Osmanlı hükümdarları içinde üç Ahmed bulunmasına rağmen, Sultan Ahmed denildiğinde ilk akla gelen ve hatırlanan hep I. Ahmed’dir. Bunda, onun adını ölümsüzleştiren câmi, semt ve meydânın elbette büyük payı var.
Sultan Ahmed, bahsedilen mekân isimleriyle, sâdece Istanbul’un ve Türkiye’nin değil, çok ciddî sebeplerle Dünyâ’nın en mühimleri listesinde pişdârlık mevkiindedir. Hattâ, aksi isbat edilinceye kadar, Topkapı Sarayı’nı da içine alan Sultan Ahmed bölgesinin, Arz’ın merkezi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ayasofya’nın karşısına kondurulan dağ heybetindeki câmi, dev-âsâ fil ayakları ve kendi san’atını hakkıyla temsîl eden altı minâresiyle, Nasrânî zevkine galebe çalmanın hoş gurûrunu belli eder gibidir.
Sultan Ahmed Câmii’nin, bulunduğu yere bağdaş kurup oturması, kendine olan güvenini yansıttığı gibi, bânîsinin ömür kısalığına ebediyet desteği sağlayan bir başka misyonu da sezilmektedir.
Sultan Ahmed-i Evvel, Kaanûnî’nin torununun torunudur. Sigetvar Muhâsarası’nın ve onun acı meyvesi İrtihâl-i Sultan Süleymân’nın üzerinden daha otuz yedi sene geçmiştir. Muhteşem devlet kolunun muazzam bir hızla çevirdiği itilâ çıkrığı, o ilk tatbîk edilen kuvvetin gücü ile, hâlâ aynı minvâl üzre dönmektedir.
22 Aralık 1603’de, babası Sultan Mehmed-i Sâlis’in vefâtı, henüz sünnet merâsimi bile yapılmamış Şehzâde Ahmed’i Cihân Tahtı’nın üstüne bindirir. On dördüncü yaşının içindeki Sultan Ahmed indinde, binmek fiili daha hakikî tedâîler yapmaktadır.
Sultan Ahmed Hân-ı Evvel, babasının Saruhan Vâliliği esnâsında, 28 Nisan 1590’da Manisa’da doğdu. Annesi Handân Sultan’dır.
Osmanlı pâdişâhlarından, sancağa çıkmadan “taht”a çıkan ilk isim Birinci Ahmed’dir. O yıllarda, özellikle Anadolu’yu yangın yerine döndüren Celâlî patırdılarının, bu sancak vâliliği safhasına mâni olduğu söylenir.
Yıldırım Bâyezîd’in oğullarından Süleyman ve Mûsâ Çelebî’lerin hükümdarlıklarını reddeden anlayışa göre, on dördüncü Osmanlı tâcdârı Sultan Ahmed-i Evvel’dir.
Sultan Ahmed, bu on dört sayısı ile pek sıkı fıkıdır. Zîrâ, on dört yaşında nâil-i saltanat olmuş, on dört yıl sonra, yirmi sekiz yaşının içindeyken Dâr-ı Bekâ’ya göçmüştür.
Son derece samimî bir Müslüman olan Ahmed Hân, hem şahsî seviyedeki kul duruşuyla, hem de Halîfe sıfatıyla bu husûsda pek sıcak ve gösterişden uzak fiillerin sâhibidir.
