Ana Sayfa 1998-2012 İçte ve dışta azınlık sorunu (2)

İçte ve dışta azınlık sorunu (2)

ORKUN’un bir önceki sayısında Türkiye Cumhuriyeti hudutları içindeki azınlık değil de “azınlık yaratma” olayına değinmek istedim ve beni daha çok ilgilendiren ve endişelendiren dinsel inançlara dayalı ayırımlara, yani, sünnî-hanefî ağırlıklı İslâm’ın kendi dışındaki islâmî ve dinî yorumlara hoşgörüsüzlüğünü dile getirmeğe çalıştım. Türkçesi ve özcesi Alevî inanca karşı hoşgörüsüzlüğe. Ben deist düşünceliyim, tabiî ki Alevî de değilim. Gereğinde insanlara iç huzuru verebilen her dine, her mezhebe eşit mesafede durmaya ve saygıya gayret ederim. İnsanın genetik yapısında bir “aşkın”a yönelme olduğunu bir yerde okumuştum. Ama dogmalarla insanı kendine bile köle eden; insanlar arasında ulusal veya uluslararası alanda farklılık ve huzursuzluk yaratan, hele dünyayı cehenneme çevirmiş olan ve çevirebilecek tüm din anlayışlarına, yorumlarına ve uygulamalarına karşıyım. Şeriat düzenini ve Siyasal İslâm’ı savunanlara ve üstelik bunu Türkçülük mefkûresine1 monte etmek isteyenlere de tabiî ki karşıyım.

Son zamanlarda gündemde bir Hristiyan (evanjelik) misyonerler ve kiliseler konusu var. Konu başlı başına – duygusal değil – bilimsel bir konu. Çünkü eşit şartlarda dinler yarışması veya çatışması söz konusu. Yukarda değindim. İnsanın genetik yapısında “aşkın” olana yönelme de varmış. Şimdi dinler serbestçe rekabet edecek. Konuya ve özellikle bu bölümüne şimdilik girmeyeceğim, şu aklıma gelen husus hariç. Bugünkü formasyonları ile imam eğitimliler kesinlikle papaz eğitimlilerle asla başa çıkamazlar ve “aşkın”a iman bakımından İslâm ile Hristiyanlık arasında fark olmadığından, yani “aşkın”a genetik olarak yönelme ihtiyacında olana sunumları bakımından aynı mantığı kullandıklarından, okumuş bir burjuva Türk ele alındığında, bir imam eğitimli, ona, ilkel, donanımsız, yavan, fanatik, israrcı, şekilci ve çağ dışı görünürken bir papaz eğitimli ona çağdaş, donanımlı, daha tarafsız ve toleranslı, sohbet edilebilir, dünyaya açık kişi olarak görünecektir. Benim, abuk sabuk konuşan ve hattâ Atatürk’e dil uzatmak gaflet ve dalâletinde bulunan imamlar yüzünden cami ziyaretini kesen nitelikli dostlarım var. Ritüellerde de İslâm dezavantajlı durumdadır.

Bir iddiaya göre, misyonerler Alevî Türklere çengel atmışlar. Bu konuda da şimdilik söyleyeceğim şu: Sorun Hristiyan protestanların (Alevîlik de İslâm’ın bir protestan yorumudur bir bakıma) onlara çengel atması değil fakat Arap kafalı sünnî-hanefî yorumlu İslâm’ın onları İslâmî-Sistem dışına atma çabalarıdır. Türk Mevlâna “…Gel!.. Gel!…” derken Arap kafalı Türk (Diyanet dahil) “…Git!.. Git!..” diyor. Alevî olan ve olmayan tüm kardeşlerim, siz yine de iç şeytanlara kızıp hilâlli doğup haçlı yaşamağı yeğlemeyin, huzur bulamayabilirsiniz belki. Böyle diyor şimdiki bilge Dalay Lama, evet din değiştirmek içsel huzursuzluk yaratırmış! Ama yine de haçlı doğan veya sonradan onu yeğleyen kardeşlerimizi de asla dışlamayalım, Türk kaldıkları sürece…

