Güney Afrika’yı, siyahlara yapılan akıl almaz hukuksuzlukları anlatan “Kupkuru, Bembeyaz Bir Yaz” adlı filmi görmüş müydünüz? Filmde bir avukat şöyle diyordu: “Ne zaman bir dâva kazansam kanunu değiştiriyorlar!” Son zamanlarda ülkemizde yaşananlarla bu durum benzerlik arzediyor kanaatindeyiz. O filmde, Güney Afrika söz konusu olduğunda siyahlar için adalet nasıl daima çifte standartlı ise, Türkiye’de de Türk kültürünün değişik alanlarında Türklerin karşılaştıkları muameleler ve uygulamalar genellikle çifte standartlıdır. Bu bakımdan, meselâ bazı yayın organlarının Türk Kültürünün ayrılmaz bir parçası olan İslâmiyetle ilgili resmî uygulamalar karşısında gösterdikleri tepkiler yerinde görülmelidir. İslâmî bilgilerin doğru ve sade bir şekilde çok küçük yaşlardan itibaren verilebilmesi tabiî sayılmalı iken, buna sınırlamalar getirilmesi konusu çifte standarda çok sıradan bir örnek teşkil ediyor. Hristiyan ve Yahudi kültürünün âdet ve uygulamalarının, en son teknoloji ve araçlarla, sinsi yöntemlerle, üstelik de gizli saklı değil açık ve pervasız bir şekilde propagandası yapılmaktadır. Kullanılan vasıtalar çok çeşitlidir; Televizyon (haberler, çizgi filmler, diziler, sinema filmleri, başta magazin programları olmak üzere diğer program çeşitleriyle) ve radyolar, gazete, dergi ve kitaplar, afiş ve broşürler, ses kasetleri ve CD’ler, TV ve bilgisayar oyunları, çocuk oyuncakları, çocukların kullandığı çanta, kalem, defter gibi malzemeler, çocuk, genç ve diğer yaş gruplarına ve cinslere hitap eden giysiler, hediyelikler, dekorasyon malzemeleri, yabancı restoranlar… vb. Görüldüğü gibi kullandığımız her şey Yahudi, Hristiyan, Batı kültürünü beynimize kazıyan bir görev üstlenmektedir. Üstün teknoloji ve imkânlarla yürütülen bu eritme (asimilasyon) ve yoketme saldırılarına karşı, Türk-İslâm kültürünün çırpınışlarının cılız bile denemeyecek bir seviyede olduğu görülmektedir. Millî şuurun, bu çok boyutlu, teşkilâtlı ajan-misyoner faaliyetleri, çıfıtlıkları karşısında, eli kolu bağlanmış gibidir. Bu gerçeği itiraf etmekten kaçındığımız görülüyor. Bu olmayınca da yaşadığımız olayları ve mevcut durumu açıklamakta güçlük çekiyor ve daldığımız derin gaflet uykusundan uyanamıyoruz. Şu sorunun cevabını aramalıyız; Türkiye’de ve Türk dünyasında Türk kültürü ne kadar tanınmakta, bilinmekte, yaşanmakta ve işlenip geliştirilmektedir? Aksine, millî-mâşerî vicdan, saldırılar karşısında yapayalnızdır. Kendi kıt imkânlarıyla, devletle güreşmektedir. Devletimiz, saldırılara karşı korumasız bıraktığı yetmiyormuş gibi vatandaşlar arasında İngiliz dili ve dolayısıyla kültürünün bir an önce yayılmasına ön ayak olmakta, eğitim programlarını buna göre değiştirmektedir. Neredeyse ilkokullara, anaokullarına kadar yaygınlaştırılan İngilizce eğitim karşısında savunmasız bırakılan Türkçemiz, darbe üstüne dar be almaktadır. Telif hakları kanunu Türkiye’de İngiliz yayıncılığının haklarını korumakta, Türk televizyonları ve gazeteleri İngilizce öğretme telâşıyla peşpeşe programlar yayınlamakta, ilâveler vermektedir. İngiltere’ye, ABD’ye eğitim için gönderdiğimiz insanların ödedikleri paraların Türk eğitimini birkaç defa ihya edeceği zaten bilinmektedir, bilinmelidir.
