave olarak korumacılık yolunu seçince, gelenekler donmuş kalıplar haline gelmekte, geleneksellik yerini gelenekçiliğe bırakmaktadır.
Tehdit altında olduğu düşünülen kültür, etrafına duvarlar örülerek korunmaya çalışılmaktadır. Bunun sebeplerinden biri kendi kültürüne olan güvensizlik, dışa yönelik en azından bilinçaltına yerleşmiş bulunan bir hâkim kültürün olduğu inancıdır. Bu hâkimiyete direnmek gerektiği düşüncesinden hareket edilmektedir. Söz konusu hâkimiyetin geldiği kaynak ise Batı medeniyetidir. Aydınla halkın batı medeniyetine yönelik tutumlarını farklı psikolojik temeller üzerine bina ettikleri görülmektedir. Aydınlar, iki farklı şekilde tecelli eden “aşağılık kompleksi”nden hareket etmektedirler. Bunlardan ilki “batıperestlik” olarak ortaya çıkıyorsa da, ikincisi “gelenekçilik” şeklinde görülmektedir.
Diğer taraftan sömürgeciliğin etkisi ile unutturulmaya çalışılan geleneklere sımsıkı sarılma, beraberinde sömürgecilerin medeniyetine, hatta tekniğine karşı toptan bir reddetme hareketini getirir. Esasında sömürülenler bu tavırlarında pek de haksız değildir. Çünkü her yenilik, onlara zarar, getirenlere ise yeni kaynaklar ve zenginlikler olarak yansımaktadır. Kısmen gerçekleşen gelişme ise yine sömürgeciye hizmet etmek üzere oluşturulmaktadır.
Bizim burada gelenekçilik olarak ifade ettiğimiz hususu, tam karşılamamakla birlikte, benzer bir yaklaşımla Garaudy, “entegrizm” kavramıyla ifade etmektedir. Entegrizm, dinî veya siyasî olsun bir inancı, tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı ya da kurumlarıyla özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya sahip olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Entegrizmin üç temel niteliği vardır. Birincisi hareketsizliktir. Burada uyum sağlamaya reddiye ve her türden gelişmeye karşı bir kemikleşme vardır. İkincisi, geçmişe dönüş, geleneğin takipçisi olmak ve muhafazakârlıktır. Sonuncusu ise, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma ve uzlaşmayı kabul etmemedir. Burada rahatlıkla ifade edilebilir ki, sömürgecilerin farklı isimler altında ortaya koymuş oldukları entegrizmler, söz konusu sömürüye maruz kalan yerlerde karşı entegrizmlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Üçüncü Dünya ülkelerindeki entegrizm ve onun bütün şekilleri, Rönesansla birlikte Batı’nın kendi kültür ve gelişme modelini bu milletlere zorla kabul ettirme arzusundan doğmuştur.
Sömürgeciliğin geleneğe müdahale eden ve gelenek icat eden en önemli araçlarından birisi eğitim olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Zira eğitim kurumları, sömürgecilerin, sömürgelerine nüfuz etmelerinin ve sömürüye uygun hale getirmenin en önemli araçları olarak işlev görmüştür. Bu bakımdan batılı eğitimin en vazgeçilmez gayelerinden olarak, batılı ihtiyaçlara göre şekillenmiş insan gücü yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu bakımdan da eğitim kurumları birer doğrudan ya da dolaylı kâr amaçlı kurumlar haline gelmiştir. Bir taraftan uygun insan gücü üretilmekte diğer taraftan kültürel yozlaşma yoluyla pazarı yeniden belirleme ve böylece sömürünün kolaylaştırılması sağlanmaktadır. Bu bakımdan eğitimin millî olması lüzumu kendisini her geçen gün daha çok hissettirmektedir. Ancak bu geleneği olduğu gibi aktarmakla mümkün değildir. Başarı ancak geleneğin üzerine yapılacak inşa ile mümkündür. Bunun da yolu bilgi üretmekten geçer. Zira günümüzde sömürü daha ziyade “bilgi bağımlılığı” ile gerçekleşmektedir.