Alevî inançlı Türk kardeşlerimin2, Alevî dinî anlayışının sünnîliğe göre daha seküler ( Bektaşi fıkralarına konu olan yönüyle Tanrı’yı bile sorgulayıcı ) olduğu düşünülürse, onların asla azınlık saplantısına düşmeyecekleri açık-seçiktir. Bu meyanda bir dilekte de bulunmak istiyorum Alevî kardeşlerimden. Aralarından bir Martin Luther çıkarsalar da hem Cem Evleri’ni hem de Cem Ritüelleri’ni (forklor eleştirilerine karşı) modernize etseler. Böylece yeniliğe kapalı olan sünnî yorum ve uygulamalara da örnek olurlar…

Türkiye Cumhuriyeti bakımından önemli sorunlardan birisi de ağırlık merkezi Almanya’da olmak üzere neredeyse yarım yüzyıldır Avrupa’da yaşayan Euro-Türkler’dir. Batı onları kalitesiz işlerde kol-gücü alanlarında olmak üzere bu alandaki eksikliğini kapatmak için ve muvakkaten diye istemiş; onları gönderenler de oralara gidenler de bu mantıkla gitmişlerdi. Ama iş zamanla nitelik değiştirdi. Gönderenler gelmelerini istemedi, gidenler de dönmek. Batı’da da sosyalistler ve yeşermeğe başlayan yeşiller, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Türklerin Türkiye yaşam mantık ve koşullarına uyum sağlamakta zorlanacağını düşünerek, insanî açıdan, bunların istedikleri takdirde o ülkenin uyruğuna geçebilmeleri gibi uygulamalar getirdiler. Zaman içinde birikimleri ve / veya girişimcilikleri ile bazı Türkler özellikle Almanya’da ticaret hayatında başar ılı oldular ve yanlarında az çok Almanları da çalıştırarak, işçi statüsünden işveren statüsüne geçtiler. Bazı veya çok Alman’ın bu durumu yadırgadığını hattâ hazmedemediğini kabul etmeliyiz, ki ulusal tepki, refleks olarak normaldir. Sonuçta bir Alman “Kümmeltürke”3 diye küçümsenen bir Türk’ün yanında çalışmak zorunda kalmaktadır. Türkiye’deki tartışmalar dolayısıyla ilâve edeyim ki, Türkler Avrupa’da istedikleri yerde kayıtsız şartsız gayrımenkul satın almaktadırlar4. Alman uyruklu Türkler ve çift uyruklu Türkler için Alman vatandaşlık hukuku mükemmel işlemektedir. En ufak bir aksaklıkta Alman adaleti karşısında Türkten fazla Türk kesilen ünlü yeşil Claudia Roth’u bulmaktadır.

Biz Türklerin “gayrıciddî olmak” gibi olumsuz bir özelliğimiz var. Bunu Araplardan mı aldık, Bizans’tan mı aldık, Akdeniz iklimi mi bize yaramadı, bilmiyorum. “Gayrıciddî” derken ne bunun karşıtı gibi olan “sululuk” ne de “ciddîlik” sanılan asık suratlılık5 söz konusu. Benim anladığım kısaca: Özde, sözde ve davranışta bilgili, akıllı, mantıklı, olgun, seküler, görev bilinçli ve kendini yenileyebilen “prensiplilik”; ve, bu nitelikli prensiplilikte bıkmadan, yılmadan ve usanmadan çaba harcayarak süreklilik! Ciddiyet, bir bakıma “duygusallık dışarı ussallık içeri” demektir. Batı’da genelde hırsızlık bile sofistikedir. Yani hırsız yakalanmadan işini bitirmek için uzun zaman kafa yorar ve işi örgütler. Batı’da kaatil sofistike düşünür. Yani öldürüp yakalanmamak için uzun zaman kafa yorar. Onun içindir ki poliste de sofistike düşünen bir komiser Colombus gerekir6. Doğu’da ise – polis yetkililerimize göre – cinayetler basıt ve düşüncesizce işlenir. Yani komiser Colombus Türkiye’de işsiz kalırdı. Bu satırlarla dile getirmek istediğim, Batı’da hırsızlığın ve cinayetin bile ciddiyet ile tasarlanıp uygulandığı hususu, Sher Lock Holmes’luk değil…