Türk kültürü için çalışan yerleşmiş bir sinema sanayisi yoktur. Sektöre hâkim olan Levanten patronlar eliyle Türk sineması, gazino, bar pavyon mekânlı, her türlü soysuzluğu konu alan, insanımızı sahte kabadayılık ve çingene kültürüyle özdeşleştiren bir sinema hâline getirilmiştir. Avrupa’da Türk sineması denilince ırza geçme sineması anlaşılmaktadır. Millî sinema, yahut bir başka tabirle milleti anlatan sinema gelişememiştir. Türk milleti, kendi kültürünü işleyen bir televizyonum olsun diye bileziğini ve nişan yüzüğünü vermiş, ancak emeklerinin zayi olduğunu görmüştür. (Hattâ görememiştir bile!) Milletin resmî radyo ve televizyonlarındaki programlar yabancı kültürlere hizmet etmektedir. Meselâ TRT’nin Türkiye radyolarındaki müzik programlarının sadece yüzde sekizi Türk müziğine (Klâsik ve Halk) ayrılmıştır. Bu oran, program adedine göredir. Programın süresi bakımından ise bu oran kırktabire kadar düşmektedir ki bu tam bir faciadır. Pop, rock, caz, klasik vb. gibi batı müziği eserlerini sunarken neredeyse plakçısının adına kadar bildiren sunucular ve onların yapımcıları herhalde ne kadar közkamanlaştıklarını bilmiyor ve aynı titizliği Türk müziğine göstermiyorlar. Basının yazılı kısmı da bundan farksız. ABD başkanı ve İngiliz kraliçesinin en özel işlerini abartarak çarşaf çarşaf sunan gazeteler dertlerimizi, güzelliklerimizi, ihtiyaçlarımızı işlemekten kaçınıyor, Türk kültürüne hizmeti gaye edinen yazılı basın organları ise kalıcı olamıyor. Kendilerini üç-beş aya, bir iki yıla ancak programlayabiliyorlar. Malî bakımdan zayıf, istikrarsız oldukları için bir fasit daire içinde dönüyorlar. Birilerinin kendi egolarını tatmin vasıtası hâline geliyor ve asla Gaspralı’nın Tercüman’ı olamıyorlar.
Buna karşılık rengârenk, yüzlerce sayfalık bazı gazetelerin çok satması için yok pahasına ucuzlatıldığı ve bunu yapabilecek dış ve iç malî desteğe sahip oldukları görülmektedir. Bunları kim ve hangi güçlerin, niçin destekledikleri ayrıca merak konusudur. Bir büyük gazete, son aylarda ABD mahreçli haberlerini artırırken, bir diğeri de depremi fırsat bilerek Yunan kaynaklı propagandalara ağırlık vermektedir. Aynı konuyla ilgili olarak bazı televizyon sunucularının ağızlarının salyalarını akıtarak konuşmaları, sanatçıların konserler düzenlemesi, gazetelerin aynı mealdeki yayınları elbette ki etkili olmaktadır. Halbuki domuzun kuyruğu ütülenmekle düzelmez. “Yunanistan’daki depremde durum ağırlaştı, ölü sayısı yüze yaklaştı” diyen sunucunun idare ettiği haber merkezi, onbinlerce ölünün ve geride kalanlarının meselelerine Yunanistan haberleri kadar dönüp bakmamaktadır. Üstelik, bunlar anlı şanlı TV kanallarıdır; gazetelerdir, ajanslardır. Buna dur diyecek bir televizyon, radyo ve gazete yoktur. Henüz Türk milletinin ciddî bir haber ajansı yoktur ve bu sebeple hâdiselere hep başkasının gözlüğüyle bakmaya mecburdur. Başka hangi sahaya bakalım; meselâ oyuncak sanayiine bir göz atarsak, bebek ve çocuklar için vazgeçilmez olan bu piyasada maalesef Türk kültürü işlenmez. Daha beşiğinde iken başına astığımız müzikli oyuncaklarla öz evlâdımıza yabancı müzikleri sevdirme işinde de maşaallah çok istekliyizdir!
Çocuk oyuncakları gibi çok kârlı bir alanda ne yazık ki Türk kültürünü işleyen doğru dürüst bir kuruluşumuz yoktur. Piyasaya, Barbi, Sindi gibi markalar hâkimdir. Bu oyuncak markalarının sunduğu kıyafetlerden tutunuz süslenme malzemelerine kadar olan her oyuncak, çocuklarımızın ruh dünyasında fırtınalar koparmakta, onları özendirmektedir. Çocuklar, oyuncaklarının kıyafetlerini giyebilmeyi, kullandıkları malzemeyi kullanıp aksesuarlarını takabilmeyi şiddetle istemekte, ana-babalar da buna engel olamamaktadır. Televizyon ve sinemalardaki çizgi filmlerin kahramanlarının oyuncakları, yabancı restoranlardan yararlanılarak bir kampanya şeklinde piyasaya sürülmektedir. Bunların, aynı zamanda dergilerde dizileri, çizgi romanları çıkarılmaktadır. Dolasıyla uyandırılan tüketim talebi de korkunçtur. Etkilenmenin boyutları ise ölçülemeyecek kadar derindir. Buna karşılık Anadolu’nun