Hz. Peygamber’in Kadem-i Şerîf’i şeklindeki sorgucu; Cum’â ve bayram günleriyle resm-i kabûllerde sarığına taktığı bilinen Sultân’ın, bu tavrına tercümân olan mısrâları, Muhammedî aşkla dolu bir hünkâr tevâzuuna ayna tutuyor:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Resûl’ün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ, durma yüzün sür kademine o gülün…
Sultan Ahmed Hân’la, Osmanlı saltanat terminolojisine iri harflerle giren iki tâbir bulunuyor. Bunlardan biri ekberiyet, diğeri de erşediyet. Kendisi de dâhil, Ertuğrul Gâzî’den itibâren bütün Osmanlı hükümdarları, baba-oğul zinciri içinde halef-selef olmuşlardır. Ama, aynı babanın “taht”a çıkamayan öteki oğulları, hepsi de başlı başına dram ölçülerindeki hikâyelere kahraman tâyin edilmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın – pek çok haklı sebebi bulunan – kardeş katline cevâz veren tavrı, ilk acı ve buruk meyvesini Şehzâde-i Civân Cem Sultan’da vermiştir. Devletin bekâsı uğruna katlanılan bu yüksek fedâkârlık, bâzı hâllerde toptan kesilen can faturalarına dönüşmüştür.
Saltanat değişikliklerinde Hânedân’ın en yaşlı ve rüşdünü isbât etmiş, aklî melekeleri yerinde erkek mensûbuna taht yolunu açan uygulamayı, Sultan Ahmed mer’î kılmıştır. Nitekim, kendinden sonra oğullarından biri yerine, kardeşi Mustafa hükümdâr olmuştur.
Bütün Dünyâ’yı sarmaya başlayan tütün ibtilâsında ilk resmî müsâmaha da, yine Ahmed-i Evvel’in iktidar yıllarında gösterilmiş, bu mükeyyifatın ithâhine müsaade edilmiştir. Oğlu Murâd’ın adıyla birlikte anılan içki yasağı fermânları, Sultan Ahmed’den mevrûsdur. Çünkü, İmparatorluk sınırları dâhilinde içki içilmemesine dâi , onun tuğrasını taşıyan emirnâmeler vardır.
Edirne ve Bursa’da ava çıktığı bilinen Ahmed Hân, cirit oyunundan da hoşlanıyordu.
Celâlî ayaklanmalarının en mühim söz sermâyesi, vergi adâletsizliği idi. Sultan Ahmed, 30 Eylûl 1609’da, bir Adâletnâme neşrederek, halkın sevgisini kazandı…
İtalyan asıllı Cigalazâde Yûsuf Sinan Paşa, Sultan Ahmed’in Şark Serdârı’dır. Bu sıfatla çıktığı İran Seferi’nin unutulmaz sahnelerinden biri, Canbulatoğlu Hüseyin Paşa’yla ilgilidir. Halep Beylerbeyi olan Hüseyin Paşa’ya, Şark Serdârı’na yardım etmesi bâbında Fermân-ı Hümâyûn gönderilmişti. Geç kaldığı bahânesiyle Canbulatoğlu’nu îdâm ettiren Sinan Paşa, kısa bir müddet sonra, kendisi de Diyarbekir’de ölmüştür. Devrin halk vicdânında; “bu ölüm, Canbulatoğlu’nun âhındandır” hükmünü taşıyan söz sermâyesi, dalga dalga yayılmıştı.
İstanbul’un en tanınmış semtlerinden Cağaloğlu, adını Cigalazâde’den almıştır. Bu mühtedî Paşa, anılan semtte bir saray ve hamam yaptırmıştı. Hâlâ çalışır vaziyette olan ve Sultan I. Mahmûd döneminde inşâ edilen bir başka hamam da bugün Cağaloğlu Hamamı adıyla, şöhretini sınırlarımız dışına çıkarmıştır.
Sultan Birinci Ahmed’in saltanat yıllarında sadr-ı âzamlık yapan renkli sîmâlardan biri de Öküz Mehmed Paşa. Babasının öküz nalbandı oluşundan dolayı bu sıfatla anılan Paşa, çıktığı İran Seferi’nde arzulanan muvaffakiyeti sağlayamadı, azledildi. Paşa’nın yaptırdığı Istanbul Karagümrük semtindeki câmi ile Kuşadası’ndaki kervansarayı, adını yaşatmaya devâm ediyor.