Bilindiği gibi bir ülkenin diğer bir ülkedeki azınlık durumundaki insanlarına diaspora diyoruz. Meselâ ABD’deki ABD uyruklu dahi olsa Türk kökenliler. Diasporalar (bunlara “koloni” de deniliyor) genelde ana vatanlarının bir elçisi; giyim, kuşam, davranış, yaşayış biçimleri ile âdeta ana vatanın bir parçacığı durumunda oluyorlar. Vatan coğrafyasını egemenlik açısından kaybetmiş olan uluslar ve gruplar da diaspora olarak etkin olabiliyorlar. İşte bu noktada diasporanın niteliği ve niceliği önem kazanıyor. Doğu Türkistan Çin işgaline uğradı ve Doğu Türkistanlıların Türkiye’de Almanya’da ve ABD’de diasporaları var. Ben Uygurların seslerini pek duyurabildiklerini sanmıyorum, üstelik yüzde yüz haklı oldukları hâlde. Türkiye’de bile içinde MHP’nin güçlü bulunduğu koalisyondan çıkan Çin Devlet Başkanı’na madalya verilme kararına engel olamadılar. Kim bilir herhâlde Türk kardeşlerimiz bu kadar küçülemezler, üstelik MHP de dağı taşı inleten kurt (!?) olduktan sonra diye düşünmüşlerdir…

Biz Türklere, dışişlerimize – doğrusu – kök söktüren Ermeni diasporası ise iyi çalışmaktadır. Bunun da nedeni Ermeni diasporasının eğitim düzeyinin yüksek olmasıdır. Şu eğitim işini halledemiyoruz vesselâm! Ne içte ne dışta! 15 yaş grubunda 41 ülke içinde 35. sıra! Hâlâ Alman Cumhurbaşkanı dördüncü kuşağı idrak etmiş Türklere “…Almanca öğrenin!..” diyor. Pes doğrusu!!! Şimdi soruyorum AB-Karşıtı olanlara7: Siz, Türkiye’de yaşayan, çalışan ve dördüncü kuşağını idrak etmiş olan ama hâlâ Türkçe meramını anlatamayan – meselâ – Moldavyalılara8 ne derdiniz? Sahi unuttum, 500’ünün elindeki Türkçe yemin metnini doğru dürüst okuyamayan bir 550 kişilik parlamentomuz var… Ve Millî Eğitim Bakanı, 11 yılda öğrencilere Türkçe öğretemiyoruz, diyor. Vatanında ana dilini öğrenemeyen – veya öğrenmeğe meram etmeyen – insanlar üstelik üç artikelli Almanca’yı nasıl öğrensin! Konumuz dışı ama her sorunun ve eğitim sorununun da çözümü var. Benim gibisinin eğitim bakanı olması gibi9…

