Meşhûr meseldir, adam, oğlunun tavır ve fiillerine bakarak: “Sen aslâ adam olamazsın!” demiş. Gel zaman, git zaman, bahsedilen oğul vezîr olmuş ve babasının sözünü hatırlamış. Hemen maiyetinden birilerini gönderip adamcağızı yaka-paça huzûruna getirtmiş. Vaktiyle sarf edilen kelâmı, zaferinin altında ezmeye gayret göstererek: “Bana adam olamazsın demiştin. Bak, vezîr oldum!” diye böbürlenmiş. Babanın, görgüsüz ve ham-ervâh oğula cavâbı, aslında, asır-dîde bir milletin, küstahlığa, pişmemişliğe tokadı gibi dir: “Ben sana, vezîr olamazsın demedim ki… Adam olamazsın dedim. Nitekim, olamadığın her hâlinden belli…”
Midhat Paşa, kaliteli bir bürokrattı. Bunu, vâlilik merhalesine kadar bihakkın isbât da etmişti. Aydın, Şam, Bağdad, Niş ve en çok da Tuna vâliliklerinde, parlak bir portre çizmeyi başardı. Lâkin, onun narsist ve megaloman iç yapısı, daha yukarıdaki ikbâl basamaklarını hazmedemedi. Yâni, çok iyi ve başarılı bir vâlinin, çok kötü ve felâket dâvetçisi bir vezîr olacağını, icraatıyla gösteren Midhat Paşa, vezâret makâmına getirilmiş, fakat hakkıyla vezîr olamamıştır.
Onun, “Âl-i Osman” yerine “Âl-i Midhat” kuracağına dâir isnadlar doğru mudur? Bilinmez ama, muhayyel alkış ve âferinler için 93 Harbi’ni başımıza çuval niyetine geçirdiği, herkesin mâlûmudur. Sultan Abdülazîz’in katlindeki dahli, Hüseyin Avni Paşa’yla kıyaslanamaz ama, hâdisenin dışında olmadığı da ortadadır.
Taif’e gönderilirken, İstanbul’dan bindirildiği vapur, Çanakkale Boğazı’ndan çıkıncaya kadar, kendisi uğruna kopacak ihtilâl fırtınasının sesini beklemiştir. Çanakkale sırtlarında da, yolculuğunun bundan sonraki kısmında da, umduğu infilâk vukû bulmamıştır.
Sultan Abdülhamîd-i Sânî’ye sövmek için, terâzinin öteki kefesine, nedense hep Midhat Paşa yerleştirilmiştir. Bu küfür iz’ânı(!)nın indinde, “hürriyet” adında bir uçarı kelebek vardır. Hayfâ ki, o nârin kanatlı mahlûkun konacağı vatan toprağı yoktur. Midhat Paşa’nın vaad ettiği söylenen hürriyet mi, bütün hürriyetlerin âşiyânı olan vatan mı? Hangisi önce gelir?