Ana Sayfa 1998-2012 Hazar rüzgârı

Hazar rüzgârı

MAREK Halter’in “Le Vent des Khazars” başlığıyla 2001 yılında Paris’te yayınlanan bu romanını, 2002 yılında Nuriye Yiğitler Fransızca’dan Türkçe’ye tercüme etmiş. Eser Everest Yayınları tarafından Kasım ayında basılıp piyasaya sürülmüş.

Kitabın kapakaltı sayfasında yazar Marek Halter okuyucuya şu cümlelerle tanıtılıyor: “1936 Varşova doğumlu. Annesi bir şair, babası ise 15. yüzyılda Gütenberg’le çalışmış bir aileden, matbaacı. 1940’ta ailesiyle birlikte Varşova Yahudi gettolarından SSCB’ye kaçmak zorunda kaldı. 1946’da ailecek Polonya’ya döndüler. 1950’de Paris’e yerleştiler. 1953’te Ecole Nationale des Beaux Arts’a (Millî Güzel Sanatlar Okulu’na) kabul edildi. Ertesi yıl bir sergi için gittiği Buenos Aires’te iki yıl kaldı. Arjantin dönüşü Paris’te militan bir entelektüel hayat onu bekliyordu. Savaş karşıtı birçok yazı yazdı ve insan hakları savunucusu olarak devlet makamlarında görev aldı. Yakındoğu barış görüşmelerine başkanlık etti. İlk kitabı “Les Foust et Les Rois” 1976’da yayınlandı. Bugün üye sayısı iki milyonu aşan S.O.S. Racisme örgütünü birkaç arkadaşıyla birlikte 1984’te kurdu. Altı yıllık bir araştırma döneminin ardından “La Memoire d’Abraham” adlı romanını yayınladı. Bu roman dünyada pekçok dile çevrildi ve beş milyonun üstünde sattı. Bu romanı izleyen “Les fils d’Abraham” da aynı ilgiyi gördü. Everest yayınlarında daha önce “Mesih” adlı romanı yayınlanmıştır.”

20. yüzyılın başlarında Ahmed Midhat Efendi’nin icadettiği “roman içinde roman” tekniği, aynı yüzyılın sonlarında pekçok romancı tarafından tercih edilen bir teknik oldu. Cengiz Aytmatov, Justein Garder, İtalo Calvino gibi Marek Halter’in de romanını bu teknikle yazdığını görüyoruz. Hazar Rüzgârı romanı; 10. yüzyılda Hazar İmparatorluğu’nun yıkılışını ve 21. yüzyılın ilk yılında Azerbaycan, Gürcistan, Çeçenistan sınır üçgeninde sömürgeci devletlerin sergiledikleri “şer ekseni” oyunlarını ele alıp anlatıyor. Romandaki olaylar zinciri iki koldan ilerleyip bir kavşakta son buluyor.

Roman, 939 yılında Sarkel’de başlar. Hazarların tarihte şahsiyet kazanmış konçuylarından Attex ve onun veliaht şehzâde ağabeyi Yusuf’un çocukluğundan bir sahne ile karşılaşırız birinci bölümde. İkinci bölümde ise 2000 yılının nisan ayında Brüksel ve tarihî sahneyi bize kurgulayan romancı Marc Sofer; ayrıca onun gönlünü kaptıracağı esrarengiz kadın Sonya çıkar karşımıza.

Brüksel’deki Amigo otelinin konferans salonunda okuyucularıyla buluşup konuşan Marc Sofer, Yahudi asıllı bir yazardır ve o toplantıda Yahudi kimliğini sonradan öğreneceği orta boylu, kızıl saçlı, çıkık elmacıklarının üstünde hafif çekik yatağında zümrüt gibi pırıltılar saçan yeşil gözlü, otuzlu yaşlarda bulunan Belçikalı Sonya ile karşılaşır. Yazar, kurgulayacağı romanda onun görüntüsünü Attex’e yakıştıracaktır. Eserin 136. sayfasında Attex’in portresi şöyle çizilir: “Hafifçe çekik yeşil gözleri, çıkık elmacık kemikleri yüzüne doğulu bir görünüm veriyordu. Kalçalarına kadar inen bakır rengi (kızıl) parlak saçları, solgun ve yuvarlak yüzünü çevreliyordu. Çizgileri belirgin dudakları kırmızıydı (Sonya’nın da koyu kırmızıdır) Yeşil, uzun bir gömlek giymişti; boynunda, göğsüne kadar inen altın bir kolye (kağanlık kolyesi) vardı.”