üç-beş yöresindeki el yapımı folklorik bebeklerin uyandıracağı etkinin esamisi binde bir bile değildir. Artık her türden Türk müziği, yerini pop, caz, rock ve klâsik batı müziğine terk etmeye zorlanıyor. Birden bire ortaya çıkan müzik market(!)lere! (“market” kelimesi yerine “dükkân” desek ne olur?) baktığımızda pek az Türkçe kaset ve CD bulunmaktadır. Hele klâsik Türk müziği, halk müziği gibi alanlarda zar zor yaşayan kimi örneklerin kayıtlarını bulmak neredeyse imkânsızdır. Buna karşılık, dünyanın dev müzik şirketlerinin seri hâlde ürettikleri, kaliteli CD’ler, bu dükkânlarda diğerlerine göre dörtte bir oranında daha ucuza satılmaktadır. Dolayısıyla rekabet şansımız yoktur. Benzer şekilde kitap, dergi yayıncılığı sahasında da Türk kültürünün rekabet gücü yoktur. Televizyonlarımızın adları gibi yayın dünyamız da Türklüğe yabancıdır. Gazete, kitap ve dergilerin ya adı veya yazarı yabancıdır, yahut da işlediği konu yabancıdır. (Yetmişbeşinci yılı en iyi değerlendiren! vakfın yayınlarına bir bakınız.) Çeşitli yayınlarla Türk okuyucusuna, seyircisine ve kültürüne yabancı mikrobik virüsler aşılanmaya çalışıldığı görülmektedir. Hangi tarafa bakarsanız, bakınız, Türklüğü, Türk kültürünü yücelten bir faaliyetten öksüz; ecnebi kültürünü işleyenlerin ise alabildiğine özgür, pervasız ve destekli olduğu açıktır. Üstelik bu, sadece özel kuruluşlar (veya misyoner örgütler) tarafından değil, maalesef bizzat Türk devleti ve onun kurumları eliyle yapılmaktadır. Türk kültürüyle uzaktan, yakından ilgisi olmayan, ancak onun kültürü gibi gösterilen bir başka kişiliksiz, aşağılık ve tuhaf kültür, âdeta Türk milletine zorla giydirilmeye çalışılmaktadır. Ne acıdır ki bu eritme (asimilâsyon) sürecinde Türk devleti bir taşeron olarak kullanılmaktadır. Türk milletinin imkânları, devlet eliyle birtakım misyoner faaliyetlerine akıtılmaktadır. Bu misyoner faaliyetleri içinde yer alan, müzik ve sanatın diğer dallarında düzenlenmekte olan dev şenlik, yarışma ve festivaller, derin gaflet uykumuza acı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Dikkati çeken husus; bu şenlik veya festivallerin sponsorlarının daima devletin kurumları ve bankaları olmasıdır.
Bir süre önce yayınlanmaya başlayan bir banka reklâmında da bu durum doğrulanmaktadır. Reklâmda “Yahu arkadaş; Amerikalısı, Rus’u, her gün biri gidip biri geliyor, bunlar, bu gücü nereden buluyor, bunların arkasında kim var?” şeklinde sorulmaktadır. İşte kanaatimizce meselenin düğüm noktası buradadır. Yabancı devletlerin menfaatleri için yaptıkları faaliyetlerin tabiî karşılanması gerekir. Mesele, bunların arkasında Türk milletinin parasını çarçur eden misyoner taşeronluğu yapan devlet kuruluşlarının olmasıdır. Gerçekten o reklâmın sahibi banka, kuruluş yıldönümü dolayısıyla yurt dışından binlerce sanatçı ve topluluk getirtmiştir. Bunların içinde Türk devlet ve topluluklarından bir tek sanatçı ve gruba rastlamak mümkün değildir. Yüzlerce örneği görülen bu durum, önemle üzerinde durulması gereken bir husustur.(*)
Türk devletinin, bütün kurumlarıyla, sonsuza kadar hür ve bağımsız yaşabilmesi için evvelâ Türk milletinin ve onun kültürünün bu topraklarda mevcut olması lâzımdır. Nasıl başka bir milletin Türkiye adıyla var olmasının bir önemi yoksa, başka bir milletin kimliğine büründürülmüş bir milletin varlığının da bir önemi yoktur. Onun için gaflet içindekilerin uyanarak, hainlerce kullanılan devlet imkânlarının, bundan böyle Türk milleti ve onun kültürü lehine kullanılır hâle getirmeleri lâzımdır. Bu milletin tüyü bitmemiş yetiminin parası ile ecnebî uşaklığını özendirmeye, kendi kültüründen koparıp, başka kültürlere köle yapmaya, kimsenin cesaret edememesi gerekir.
Türk devletini sonsuza kadar pâyidar etmek isteyen muhterem zevatı, Türk devletinin bütün kurum ve imkânlarını, yine Türk milleti için, sonuna kadar kullanmaya davet ediyoruz; Hadimi millet olunuz. Aksi hâlde tarihin çöplüğünde boğulacaksınız.
(*) İstanbul Festivali, Ankara Müzik Festivali, Tiyatro Caz ve Karikatür Festivalleri, bunlara örnek olarak verilebilir.