Devrin bir başka meşhûr sadr-ı âzamı Kuyucu Murâd Paşa’dır. Celâlî tenkîli ile hatırlanan Paşa, bu işi yaparken ortaya koyduğu şedîd mizâç yüzünden bir hayli tenkîd edilmiştir. Kuyucu lâkabı, katlettirdiği âsîleri kuyulara doldurtması veyâ 1585’deki Tebrîz Seferi sırasında atıyla birlikte bir kuyuya düşmesi hâtırâsına verilmiştir. 1611’de Diyarbekir’de vefât eden Murâd Paşa, Vezneciler’de, adını taşıyan külliyedeki türbesine defnedilmiştir.
Kaanûnî Sultan Süleymân Hân’ın son, Selîm-i Sânî’nin tek ve Murâd-ı Sâlis’in ilk sadr-ı âzamı Sokollu Mehmed Paşa’nın kardeşinin oğlu Lala Mehmed Paşa(ölm.1606), Sultan Ahmed’in mühr-i hümâyûnu verdiği isimler arasında bulunuyor.
Aynı yılları paylaşan iki Lala Mehmed Paşa’dan biri bu ve diğerinden ayırmak maksadıyla Bosnalı, Sokolluzâde sıfatları verilmiş. Adaşı ve unvandaşı öteki Lala Mehmed Paşa(ölm.1595) da, hem Manisalı, hem Tekelü diye isim yapmış. İki paşanın vefât târihleri arasında on bir yıl gibi küçük bir zaman dilimi var.
Bosnalı(Sokolluzâde) Lala Mehmed Paşa’nın, Tuna sâhillerinde uzun akisler bırakan başarılı harekâta serdârlık yaptığını ve Sultan Ahmed’in vekili sıfâtıyla Erdel Beyi Etienne Bocskai’ya, Macar tâcı giydirdiğini, yerli- yabancı bütün târihler kaydediyor.
Macaristan’ın tamâmını Avusturya tehdîdinden kurtarma plânları yaptığı sırada, Lala Mehmed Paşa, İran üzerine serdâr tâyin edildi. Bu istikâmet değişikliği, Paşa’nın zihnini ve vücûd kimyâsını epeyi karıştırdı. Tuna Boyu’ndan Istanbul’a gelip de İran’a yürüyeceği vakit Hakk’a yürüdü. Eyüb’de, amcasının Mîmâr Sinan’a yaptırdığı külliyeye tevdi edildi.
Sultan Ahmed’in on dört yıllık saltanatında vezâret-i uzmâ makâmına çıkanlardan Nasûh Paşa’yı da, Osmanlı-İran münâsebetlerine noktalı virgül koyan ve kendi adıyla kayda giren 20 Kasım 1612 târihli andlaşma vesîlesiyle hatırlıyoruz. Fakat İran, pek çok keresinde olduğu gibi, sözünde durmamış, iki devlet arasındaki mücâdele, Sultan Ahmed’in sonrasında da sürmüştür…
Ecdâdı ve ahfâdı gibi, Sultan Ahmed de şiire yatkın tabiatta idi. “Bahtî” mahlâsıyla yazdığı şiirleri, küçük bir dîvân teşkîl edecek kadardır. Onun; hem devlet idâresindeki mes’ûliyeti, hem de ömrüne biçilen yaş yekûnu yüzünden, şiire hasredilecek vakti çok olmamıştır. O yılların, meselâ Şeyhülislâm Yahyâ âyârında, kutup kabûlüne mazhar olmuş üstâd şâirleri yanında, elbette Bahtî’nin yüksek bir san’at gücünden söz edilemez. Ama, Bahtî bir Cihân Pâdişâhı’dır ve bütün ef’âli gibi, şiiri de mühim addedilmiştir.