Marc Sofer’in aynı gün karşılaştığı ikinci esrarengiz insan Gürcistan’ın Sadu köyünden Yakubov’dur. Yakubov, gizli işler çevirdiği için tedirgindir ve Sofer’den yardım ister; ona bir Hazar parası ve bazı bilgiler verir, sonra ortadan kaybolur.

Sofer, hiç aklından geçmediği hâlde, Yakubov’un verdiği merak uyandırıcı bilgilerin dürtüsüyle İngiltere’nin yolunu tutar. İngilizler, işgal ettikleri bölgelerde yüzbinlerce eseri yok edip, önemli gördüklerini kendi ülkelerine kaçırmayı âdet edindiklerinden, Yahudilerle ilgili pe kçok belgeyi de Kahire, Geniza’dan Londra’ya aşırmışlardır. Sofer bu belgelerden birkaçını görebilmek için Cambridge Queen’s College Library ve Oxford Christ Church College’i ziyaret eder. Oralarda kendisini tatmin edecek birkaç belgeye ulaşır.

Sofer’in ikinci menzili, Hazar Yahudilerinden birkaç bin kişinin yaşadığı Azerbaycan’ın Kuba ve Gürcistan’ın Sadu köyleri olur. Henüz Bakü’ye yolculuk ettiği uçakta Lloyds Sigorta müfettişi Alastair Thomson ile tanışır. Son günlerde. Bakü’deki petrol tesislerinde bir patlama olmuş ve “Hazarların Dirilişi” isimli bir örgütten sözedilmiştir. İki yol arkadaşı arasında üstünkörü de olsa bu konu geçer. Brüksel’de iken Yakubov’un adresini ve telefon numarasını verdiği, Sofer’in de ihtiyaten bir, iki kez telefon görüşmesi yaptığı Agarunov onu havaalanında karşılar, götürüp otele yerleştirir.

Önce Azerbaycan’da, sonra Gürcistan’da Dağlı Yahudiler ile tanışan, onların meselelerini öğrenen ve birdenbire kendini Hazarların Dirilişi örgütünün içinde bulan Sofer, ikinci şaşkınlığını Hazarlara ait kalıntıların bulunduğu Sadu mağaralarında; uzun zamandır bir araya gelip konuşamadığı, sadece iki defa uzaktan gördüğü ve içten içe âşık olduğu Sonya ile buluşmasıyla yaşar. O, Hazar hazinelerine ve sevdiği kadına ulaşmıştır, fakat onunla birlikte hazinenin bulunduğu mağaraların altındaki petrol yataklarını satın alan ve maddî menfaatleri için Hazar hazinelerini, mirasını yokedecek olan Offshore Caspian Oil Operating (OCOO) şirketinin elemanları da oraya ulaşmıştır. İngiliz şirketinin entrikasında ve güdümünde Gürcistan komandoları mağaralara baskın yaparak, zaten on, onbeş kişiden oluşan Hazarların Dirilişi örgütünü ve mağaraları çökertir, roman yazarı Sofer’i İngilizlere teslim eder.

Romancı Marc Sofer, muhayyilesindeki romanı belgelere ulaştıkça ve olayların, Hazar kalıntılarının arasına girdikçe kurgular. Bu sebeple Marek Halter’in romanı da bir bölüm 10. yüzyıldan, öbür bölüm 21. yüzyıldan getirilen sahnelerle dönüşümlü olarak ilerler.

