Sanche de Gramont ‘den çeviri
Yaşlı, ama hâlâ arzu edilen bir hanım
Akademi’yi, imparator ve cumhurbaşkanlarının iradelerinden ziyade, kenarları kalkık, rahatsız edici resmî şapkayı giymeye ve her Perşembe öğleden sonrasını, kelimelerin tarifleri üzerinde derinden derine durmaya can atan insanlar ayakta tuttular. Akademi, Victor Hugo’nun, onu baştan çıkarmak için giriştiği beş teşebbüsün birincisinden sonra dediği gibi, yaşlı, ama hâlâ arzu edilen bir hanım. Hugo şunları da söylemişti: “Bütün büyük adamlara boynuz taktırıldı. Napoleon’a da taktırdılar, bana da.” Sözlerinin, bir kanun telâkki edilmesi gerektiğini düşünecek kadar kendisini önemli gören bu hilkat garibesi Hugo, sanki din konusunda mutlak bir ifade imişcesine, uzun bir sessizlik devresinden sonra bir grup bilgili adama, “Ben Allah’a inanıyorum”, diyebilirdi.
Gelgelelim, Seine Nehri’nin sol sahilinde, Akademi’nin bulunduğu binanın küçük kubbesi altında kendisine yer bulmak için ardı ardına giriştiği teşebbüslerle, şahsiyetini ve haysiyetini zedeledi, diğerlerinin, alay ve istihzalarına maruz kaldı. Eleştirici Sainte-Beuve, gazetesindeki sütununda şöyle diyordu: “Hugo, Akademi’ye üye olmak istiyor… O, eline bir fikir geçirince, bütün enerjisi ile bu fikri kamçılar, iter ve siz, onun nüktelerinin oluşturduğu ağır süvari birliğinin ve mecazlarından oluşan topçu birliğinin yaklaşmakta olduğunu uzaklardan duyarsınız.”
Hugo’nun en tesirli silâhı yaltaklanmasıydı. Silik bir tarihçi olan Charles de Lacretelle’ye şunları yazdı: “Benim muhterem ve meşhur arkadaşım, iki ciltlik eserinizi henüz bitirdim. Eğer vakit çok geç olmasa idi, bu muhteşem sayfaları dolduran asil ellerinizi sıkmak için evinize koşmak isterdim. Demek ki insanı, İncil gibi, başka âlemlere götüren ve Virgil kadar zevklendiren başka eserler de var.”
Güzel, ama nasıl taharetlenecek?
Hugo’nun muhasarası sonunda Akademi, teslim bayrağını çekti, fakat oraya girmeye azmeden diğer şairlerin gayretleri neticesiz kaldı. Fleurs du Mal’ın müstehcen diye takbih edilmesi, şahsı aleyhine ağır bir handikap olmasına rağmen, Baudelaire, üyeleri sabırla ziyaret etti. Huysuz bir ölümsüz ona demişti ki: “Ben kendim, efendim, hiçbir zaman orijinal olmadım.” Akademi, dün olduğu gibi bugün de, göz kamaştırıcı kabiliyetleri ve şatafatlı davranışları şüphe ile karşılar. Akademi’nin tasvib etmediği şey, Baudelaire’in, uyuşturucu madde kullanması değil, uyuşturucu madde kullandığını ilân etmesiydi. Üstelik, çok sayıda Akademi üyesi indinde Baudelaire, bir çılgın, bir deli idi; çünkü Louvre Müzesi’nde, Greklerin, insan başlı at şeklindeki mitolojik yaratığının (centaur) vücudunu ve organlarının boylarını ölçerken, şunları mırıldandığnı görmüş, işitmişlerdi: ‘Hayır, hayır vücudunun her tarafına uzanamaz, taharetlenemez.”
Akademi’nin protokolü Baudelaire’e öylesine ızdırap veriyordu ki, intihar etmeyi bile düşündü. Nihayet, Akademi’ye alınmak için müracaat edenlerin listesinden adını geri aldı, ve kendisine, bir daha başvurmaması tavsiye edildi. Dumas père, çok velûd bir yazar olduğundan reddedildi. Sembolist şair Leconte de Lisle değil de, basılmış bir tek eseri dahi bulunmadığı için avantajlı sayılan Duc d’Audiffret-Pasquir alındı. Fakat Akademi’nin kapısından geçer geçmez, ilhamın n sesini işitti ve amcasının hâtıralarını yayımladı.
