Gazi Mustafa Kemal, bilindiği gibi, sık sık tertip ettiği davetlerde en yakın fikir adamları ve silâh arkadaşlarıyla uzun sohbetler eder, onların düşüncelerini mutlaka dinler ve müsbet olanları sever, takdir ederdi. Bu davetlere en çok gelenler arasında Ruşen Eşref, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Bozoklar vs. gibi fikrî ve siyasî yönde temayüz etmiş simalar bulunuyordu. Yine mutad olan bu toplantılardan birinde Gazi, kendilerine hizmet eden Mehmetçiği yanına çağırır ve ona sorar…
– Oğlum, sen bu vatanı seviyor musun?
– Tabiî Paşam.
– Peki, beni sever misin?
– Ne demek Paşam, sizi de çok severim.
– Pekalâ, benim için kendini şu balkondan aşağı at dersem, yine de atar mısın?
– Hemen atarım Paşam; yalnız, kafa üstü, yani balıklama mı atayım, yoksa ayak üstü mü atayım, emredin.
Bu yemekli toplantılardan birinde, Gazi ve arkadaşlarına hizmet eden acemi bir nefer (garson) masalara gidip gelirken şaşırır ve kazara bir masaya çarparak elindeki servis yemeklerini büyük bir gürültü ile yere düşürür. Sonra eğilip yere dökülenleri toplarken Gazi, arkadaşlarına şöyle seslenir:
– Şu sahneye iyi bakın; Türk milleti, genci ihtiyarı topyekûn olarak uşaklığı katiyen beceremez, yapamaz ve gördüğünüz gibi bu acemi Türk neferi misâli düşer, kırar, döker ve ağzına gözüne bulaştırır.
Atatürk’ün yukarıda gayet güzel işaret ettiği gibi, biz Türk insanı uşaklığı, yalakalığı sevmeyiz ve yapamayız. Bunu bir çok yerli-yabancı tarihçiler, seyyahlar yazdıkları bütün eserlerinde açıkça belirtmişlerdir. Türk’ün savaş meydanlarındaki cesareti ve kahramanlığı dillere destandır. Bu hasletimizi çoğumuz bilir ve kabul ederiz. Öte yandan, meselâ diğer milletlerden Japonlar ve Korelilerden de Türkler gibi cesur, cengâver ve yiğit insanlar mutlaka vardır ve çıkmıştır. Ancak, onlardan tek farkımız; Cenabı Hakk’ın bize bahşettiği merhamet, şefkat ve âlicenaplık duygularıdır. Atalarımız harplerde büyük bir cesaretle savaşır, atılır, vurur amma öldürdüğü veya yaraladığı düşmana asla işkence etmez. Burada 1915-1916 senelerindeki Çanakkale savaşlarından sadece bir örnek vermekle yetineceğim.
Savaş alanında yaralı Mehmetçiğin yanında bir İngiliz askeri de yaralanmıştır ve “su, su” diye inleyip durmaktadır. Bizim arslan yürekli Mehmetçiğimiz hemen sürüne sürüne düşmanın yanına kadar gelip matarasında kalan suyun hepsini ona içirir. Yine aynı savaşlarda bu sefer değişik bir manzara görmekteyiz. Türk askeri, biraz ilerde can çekişip ölmek üzere olan ve aşırı kan kaybeden düşman askerinin göğsüne yerde acele bulduğu ot, saman vs. yi hemen tıkayarak düşmanın kan kaybını bir nebze olsun önlemeye çalışır.
Buna benzer çeşitli ibret verici olayları Türk’ün diğer savaş alanlarında da okuduk ve duyduk.
Şimdi de Osmanlı tarihinde büyük başarıları bulunan Deli Hüseyin Paşa’dan kısaca söz etmek isterim; Bu cesur ve güçlü insan Kastamonulu bir Türk olup saraya “zülüflü baltacı” olarak girdi. Bunlar, sarayın padişah ailelerine mahsus harem kısmının odunlarını taşırlar ve kara hadım ağalarına hizmet ederler. İşte o sıralarda hizmet ederken, İran’lı bir elçi kurulmuş bir yay getirip: “Bu yayın kirişini çıkarıp yeniden kurabilen bazusu kuvvetli bir pehlivan bulunur mu”? demiş. İstanbul’da günlerce aranmış amma bozup kurmak değil, kirişini bile oynatabilen kimse bulunamamış. Deli Hüseyin, kış için kızlar ağasının odasına odun taşırken rastgele bu yayı görüp alıyor ve kurcalarken parça parça ediyor. Bunun gücünü gören Ağa’nın kethüdası hayret edip bunu Padişah 4. Murad Hân’a duyuruyor. Padişah bu provayı İran elçisinin yanında yaptırıp yayı talim yayı gibi çekerken parça parça edip bu parçaları elçinin önüne konulunca Padişah memnun, elçi ise mahcup olmuştur (bu yay bugün Topkapı’nın Silâh Müzesindedir). Deli Hüseyin böylece çok güçlü bazu ve pençe kuvveti olan Sultan Murad’a intisap, sonra imrahor ve musahip olmuştur.
Deli Hüseyin Paşa, sonra Mısır beylerbeyliği ve kaptan paşalık edip Bağdat seferinde 4. Murad Hân’ın yanında idi. Padişahın ölümünden sonra Silistre ve Özü valiliği ve Kırım Hanı Bahadır Giray ile birlikte Azak kalesinin fethine gitti. Daha sonra da Bağdat ve Budin valiliği gibi görevlerde bulundu. (1644).
Tarihimizde buna benzer olağanüstü güçlü ve acı kuvveti olan insanlar pek çoktur. Meselâ, Çanakkale savaşlarında bunun canlı şahidini hepimiz biliriz. Ezineli Mehmed Çavuş’un büyük bir şevk ve iman gücü ile 280 kiloluk top mermisini birden sırtlayıp topa yerleştirmesi ve hemen ateşlemesiyle karşı sahildeki düşman donanmasını büyük bir gürültü ile infilak ettirip batırdığı bir vakıadır.
Bu örnekleri yine Osmanlı imparatorluğu’nun son zamanlarında spor alanında, bilhassa güreş oyunlarında açıkça görmekteyiz. Meselâ, Koca Yusuf, Kel Aliço gibi Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinin dünyaca meşhur sırtı yere gelmeyen büyük pehlivanları Osmanlı sarayının baş köşesine yerleşmiş ve padişahların gözdeleri olmuştur. Hattâ Padişah Abdülaziz Hân da usta bir güreşçi idi ve birçok büyük pehlivanları yenmiştir. Bunların rivayete göre bir oturuşta yarım kuzu yediği birçok kişilerce söylenir. Meşhur Koca Yusuf’un güreşlere çıkmadan evvel antremanlarında çayırlarda bulduğu 400-500 kiloluk azman mandalarla güreştiği ve pençeleriyle parmaklarının güçlenmesi için içi kil dolu teknelere parmaklarını günlerce sokup çıkararak idman yaptığı yine tarihî gerçeklerdir.
Dillerde dolaşan ve kalplerimize nakşettiğimiz bu eşsiz canlı hâtıralar hoş bir seda gibi yalnızca kulaklarımızda çınlamaya devam edecektir.