Hazarları yöneten Yusuf Kağan, onun kızkardeşi Attex, oğlu Hezekiya, başkomutanı Borukh Bek tam da dönüm noktasının insanlarıdır. Daha önce Bulan Kağan’ın kabul ettiği Musevîliği temsil eden bu insanların çevresinde Müslümanlar ile Hristiyanlar vardır. Bu çembere rağmen dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan ve her türlü eziyete maruz kalan, hattâ Hristiyanlarca soyları kurutulmaya çalışılan Musevîlerin “Mesih” ümitleri de onlara bağlanmıştır.

İspanya’daki Sefarad Yahudilerinin lideri Haham Hazday da merakını gidermek için kağana mektup yazıp İshak isimli genci elçi gönderir. İshak bütün Avrupa’yı yürüyerek, atla, kayıkla geçip Sarkel şehrine ulaştığında Yusuf Kağan’ın başı derttedir. Hazarları yokedebilmek için Rus kraliçesi Olga, Hristiyanlık dinini kabullenmiş ve Bizans’ın desteğini ardına almıştır. Diğer taraftan hafif de olsa Müslümanların yayılmacı akınları Hazarların güneydoğu bölgelerini tehdit etmektedir. Yusuf Kağan, Bizans ile Rus’un çapraz ateşinden kurtulabilmek için bacısı Attex’i, General Jean Tzimiskes’e vererek Bizans’la müttefik olmayı bile tasarlar. Böyle bir ittifaka ne ihtiyar Bünyamin Rağan, ne Haham Hanania, ne de Attex Katum razıdır. Derken İshak çıkagelince zaten Attex ona yönelir ve onun (gayr-i meşrû) karısı olur; sonra da amcasının inzivada yaşadığı Sadu’daki sinagog mağaralarına kaçıp orada yaşamaya başlar. Sonuçta ise, Bizanslılarla savaşmakta olan Müslümanların sinagog mağaralarına saldırmasıyla orada can verir. İshak, uzun bir bekleyişten ve bir takım tehlikeler atlattıktan sonra Yusuf Kağanla görüşüp Hazday İbn Shaprut’un mektubunu iletir, mektubun cevabını alır ve dönüş yoluna koyulur. O, İspanya’ya ulaştığında Ruslar, saldırıları sonucunda Hazar İmparatorluğu’nu mutlak yenilgiye uğratıp tarihten silmişlerdir.

Hazar Türklerinin kurduğu büyük devletle ilgili iki roman daha yazılmıştır. Bunlardan birisi Benjamin Disraeli’nin bir Hazar efsanesinden yola çıkarak kurguladığı tarihî aşk romanı olan “Alroy’un Harikulâde Hikâyesi”dir; diğeri ise Milorad Paviç’in, Hazarların din seçimini üçlü bakış açısıyla alaya aldığı ve bolca argo, müstehcen sözler kullandığı mizahî romanı “Hazar Sözlüğü”dür.

Hazar Türkleri hakkında revaçta olan temel kaynak eser, araştırmacı Arthur Koestler’in kaleme aldığı “Onüçüncü Kabile-Hazar İmparatorluğu ve Mirası”dır. Marek Halter’in “Hazar Rüzgârı” romanında işlenen bütün tarihî bölümler “onüçüncü Kabile”den alınmıştır; hattâ bazı pasajlar aynen aktarılmıştır. Arthur Koestler; Zeki Velidî Togan’dan El Bîrunî’ye kadar ulaşabildiği pekçok kaynağı inceleyip değerlendirmiş ve Hazarların Yahudiliği, daha doğrusu Musevîliği ile ilgili sonuca varmaya çalışmıştır. Türk tarihçileri, belki Musevî olduklarından dolayı Hazar Türkleriyle pek/veya hiç ilgilenmemişler; 1990 sonrasına kadar Türkiye’de bu konuda kitap da yayınlanmamış veya yayınlandıysa bile dikkat çekmemiştir. Mitos Yayıncılık’ın yayınladığı Hazar Sözlüğü’nün basım tarihi 1996; Everest Yayınları’nın yayınladığı Hazar Rüzgârı’nın basım tarihi 2002; Say Yayınları’nın yayınladığı Onüçüncü Kabile’nin basım tarihi 2001’dir. Son yıllarda Selenge Yayınevi ünlü tarihçi L.N. Gumilev’in “Hazar Çevresinde Bin Yıl” kitabını yayınladı. Bu konuda Gumilev’in “Hazarya’nın Keşfi”, “Büyük Hazar Tarihi”; Prof. Dr. M.İ. Artamonov’un “Hazar Tarihi” de Türkçeye kazandırılmış yahut yakında kazandırılacak olabilir! (Gumilev’in babası Lev Nikolay, Bolşeviklerce kurşuna dizilmiştir; annesi Anna Ahmetova ise Kıpçakların ünlü şairlerindendir.)