SONUÇ
Geçmişten günümüze sömürü ve sömürgecilik faaliyetleri farklı meşruiyet kaynaklarına sahip olmuştur. Hıristiyanlık dinini yayma, medeniyet götürme, demokratikleştirme, insan haklarını hâkim kılma, özgürleştirme, kalkındırma gibi büyülü kavramlardan hareket etmişlerdir. Ancak aslında bütün bu çabalar kendilerinin dışında kalan dünyanın her türlü kaynağını sınırsızca sömürmeye yönelik olmuştur. Bu bakımdan sömürgecilik Batı dünyasının kalkınmasının en önemli kaynaklarından biri olmuştur. Gelişmiş ülkeler mevcut durumlarını devam ettirebilmek ya da daha da güçlü olabilmek için sömürüyü bir sistem haline getirmişlerdir. Tarz farklılaşmış olsa da öz itibariyle geçmiş tekrar etmektedir. Daha önce kapıları kırarak evlerimize giren sömürgeciler, şimdi dijital âlemden içimize süzülmektedirler.
Hangi yolla işlerse işlesin sömürgecilik insanlığın geleceğini yok etmektedir. Ancak geleceğin yok edilmesi süreci geçmiş karartılarak yapılmaktadır. Zira geleceğe giden yol geçmişten geçmektedir. Söz konusu geçmiş paylaşıldığında, müşterek bir sahiplenme olduğunda ve bu tekrar tekrar teyit edildiğinde gelenek haline gelir. Geçmiş gelenek olarak vücut bulduğunda ise artık o tarihte kalan değil, toplumsal olarak yaşanandır. İşte müdahale de bu yaşananadır. Yaşanmakta olan gelenek, sömürünün önündeki en büyük engeldir. Zira toplumlar mukavemeti ancak “kendi”lerinden alarak geliştirebilirler. Kendisi olmaktan çıkmış olan bir toplum “başkası” da olamayacak, ancak başkasına bağımlı kalacaktır.
Kadim Türk geleneği, sömürgecilerle mücadelede hem savunma hem de gelişme için en önemli kaynaktır. Kaynak aktığı sürece verimli olabilir ve canlı kalabilir. Gelenekçiliğe dönüşmemiş bir geleneksellik, kendi geleceğini inşa etmek için elzemdir. Zamana hâkim olamamak ona uymayı, geleneğe vakıf olmak ise zamanı belirlemeyi getirir.
DİPNOTLAR
* İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
i HOCAOĞLU, Durmuş: “Küreselleşme, Küresel Köy, Küresel Yağma ve Küresel Yoksulluk”, Yoksulluk Sempozyumu, C.1, Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, İst., Temmuz 2003, sh. 284.
ii LOOMBA, Ania: Kolonyalizm Postkolonyalizm, (Çev.M. KÜÇÜK), Ayrıntı Yay., İst., 2000, sh.18-19.
iii SAİD, Edward: Oryantalizm, Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çev. S. AYAZ), İst., 1991, sh.346.
iv GARAUDY, Roger: Entegrizm, Kültürel İntihar, (Çev.K.B. ÇİLEÇÖP), İst., 1992, sh.17-18.
v CESAIRE, Aime: Sömürgecilik Üzerine Söylev (Çev: G. Ayas), İstanbul, 2005, sh. 66.
vi TATAR, Taner: “Gelenek ve Bütünleşme”, Tabula Rasa, Yıl:2, S.6, Eylül-Aralık 2002, sh.83.
vii MİSGELD, Dieter: Gadamer’in Hermeneutiği Üzerine”, Hermeneutik ve Humaniter Disiplinler, (Der. ve Çev. H. ARSLAN), İst., 2002, sh.92.
viii TATAR, Taner: “Gelenek ve Gelecek”, Sosyoloji Konferansları, Yirmi Altıncı Kitap, İst., 2000, sh.199-200,
ix CONNERTON, Paul: Toplumlar Nasıl Anımsar, (Çev A. ŞENEL), İst., 1999, sh.27-28.
x ZINN, Howard: “Columbus, Kızılderililer ve İnsanlığın Gelişmesi”, Fatihler Yargılanıyor, (Çev. K. KUTLU), İst., 1992, sh.55.
xi ZAHAR, Renat: Sömürgecilik ve Yabancılaşma, (Çev. B. DOKTOR), İst., 1999, sh.44.
xii TATAR, Taner: A.g.m., sh.207
xiii ZAHAR, Renat: A.g.e., sh.45.
xiv GARAUDY, Roger: A.g.e., sh.9-12.
xv MAZRUİ, Ali: “Çok Uluslu Bir Şirket Olarak Afrika Üniversitesi”, Sömürgecilik ve Eğitim, (Haz.G.P. ALTBACH, -G.P.KELLY), (Çev. İ. KALIN), İst., 1991, sh.69.