Evet dışardaki özelikle de Almanya’daki Türk azınlıklardan söz ediyordum. Almanlar, optimal maliyetli ve oldukça iyi kaliteli10 işgücü diye dişlerini kontrol ederek aldıkları Türkler gün geldi nur topu gibi esmer çocuklar olarak kucaklarında kalıverdi. İkinci kuşakta sorun çıktı. Almanya, çat pat Almanca konuşuyor ama bu benden değil (Kümmeltürke!), dedi. Türkiye, çat pat Türkçe konuşuyor ama bu benden değil (Almancı!), dedi. Bazı Almanlar benim kültürüm yüksek (Leitkultur) Türk’ü asimile ederim (eritirim) dedi, tıpkı pekçok Polonya ve İtalya kökenliyi11 erittiği gibi. Ama Türkler asimile edilemedi. Çünkü çok geri kültür düzeyinden gelen kırsal kesimli Türklerin, doğal olarak, İyi-Doğru-Güzel’i algılama imkânı ve daha da önemlisi böyle bir ihtiyacı ve talebi yoktu. Gettolaştı. Önce Türk de memnundu bundan Alman da. Üstü kapalı veya açık olarak Türkiye de asimile olmayan Türkleri ile övünüyordu. Ama ilk dönemde Türklerde Alman düşmanlığı henüz yoktu çünkü imamlar ve siyasal İslâm devreye girmemişti. İmamlıktan önce gelen “din-adamı” niteliği olmayan Türk imamlar ve Erbakan taifesi Millî Görüşçüler İslâm’ın en dehşetli sözcüğü olan “kâfir”i Almanlar (Avrupalılar) için kullandılar. Danke schön (teşekkür ederim), Bitte (lutfen, efendim), Sie (siz) gibi sözcükleri ve kırmızı-yeşil trafik lambalarını algılayamayan antenler hemen “kâfir” i algıladı. Hristiyan Avrupalı “kâfir”di ve ok yaydan dönmemecesine çıkmıştı.

Özellikle Almanya’da, humanizmin etkisinde olan sosyalistler, sosyal demokratlar ve yeşiller Yüksek Alman Kültürü diyebileceğimiz “Leitkultur”e karşı çıkarak, âdeta bizim mozaik hikâyesini andıran, “Multi-Kulti” toplum düzenini savunur oldular. Ama o da sökmedi çünkü “kâfir” kırmızı çizgisi daha da kalınlaşmış ve “Multi-Kulti” (çok kültürlü) derken Almanya’da bir “Parallelgesellschaft” oluşumu sezilmeğe başlanmıştı, yani öncelikle İslâm vurgulu ve futbol karşılaşmalarında bayrağını hatırlayan âdeta özerk bir Türk cemaati.

Burada ironik bir durum meydana geldi. Türkiye’deki Kürtleri kışkırtmak için ikide birde Diyarbakır’a giden, hattâ “Türk’üm!” demeyip “Türkiyeli’yim!” diyenleri bile çileden çıkaran Almanlar, erimeyen (asimile olmayan) Türkleri kaynaştıramayınca (entegre edemeyince) de, sertleşmeğe başladılar. Bu meyanda kendi çöplüklerinde besledikleri Metin Kaplan’ı bile Türkiye’ye postaladılar. Başta ironik durum dedim, şimdi ona geliyorum. Sosyal demokrat içişleri bakanı Otto Schily bakın geçen yılın sonlarına doğru Alman ZDF televizyonundaki “Morgenmagazin” programında Türk cemaatini (Gemeinde) kastederek ne demiş:”… Eğer onlar burada devamlı yaşamak istiyorlarsa, eğer Alman uyruğunu istiyorlarsa, bu durumda sonuçta ‘Alman olduklarını’ söylemek zorundadırlar”. Gördünüz mü, Türkiye’de Kürtlere ille “Kürt’sün!” diye telkin eden Almanlar, sorun Almanya’da olunca Türk cemaate “Alman’ım!” diyeceksin diyor. Dikkat! Schily Recep bey gibi düşünüp Türkler’e “Almanyalıyım!” değil “Alman’ım!” dedirtmek istiyor. Aynı tarihte Almanların yüzde 33’ü de yabancılar anayasa yemini etsin, diyordu. Bir Yüzde 20 bu takıyye yemin olur derken, bir yüzde 20 Almanlar da etsin, diyordu. Yüzde 27 ise anayasa yeminsiz de bağlayıcıdır, diyordu. Bu meyanda Alman Protestan Kilisesi (EKD) konseyi üyesi W. Huber de barış yerine çatışma eğilimli Müslüman cemaate hitaben mealen şöyle diyor: “…Müslümanlar da iç huzura katkıda bulunmalıdırlar… Dinlere karşı tarafsız davranan devleti tanımalı, saymalıdırlar… Unutmasınlar ki onun sayesinde tam din özgürlüğü gerçekleşmektedir…” 12