Akademi’ye alınması için müracaat eden bir namzedin, Baudelaire’e ızdırap veren ziyaretlere, üyelerin, muhavere, ve nutuklarında söyledikleri sözlerin anlatılmak istenenlerle contrapuntal (kişi veya daha fazla melodinin beraberce çalınmasından husule gelen ses tonu) ilişkiler bulunduğu ihsas edilen ince nezaket tonuna adapte olabilecek yeteneklere sahip bulunduğunu göstermesi, bir tür nihaî imtihandır.
Discours de reception
Över görünürken yerin dibine batıran bu ruh asilzâdelerinin, aynı nezaketi, Akademi’ye kabul edilen yeni üyelerin, diğer üyelere tanıtılması için tertiplenen törende yaptıkları teşekkür nutuklarında da belirtilir. Böylece egzotik romanlar yazarı Pierre Loti’nin discours de reception’una cevap veren bir ölümsüz dedi ki: “Sizi öven bir şarkı terennüm etmek isterdim, ama siz, benim yapabileceğimden çok daha iyisini başardınız.”
Yeni üyelerin Akademi’ye teşekkür nuktu, 1640’a kadar uzanan bir gelenek. Kimsenin övmediği Olivier Patru adında biri, kendisini kabul ettikleri için öylesine belâgatli bir hitabe ile teşekkür etti ki, Akademi, ondan sonra her yeni üyenin bu tür nutuk vermesini istedi. Aradan geçen üç yüz seneye rağmen, teşekkür nutukları hâlâ önemli bir hâdisedir. Bu nutuklar, Le Monde gazetesinde tümü ile yayımlanır. Asırlardır süregelen geleneğe göre, söz konusu hitabelerin formları şöyledir: Yeni üye, ilkin Akademi’yi bir bütün olarak göklere çıkarır ve ardından, yerini aldığı ayrılmış ölümsüzü över; ve daha sonra, Akademi’nin yaşlı çocuklarından biri, aralarına yeni katılan bu üyenin hayatından ve eserlerinden bahsederek ona hoş geldiniz der. Bu âyinin iyi bir misâli, Aralık 1967’de, kalabalık bir araştırıcı heyetiyle yaptığı iş birliği neticesinde meydana getirdiği cıvık ve basit tarihî romanların velûd yazarı ve kırk dokuz yaşında iken bu hayret uyandıran topluluğa katılmakla en genç üyeler arasında yer alan Maurice Druon’un teşekkür nutkunda söyledikleridir.
Druon, Akademi’yi, yerinde bir buluşla, İngiliz Lordlar Kamarası’na benzetti: “Yönetmeliği eski, âdetleri eski, ama zarif, ve zamanla da geliştirilmiş. Elinde kesin bir otorite yoksa da, ahlâkî otoritesi üzerinde tartışılamaz… Bu çatı altında, nezaket kuralları üzerinde bilhassa durmanızdan ötürü, üyelerin biribirlerine duydukları yakınlıktan ötürü, tamamlayıcı özelliklere müsamaha etmesinden ötürü, basiretli yakınlık bağlarından ötürü, üyeler arasındaki mutlak dayanışmadan ötürü bir kulüp ruhu hâkim. Bütün bunlar, İngiltere’nin kuvveti idi, ve şayet bu ruhu sizin aranızda bulacağıma emin olmasaydım, onu (Lordlar Kamarası’nı) kıskanırdım.”
Akademinin eskilerinden bilgin Pasteur’un, mesleği hekimlik olan bir ahfadı Louis Pasteur Vallery-Radot’un, Droun’un teşekkür nutkuna verdiği cevap bir üfemizm, (Kötü bir sözü yumuşatarak söyleme) cevheri idi. Droun’un babasının intihar ettiğini ihsas eden Pasteur dedi ki: “Bizim hayatımızı yaşamayacak kadar inatçı bir insan olduğundan, kendi arzusu ile bu dünyayı terketti.” Droun’un arrivizm’i (her ne pahasına olursa olsun tepeye tırmanma azmi), Pascal’ın bir sözünün iyice yerleşmesine vesile oldu. Herhangi bir tez desteklenirken, daima bu eski Fransız söz üstadlarına başvurulur): “Aşk ile başlayan ve ihtiras ile sona eren hayat, ne mutlu bir hayattır.” Pasteur’un ahfadı, Droun’un kitaplarını överken ki- durum bunu gösteriyordu- onun, göz kamaştırıcı mânasız cümleleri üzerinde de durdu. Meselâ: “Kendisini ihtirasın revüsüne kaptıran hemen hemen herkes gibi, Mary’nin de bir gözü, diğerinden hafifçe küçüktü.”