XVII. asır edebî trafiği içinde, Bahtî’nin şiirlerine pek çok tahmis ve müstakil nazîre yapıldığı görülüyor. Bâzı Bahtî mısrâlarına beste elbisesi de giydirilmiştir. Saadeddin Nüzhet Ergun’un bildirdiğine göre:
Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullâh ile…
mısrâlarıyla başlayan Bahtî’ye âit ilâhi, Neyzen Osman tarafından Hicaz makâmında bestelenmiştir. Yine Peygamber’imizin “Kadem-i Şerîf”ini vasfettiği meşhûr kıt’âyı da Hâfız Kemâl Hüdâyî Zâkirî Dede’nin bestelediği bilinmektedir.
Istanbul’da Millet Kütüphânesi’nin Ali Emîrî Yazmaları bölümünde muhâfaza edilen Bahtî Dîvânı’nda beş münâcaat, on yedi gazel, bir tercî-i bend, bir tahmis, altı târih, bir naat, dokuz küçük manzûme, otuz altı kıt’â, üç şarkı, dört beyit vardır.
Saf ve temiz mânâda dindâr bir hükümdâr olan Sultan Ahmed’in, şiirlerinde de bu tarafı ağır basmaktadır. Tasavvufî bakışını mısrâlarına taşıyan bu her bakımdan delikanlı hünkâr, şiir dışındaki amelleriyle de, hep İslâmî çizgide görünmüştür. O, aynı zamanda İslâm Halîfesi’dir…
Hz. İbrâhim’in, İslâm indindeki pek çok vasfı arasında, Kâbe’yi inşâ etmesi başköşeyi tutar. Kavminin taptığı putları kırması; ateşe atılması, fakat ateşin onu yakmaması; oğlunu kurban etmek istemesi gibi derin izler bırakan Hz. İbrâhim fiilleri, Kâbe’nin duruşuna dekor teşkîl ediyor.
Kâbe, uzun târihi boyunca def’âlarca tâmir görmüştür. Sultan Ahmed, yıkılmaya yüz tutmuş Kâbe duvarlarını sağlamlaştırmak için Istanbul’dan ustalar göndermiş, işin devlet ciddiyeti ile tâkibini, bizzat temin etmiştir. Bu arada, Kâbe kapısının üzerindeki kitâbe ile altın oluğu yeniletmiştir. Tahkîm edilen Kâbe duvarlarının âkıbetini garantiye almak için altın ve gümüşten on altı kuşak yaptırıp Mekke’ye yollamıştır.
Sultan Ahmed’in Hicaz hizmeti bunlarla bitmemiş; Istanbul’da hazırlattığı beyaz mermerden minberi, Medîne’de Mescîd-i Nebevî’nin eskiyen minberinin yerine koydurtmuştur.
Pederi Sultan Mehmed-i Sâlis’in Ayasofya hazîresindeki türbesini de Sultan Ahmed yaptırmıştır. Üsküdar’daki Kavak Sarayı Mescîdi ile Beylerbeyi’ndeki İstavroz Mescîdi’ni binâ ettiren de Sultan Ahmed’dir.
Sultan Ahmed’in torununun oğlu ve adaşı olan Sultan Üçüncü Ahmed Hân, çeşme yaptırma zevkini, büyük büyük dedesinden tevârüs etmiştir. Ahmed Hân-ı Evvel’in, Eyüb’deki sebîlinden başka; Alemdâr’da, Tophâne’de, Tersâne’de, Üsküdar Kavak İskelesi’nde, Haydarpaşa’da yaptırdığı çeşmeler, muhtelif devirlerdeki îmâr çalışmalarına direnememiş, zaman tünelinde kaybolup gitmişlerdir.