Milorad Paviç’in araştırma kurgulu “Hazar Sözlüğü” romanında; Hazarların engin hoşgörülerinden ve biraz da tarihî kaynakların yetersizliğinden, çapraşıklığından dolayı üç büyük din tarafından sahiplenilmeleri, paylaşılamayan mirasları konu ediliyor. Bazı kaynaklara göre onlar Musevî, bazı kaynaklara göre Hristiyan, bazı kaynaklara göre de Müslümandırlar. İşte bu yüzden Paviç, romanında onları, bilhassa Yusuf Kağan ve Ateh Katun’u (Atak, Attak Katun mu acaba?) üç bölümde farklı dinleri seçerken anlatıyor. Diğer ismi geçen eserlerde Hazarlar sadece Musevî olarak; hattâ İbranî kökünden, Ari ırkından olup olmadıkları sorgulanarak anlatılmaktadırlar.

Tarih boyunca Türk milletinin ırkçı olmadığını ve Türkçe’nin kudretini idrak edememiş araştırmacılar, Türk boylarını ayrı ayrı milletler olarak göstermeye çabalıyorlar. Almanların “Ari ırkı” arayışları, Arapların “Araplar ile Araplaşanlar” ayrımlı anlayışları, İbranîlerin “Ari, Siyon vs. ırk” anlayışı ile “Musevîlik”i aynı çigi üzerinde kabullenen tuhaflıkları Türklerde hiçbir zaman vuku bulmamıştır. Türk milleti, tarih boyunca kendisine sığınan herkese kucak açmış, Türklük’ü benimseyen herkesi “Türk” kabul etmiş, “millet” kavramı ile “din” kavramını birbirine karıştırmamıştır. Yunus Emre’nin özetlediği gibi “Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoşgörmüş”tür. Hazar Türkleri’nde görülüp övülen iyi meziyetlerin hepsi sadece Hazarlar’a has olmayıp bütün Türk boylarına has meziyetlerdir. Üstelik, Türk tarihinde yer alan adalet, hukuk, ahlâk anlayışı, bugünün lâik, demokratik, kapitalist Avrupa, Amerika devletlerine örnek olması gereken levhalardır. Türk tarihinde her dönemde her dine mensup insanlar barış ve refah içinde dostça yaşamışlardır. Kötüler hiçbir dönemde Türk toplulukları içinde kök salamamışlardır. Türkler; masumları ve masumiyeti (gerçek insan haklarını) korumak uğruna zaman zaman kendi boylarıyla savaşmaktan bile geri durmamışlardır. Bu sebeple başkalarına olağanüstü görünen Hazar tarihiyle ilgili bazı icraatlar, bizce malûm olanlardır.