Akademi, kendisini hâlâ vatanî görevler yüklenmiş bir devlet müessesesi olarak görür ve ülkeye hizmet edenlere üyelik bahşeder. Paul Valery, 1931’de Mareşal Petain’i, vatanseverliliğin sağduyuyu gölgelediği kelimelerle karşıladı. Verdun kahramanına, “Siz, büyük bir şey keşfettiniz”, dedi. Bunu, ancak bir dâhi keşfedebilirdi. Siz, şunu keşfettiniz: Silâh gücü öldürür…” Fakat bir nesil sonra, bu dâhi ve diğer iki ölümsüz Akademi’den kovuldular. (Petain, İkinci Dünya Harbi’nde Almanya, Fransa’yı istilâ ettikten sonra, Fransa’daki kukla hükûmeti kurmuş ve harbin sonunda, bir adada ölünceye kadar mahkûm edilmişti.)
Akademi, Fransız ordusu gibi, hâdiseleri bir harp geriden takip ediyordu. Yine de, kendi bildiği tarzda, iyi ve yerinde işler yapmaya çalıştı. Akademi’nin, Almanya ve Fransa, 1939’da biribiriyle harbe giriştikten sonraki ilk oturumu, 7 Eylülde idi. Tıpkı, ellerindeki cephanenin tükenmesine rağmen, kendilerinden sayıca üstün düşmanla sonuna kadar çarpışacaklarını siperinden birliklerine söyleyen general gibi, Akademi’nin sekreteri Georges Duhamel, şu bildiriyi ilân etti: “Efendiler, ne olursa olsun, bizler, yine her Perşembe buradaki toplantılarımızı sürdüreceğiz.” Duruma uygun bir tesadüfle de, lûgat komisyonu o gün, “tecavüz” üzerinde duruyordu. Emekli büyük elçi Maurice Paleologue, “hücum”’ ve “tecavüz” arasındaki farkı belirtti: Tecavüz, kışkırtılmadan ve habersizce yapılan hücumdu. Sonunda, şu tarif kabul edildi: “Hücum edenin hareketi.” Alman panzerleri Fransa’yı ezdiği sırada lûgat komisyonu, hiç rahatsız edilmemişçesine, “tecavüz” kelimesinin sosyal münasebetlerde şiddet ima edip etmediği meselesini müzakere ediyordu.
Süt beyaz mıdır?
Lûgat, günümüzde bir alay konusu ve Akademi’nin, lengüistik dâvaların temyiz mahkemesi olarak da fonksiyonu azaldı. Her şeyin hız kazandığı bir devirde, Akademi, bir lûgatı elli yılda hazırlıyor. Öyle ki, kelimelerden bazılarının tarifleri, lûgat nihayet yayımlandığı zaman, artık eskimiş tarifler arasına karışmakta. Ne var ki, öteki kadim (çok eski) müessese-Katolik kilisesi- gibi, Akademi de, doktrin konularında, kendisinden beklenen vakur mütalâa ve istişarelerden sonra karar vermek icap ettiğine inanır. Her nüansı üzerinde durulduğundan, kelimelerin tartışılması bazen haftalarca sürer. Akademi üyelerinin çeşitli mesleklerden gelmiş olmaları- 1950’lerdeki bazı toplantı zabıtlarından alınan aşağıdaki pasajlardan da anlaşılacağı üzere- hukuk, tıp ve diğer sahalarda, uzmanların düşüncelerine başvurulması imkânını sağlar: Beyaz, önceki tarif: “kar’ın, sütün rengi.”
Fizikçi Louis de Broglie, beyazın bir “renk” olmadığına işaret eder.
Şair ve dramatist Paul Claudel der ki: “Paris’te süt mavidir.”
Balsac ve Shelley’nin biyograficisi, “Çiftliklerde sarıdır”, der.
“Sütü bırakalım ve kimsenin üzerinde münakaşa etmeyeceği kar’ı alalım.”
“Ama kar islendiği vakit ne olacak?”