Bütün bu sayılan eserlerin bânîsi, yirmi sekiz yıl yaşamıştır. O kısacık ömre, bunlarla berâber, bir de ebedî hayâta adanmış Sultan Ahmed Câmii’ni sığdırmıştır…
Sâdece mîmârî sâhamızın değil, geniş mânâda târih ve kültür hamûlemizin zirveye taht kurmuş eserlerinden Sultan Ahmed Câmii; nereye konsa, orayı şereflendirecek, yükseklere çıkaracak bir ziynet. Lâkin, şu anda bulunduğu mevki için, daha değişik fotoğraf kareleri çıkarmak lâzım. Bu câmi, başka bir mekâna oturtulsaydı, hakîkaten yazık olurdu.
Hem Ayasofya’nın ringdeki, minderdeki rakîbi gibi, hem de Marmara, Haliç, Boğaziçi ve Karadeniz’in kilidi tarzında duruşu, Topkapı Sarayı ile “tuğra”lanmıştır. Türk’ün iftihar vesîleleri arasında ser-levha olacak kırattaki Sultan Ahmed Câmii, bizim geniş bakışımızın ve gür nefesimizin tapu senedidir.
Ayasofya’yı arkanıza alıp da karşınızdaki câmi saltanatına baktığınızda, sizde ilk uyanan hisler, olabildiğince geniş bir mekân rahatlığı etrâfında toplanır. Külliye dekoruna serpiştirilmiş altı minâre, Dünyâ’nın en ve boy ölçülerini alıyor.
9 Kasım 1609’da temeli kazılan Sultan Ahmed Câmii’nin ilk resmî merâsimi de o gün yapılır. Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, Şeyhülislâm Mehmed Efendi, Sadr-ı âzam Dâvud Paşa ve diğer vezîrler, kazaskerler, ulemâ duâlarla kazma sallarlar. Bu temel kazma ameliyesini yüksekçe bir plâtformda oturarak seyretmekte olan Pâdişâh, birden aşağıya, kazı mahalline inmiş ve eline verilen sapı kadife kaplı kazma ile, kendisini yorgun hissedinceye kadar çalışmıştır. Kadife saplı o kazma, Topkapı Sarayı’nda el’ân sergilenmektedir. Temel kazıldıktan sonra, dayanıklı ağaçlardan hazırlanan kazıklar, açılan çukurlara çakılmıştır.
4 Ocak 1610 Pazartesi günü de, yine tertîb edilen bir merâsimle temel atılmıştır. Devlet protokolündeki zevât, taşcı ustaları tarafından önceden kesilip hazır tutulan taş bloklarını temel boşluğuna indirmişler ve kıble duvarının yapımını başlatmışlardır. Çok sayıda büyükbaş ve küçükbaş hayvan kestiren Sultan Ahmed, ayrıca merâsim ahâlisine bol miktarda ihsan ve atiyye dağıttırmıştır.
Yedi yıldan fazla süren inşaat faaliyeti, nihâyet câmi kubbesine kilit taşının konması vesîlesiyle 9 Haziran 1617’de açılış merâsimine ulaşabilmiştir. Bu târihde tamamlanan, yalnız câmi bölümüdür. Külliyenin diğer kısımları henüz bitmemiştir. Hattâ, Sultan Ahmed’in vefâtından sonra yapılan imâret ve dârü’ş-şifâ gibi külliye aksâmı da vardır. Sultan Ahmed ile iki hükümdâr oğlunun yattığı türbe de, aynı şekilde sonradan inşâ edilmiştir.
Sultan Ahmed Câmii, Mâvi Câmi adını da kendine çok yakıştırmıştır. Câmi içinde kullanılan çinilerdeki mâvi renk cümbüşü, eserin kubbesinden taşarak vatan kubbemizi sarmıştır. Sultan Ahmed Hân’ın gençlik iksîri, Sultan Ahmed Câmii’nin her köşesine sinmiştir…
Sultan Ahmed’in saltanat yıllarına ömür uzatan evliyâ içinde, Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin başka bir yeri vardır. Pâdişâh’ın büyük hürmet gösterdiği Azîz Mahmûd; adı, menkıbeleri, türbesi, câmii ve onu merkezine alarak müesseseleşen hayır kuruluşlarıyla pek canlı şekilde günlük hayâtımızdadır. Üsküdar’ın “mâneviyâtlı ve rûhâniyetli” şehir oluşunda, inkâr edilemez Hüdâyî hisseleri bulunmaktadır.