Bu konu derin bir konu. Şunu inanarak eklemek isterim. İlk gelen Türkler basit Türk islâmı ağırlıklı, Alman’ı “kâfir” görmeyen, lâik Türkiye’nin varoş ve kırsal çocukları idi. Kadınlar da ya başı açık veya başı açık değil13 ama umacı gibi örtünmeyen ve erkeği şeytan(!?) gibi görmeyen veya görmüş gibi davranmaya zorlanmayan lâik Türkiye’nin kadınları idi. Ta ki Türkiye’ye ikinci irtica dalgası14 “Erbakan Kâbusu” çökene kadar. Şimdi üçüncü dalgayı yaşıyoruz. Birinci ve ikinci Tsunami’yi oldukça zayiat ile atlattık. Sıra üçüncüde…

DİPNOTLAR

1- Aslında Gökalp!ın mucidi olduğu “mefkûre” sözcüğünün yerini alan Türkçe “ülkü” sözcüğünü seviyorum. Ama son çeyrek yüzyılda bu sözcük kendine hiç yakışmayan fiileri işleyen gruplar ve örgütler için kullanılır oldu ve kullanılıyor. Tipik bir sözcük kirlenmesi yaşıyoruz…

2- Önce, “kardeşlerimizin” diye yazdımdı ama sonra “kardeşlerim” şekline soktum. Çünkü – maalesef – bazı İslâmcılık akımı etkisinde kalmış Türkçüler (!?) için sadece sünnî-hanefî Türkler gerçek Türkçü.

3- “Kimyoncu Türk” demek olan bu deyimin hem çevirisinde hem de nasıl çıkmış olduğu hususunda farklı açılımlar bulunmaktadır. Ben, bana Sudetenland doğumlu bir germanistik uzmanı Dr. Erich Richter’in 1965 yılında yaptığı açılımını dile getiriyorum: “…eskiden (Birinci Cihan savaşı öncesi 1910’lar olmalı) fesli ve Osmanlı kiyafetli Boşnaklar özellikle güney Avusturya ve Almanya’da seyyar satıcı olarak baharat satıyorlardı. Avrupa’lı için fesli kişi Osmanlı, Osmanlı da Türk ve Boşnak da ‘Kimyoncu Türk!tü…”

4- Konumuz dışı ama ben yine de Türkiye’de gayrımenkul alan yabancılar için yapılan yayınların yoğunluğuna sadece işaret edeyim. Bakan Zeki Ergezen’in verdiği rakamlara göre yeni düzenlemeden beri 2008 dönümlük tarım arazisi satılmış (bakınız 05.01.2005 tarihli medya). Ayrıca, Arçelik (veya BEKO) ünlü Alman Grundig firmasını satın alınca; veya Türk Koç-Zorlu-Profilo grupları Avrupa kahverengi eşya piyasasının yarısından fazlasına sahip olunca kükrüyoruz ama bir yabancı firma bir yoğurt üreten firmamızı satın aldığında küplere biniyoruz. Koç’un RAMSTOR’u başta Moskova olmak üzere Rusya’da beheri nerede ise futbol sahası alanı ölçüsünde hipermarket zinciri kuruyor, övünüyoruz, ama Mc. Donalds tost satınca köpürüyoruz!

5- Meselâ benim bakımımdan, seçim yenilgisi üzerine, çekileceğim deyip sözünü tutmayan ve yüzünün gülmemesi ile de ünlü Devlet Bahçeli gayrıciddî, buna mukabil güleç Çiller bu bakımdan ciddîdir. Ben sahsen, Doğu Türkistan Çin zulmü altında inlerken Çin devlet başkanına devlet madalyası verilmesine karşı çıkmak şöyle dursun ona Çin iadei ziyaretinde(!?) altın tabanca armağan eden Bahçeli’yi affedemem. Benim AB’yi ve küreselleşmeyi hazmedebilen kafam (bakınız: Orkun sayı 53, temmuz 2002 “Türkler Korkak Mı?) “Bahçeli marka Türkçülük”te durur!