Vahşi, önceki tarif: “Akıldan yoksun hayvan.”
“Fakat bütün hayvanlar akıldan mahrumdur. Descartes’e bakınız:
Hayvan-makinesi teorisi.”
“Aziz meslekdaşlarım, biz buraya bir lûgatı düzenlemek için geldik, metafizik durumları tartışmak için değil. Littre (akademi’nin lûgatına rakip olan lûgat kitabı) bu konuda ne diyor?”
“Hayvanın, insandan en uzakta bulunan şeyi.”
Üyeler bağırmaya, çağırmaya başlarlar: “Çok uzun”, “kötü yazılmış” “müphem.”
“Vahşi kelimesi”, diyor Jean Cocteau, “Hayvanlardan ziyade insanlar için kullanılır. ‘O boğa güreşçisi vahşidir’, denmez.”
“Besbelli de ondan! Vahşiyi, akıldan mahrum bir yaratık olarak tarif edelim. Bu tarif de, hem beşer vahşilerini hem hayvan vahşilerini içine alır.”
“Ooo! Aziz meslekdaşım, tekrar metafiziğin içine gömüldük… Bu tür meselelerde taraf tutmak, Akademi’nin vazifesi değildir. Toplantı, önümüzdeki oturuma kadar ertelendi.”
Tabiat kanunlarına aykırı, ama zinde ve sıhhatli
Bütün bunlar, beyhudelik üzerine egsersizler gibi görünüyorsa da, Akademi üyeleri kendilerinden zerrece şüphe etmezler. Akademi üyeliği hâlâ Ortodoks (muhafazakâr) bir edebî hayatın zirvesi telâkki edilir. Akademi, kibar sosyetenin değişen akıntılarında su üstünde nasıl kalınacağını ve muhataplarını pohpohlamayı iyi becerdiğinden ve konformite (değişen düşüncelere ayak uydurmak) yolundan ayrılmamaya azmetmiş olmasından ötürü, medyayı günü gününe takip eden bir ev sahibesi hanımın sağ tarafında nasıl yer kazanılacağını erken yaşlarında öğrenen, ve nüfuzlu düşman kazanma hünerine sahip bir çeşit edebî kariyeristler yarattı. Kendisine teklif edildiği zaman dahi reddedecek bir Sartre’a mukabil, yeşil üniformayı sırtına geçirmeye can atan düzinelerle Droun var. Hem orası, hiçbir zaman teklif edilmez: siyasî bir mevki peşinde gidiyormuşçasına kampanya yürütmek gerekir.
Duc de Castrais, 1967’de dördüncü defa Akademi’nin kapısını çaldı. Bir zaferin mi kutlanacağı yoksa bir mağlûbiyetin tesellisi mi olacağı bilinmeksizin bir şampanya ve pasta partisi hazırlandı. Gelgelelim, o yıl Akademi’de yeterli sayıda “dük” bulunuyordu. Düşes (Dük’ün karısı), bir davetliye şu sırrı açıkladı: “Dört kitap yazdığı zaman, kendisine, Akademi’de bir yerin garanti edileceğini söylediler, ve onun şu anda, yayımlanmış ondört kitabı var.”
Bir dük, günümüzde, sadece dük olduğu için Akademi’ye üye seçilemez, ve belki de bu, Akademi’nin değişme perspektifi içinde gelişmenin köklü bir işareti. Fakat ben, onun bu çağdışılığına istihza ile dudak bükmekten ziyade, önceleri, hanımların aşırı incelikteki salonlarının atmosferinden kaçmak için bir araya gelen bu kültürlü insanlara, böylesine dayanma gücüne sahip oldukları için hayranlık duyuyorum. Richelieu’nun kurduğu müesseseler arasında hayatiyetini hâlâ devam ettiren bu – tıpkı Malroux’un, bir gün bir yazar olarak değil de, Paris’in bir çamaşır yıkayıcısı olarak hatırlanabileceği gibi- Akademi’yi incelemeye çalışmak, pekçok sayıda bitki ve hayvan türlerinin cıvıl cıvıl kaynaştıkları bir ormanda, neslinin çoktandır tükendiği bilinen bir varlığın son örneğini aramak gibi bir şey: Özellikleri, artık değişen şartlara uymuyorsa da, tabiat kanunlarını yalancı çıkarırcasına zinde ve sıhhatli.
Horizon dergisinden (Sonbahar), 1969.