Kaanûnî Sultan Süleymân’ın, Budin’i istirdâd için Tuna mecrâsında at sürdüğü 1541 yılında, Şereflikoçhisâr’da doğan Azîz Mahmûd, Allâh dostlarının dilinde, aynı sene hitâm-ı nefes eyleyen Gül Baba’nın kaybından çıkarılan “tesellî vilâdeti”dir.
Sivrihisâr’dan Istanbul’daki Küçükayasofya Medresesi’ne, oradan Edirne’ye, Mısır’a, Şam’a ve nihâyet Bursa’ya basan Hüdâyî kademi, bu kadîm şehir güzelinde Şeyh Üftâde’ye intisâb edip, gönül anahtarını ona verdi. Üftâde’nin hâl yoluna koyduğu Hüdâyî emâneti, Hoca Saadeddin Efendi’nin de tecellîsine tavsiye desteği sunduğu Küçükayasofya Câmii Tekkesi’ne şeyhlikle, yeniden Istanbul’a taşınır.
Evliyâ Çelebî’nin tatlı ve sihirli üslûbuyla “yedi pâdişâhın elini öptüğü”Hüdâyî, “yüz yetmiş bin mürîdine de el” vermiştir.
Sultan Ahmed Câmii’nin ilk hutbesini Azîz Mahmûd Hüdâyî okumuş, ayda bir def’â da orada vaaz vermiştir. Hüdâyî, Üsküdar’daki külliyesinin yanı sıra, Bulgurlu’da da bir çilehâne ve hamam yaptırmıştı. Bu mahallin, Sultan Ahmed’in fermânıyla Azîz Mahmûd’a hediye edilmesi, genç hükümdârın Şeyh’e duyduğu saygının derecesini gösterir.
Mihrimâh Sultân’ın kızı Ayşe Sultân’la evlenip, kız torunu vâsıtasıyla Kaanûnî’nin – ve tabiî Rüstem Paşa’nın – dâmâdı da olan Azîz Mahmûd Hüdâyî, Sultan Ahmed Câmii’nin açılışının yapılacağı gün, Üsküdar’dan Sarayburnu mevkiine geçmek üzere sâhile geldiğinde, denizin, geçit vermeyecek derecede fırtınalı olduğunu görür. Yanındaki mürîdlerinin çâresiz bakışları arasında onlara:
“-Düşün peşime!”
dediği ve karayı arşınlıyormuş gibi, maiyetindekilerle berâber, su üstünde yürüyerek karşıya geçtiği söylenir. Salacak- Sarayburnu arasındaki bu deryâ güzergâhına “Hüdâyî Yolu” diyenler, hâlâ eksik değil.
Celvetî Şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî; Kaanûnî, II.Selîm, III.Murad, III. Mehmed, I. Mustafa, I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad devirlerini fiilen yaşadı. En çok ülfeti ise Sultan Ahmed Hân’la tesis etti.
Zaman zaman Sultan Ahmed’in misâfiri olarak Saray’da ağırlanan Azîz Mahmûd’a bir gün, Hünkâr bizzat ibrikle su dökerek abdest aldırdı, kızı Fatma Sultan da havlu tuttu. Bu arada Cihân Pâdişâhı ve İslâm Halîfesi Ahmed Hân, Şeyh’e:
“-Şeyhimizin bir kerâmeti tezâhür etse de ayn-i âcizimizle şâhid-i hakîkat olsak…”
der. Azîz Mahmûd’un cevâbı pek ârifânedir:
“Abdest suyumuzun ibriğiyle havlumuzu tutan eller âşikâr iken, daha kerâmet mi beklenir, hünkârım?..”