6- Yetkililerin dediğine göre Türkiye’de sofistike (kafa yorarak, teknikten yararlanarak işlenen) cinayet yoktur ve cinayetler birkaç ilkel şablon içinde işlenir. Kaatil sadece bıçağını çektiğini hatırlar, sonraki 99 kere bıçakladığını hatırlamaz. Ama yine de sofistikelik(!?) açısından birçok solcu yazar-çizeri ve en son da Hablemitoğlu’nu katledenleri unutmayalım.

7- Bilindiği gibi ben (X+1) formülümden (Orkun sayı 53) güç alan ve Atatürk’ün manevî mirası ilim ve akılla donanımlı olarak AB’den korkmayan bir Türk’üm!

8- Doğrusu önce Çarlık Rusyası’nın sonra da SSCB’nin uyguladığı eğitime hayranım. Türkçülük hareketlerine büyük katkısı olan Rus işgalindeki eski Kırım-Kazan Hanlıkları ve Azerî kökenli Türkler’i (Gaspıralı, Akçura, Hüseyinzade Alibey, M. C. Bigiyef, Ağaoğlu, Galiyev, İshakî, Togan, Maksudî vs.) saygı ile anarım.

9- Ne mi yaparım? Bütün ideoloji, din, akıde gibi tüm saplantıları kapıda bırakır, hastanın hastalığını iyi teşhis eder (çünkü aynı hastalık farklı bünyelerde ve ortamlarda fartklı seyreder) ve hastanın reaksiyon göstereceği metot ve ilâçlarla onu tedavi ederim. Ama bu meyanda ve öncelikle doktorları ve diğer sağlık personelini hizaya getiririm. Yani önce eğitim bakanlığı üst kademesini adam ederim sonra okul müdürü ve öğretmenleri. Daha da Türkçesi nasihattan anlamayanlara ve davul zurna sesi az gelenlere anlayacakları yöntemi uygularım. Ya bu eğitim devesini güderler ya da bu diyardan giderler. Kızarsam Bulgaristan’dan, Moldavya’dan öğretmen ithal ederim…

10- Çünkü Türkler karbonhidrat çocukları oldukları için bünyeleri zayıf ve çabuk hastalanıyorlar ve de iş ahlâkı oluşmamış olduğundan sık sık hastaymış gibi yapıp (kimsenin yemediği Doğu kurnazlığı!) kaytarıyorlar. Bir Alman ayda 29 gün sağlıklı bir Türk ise ayda bir hafta hasta(ymış).

11- Bu tür Almanlaşmışların soyadları kökenlerini ele verir. Yakında Hans Demirel, Chistian Hacioglu veya Helga Erdogan, Marta Gül, Sigrid Köroglu vs duyacağız.

12- Alman Die Welt gazetesi 24 aralık 2004. İslâm’da yoktur dense de asırlardır fiilen var olan ruhban sınıfı (artık sendikalaşıyor bile!) bizde lâik düzeni yıkmak isterken Alman din adamı sekülarizmi övüyor, ilginç…

13- Dikkat! Başını bayan Emine Erdoğan gibi bağlamak başka, başı açık gezmemek başkadır. Anadolu Türk kadını saçını örtmez sadece başı açık gezmez. Bu nüansı bilelim. Türk’ün islâm yorumunda başı umacı gibi örtmek yoktur, başı açık gezmemek vardır. Umacı gibi örtünmeye zorlama bağnaz erkek psikopatlığı sorunudur.

14- Birincisi, Menderes İrtica Hareketi’dir.

Not: Yazımın birinci bölümünde “diyalektik” yerine “diyalek” demişim, düzeltirim.

 

Orkun'dan Seçmeler