Biz, Türkiye insanları olarak, Yahudilerin 15. yüzyılda bize sığındıklarını sanırdık; halbuki 9. yüzyılda, belki de daha önceleri, Yahudilerin Avrasya Türklerine sığındıklarını Hazar tarihinden öğreniyoruz. Hem de bu sığınma harekâtı öylesine yoğun ki, o vakitler henüz İslâmiyet ile tanışmamış olan Avrasya Türklerinin bir kısmı Musevîlik dinini kabulleniyor. Fakat, bana kalırsa bu durum “Siyonlar”ı rahatsız etmiş! Çünkü o vakte kadar Musa Mesih’in dönüşünün İsrail’e olacağı düşünülürken, bu kez Kafkasya topraklarına hem de Yahudilere değil, Yahudileşenlere olacağı düşünülmeye başlanmış. Sadece “Onüçünkü Kabile” ile “Hazar Rüzgârı” kitaplarını okuduğumuzda bile muhakememizde bu intiba oluşuyor. (Aslında benzeri durum Hristiyanlarda, Araplarda ve Şiîlerde de vardır. Gerek İsa Mesih’in ve gerekse Mehdi’nin mutlaka kendilerinden olduğuna ve kendi topraklarına ineceğine inanırlar!) Ancak “Onüçüncü Kabile” kitabının içinde ve arka kapak yazısında korkunç bir zan var: Hitler, gerçekte kimlerin soyunu kırdı? Yahudilerin mi; yoksa Yahudileşenlerin mi? Doğu Avrupa Musevîleri, Türk kökenliyse bunu ırkçı Hitler’in bilmemesi mümkün mü?.. Ve en önemlisi bu soykırım düşüncesinin ardında kimler vardı? Evvelinde veya sonrasında Siyonistler, diğer Musevîlere ne gözle bakıyorlar acaba? (Bu durum yakın zamanda berraklaşmazsa, sanırım ileri dönemlerde güçlü bir siyon dalgası yeniden diğerlerini kırdırır!)

Marek Halter’in “Hazar Rüzgârı” (Le Vent des Khazars) romanı, Fransız romanları arasında teknik, üslûp bakımından orta seviyeli bir romandır. Buna rağmen tarihe ve günümüze yönelik verdiği mesajlar bakımından oldukça önemli bir teze sahiptir. Kafkasya’da Ebulfeyz Elçibey’in Azerbaycan Devlet Başkanlığı’ndan, Edvard Şevardnadze’nin Gürcistan Devlet Başkanlığı’ndan indirilmeleri, Cehar Dudayev’in Çeçenistan’da şehit edilmesi; Çeçenistan, Abhazya, Karabağ olayları, petrol boru hattı problemleri, petrol şirketleri arasındaki mafya savaşları… Velhasıl sürüp giden kargaşa; soru işaretleriyle doludur. Marek Halter, yazdığı romanda dolaylı da olsa bu cephelere ışık tutmak cesaretini göstermiş. Eserde; Musevî Hazar Türklerine yönelik ele alınmış olsa da Stalin’in uyguladığı soykırım politikasından günümüzdeki İngiliz şirketlerinin dünya basını üzerindeki tahakkümü ve mafya benzeri güçlerle yaptırdığı katliamlar açığa çıkarılmış (bkz. sh. 283, 113, 302, 356 vs.)

20. yüzyılda dünyadaki felsefe, siyaset, ekonomi politikalarına fikir babalığı edenler hep Yahudilerdir. Komünizmin, Kapitalizmin ve Faşizmin düşünce temellerinde Yahudi düşünürler vardır. Pekçok mucit, düşünür, romancı, yazar Yahudi kimliğine rağmen, içinde yaşadığı ülkeye eser kazandırmıştır. (Burada Yahudi düşünürlerin, mucitlerin, romancıların, şirketlerin, ekonomistlerin listesini vermeye gerek yoktur). Bu durumdan haberdar bir insan olarak şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: 9. yüzyıldan beri Yahudileri topraklarımıza kabul edip, koruyup kolladığımız hâlde bizim aramızda yaşayan Yahudilerden niçin dünya çapında bir ideolog, düşünür, romancı, yazar, ekonomist, mucit, büyük şirket sahibi çıkmadı? Almanya’da, Rusya’da, İngiltere’de, Birleşik Devletler’de yaşayanlar çok akıllı da, Türkiye’de yaşayanlar az akıllı mıdır? Öncelikle Türkler ve onunla birlikte elbette Musevîler birbirleriyle olan dayanışmalarını, ekonomik ve siyasî ilişkilerini yeniden gözden geçirip düzenlemelidirler. Gönül ister ki; Türkiye’den de dünya çapında Musevîler çıksın, biz onlara “kardeş” diyecek isek, onlar da bizi “kardeş” bilsinler!

Hazar Türklerini tarihin derinliklerinden çıkarıp bize ulaştıran bütün araştırmacılara, onların eserlerini basıp dağıtan bütün yayınevi sahiplerine, çalışanlarına şükranlarımı sunarım.
 

Orkun'dan Seçmeler