Türk târihinin en önemli başlıklarından “fetih”, etimolojik bakımdan ne kadar Arabî görünse de, Asr-ı Saâdet’den sonraki bütün mânâ derinliğini Türk milleti mârifetiyle kazanmıştır. Bu kutlu tâbir, harfleri arasına sıkıştırılan “açma, açılma” iksîriyle; köy, kasaba, ülke ve hattâ kıt’â kalabalıklarına insanlık şifâsı taşıyan bir ferahlık kaynağı olmuştur. Fetih vâkıâsını, dinî ıstılah seviyesinde tutarak varılacak yerde, Türk’ün millî heyecânını kapı dışında bırakma ihtimâli vardır. Çünkü, kendini fethe adayan Türklük mahşeri, uğruna canını koyduğu bu hedefe, diniyle berâber örfünü de düşünerek yönelmiş ve koşmuştur. Yâni, pek çok İslâmî motif gibi, fetih de Türk’ün candan kabûllenişiyle millî sıfatlar kazanmıştır.
“Fâtih, fettah, miftah, fütûhât…ilh.” tarzında sıralanan akrabâ kelimeler, Müslüman Türk câmiâsının, fetih kapısından girerek heybesine koyduğu gönül ferahlığı erzâkıdır. Abdülkerim Satuk Buğra Hân’ın muştulu rûyâsı ile Mâverâü’n-nehir ve Fergana diyârlarından başlayarak Viyana kapılarına kadar Dünyâ’nın çok mühim bir kısmına fetih kumaşları biçen Türk milleti; İslâm öncesindeki hâkimiyet telâkkîlerini de yeni inancına raptedip, insan haysiyetinin dokunulmazlığına en sağlam mânevî surları örmüştür.
Türk’ün “fetih”le birlikte duruşunu anlayabilmek için; vaktiyle fethettiği, fakat, kaderin sâikiyle elinden çıkardığı şehir, belde ve bölgelere bakmak lâzımdır. Bu mukâyese, çok mühim bir insânî raporu gören-görmeyen gözlere takdîm edecektir. Muhtelif iklîmleri bünyesinde barındıran Hind diyârındaki Türk fütûhâtı, bugünkü Hindistan’ın en az üç misline ulaşan bir genişliğe bayrak sallıyordu. Pâkistan’dan Bangladeş’e ve daha da ötelere uzanan Hind ülkelerinde, mübâlağasız bin yıldan fazla art arda Türk devletleri kurulmuştur.
Bu kadar uzun zaman Hind’e hâkim olan Türkler, kaderin kendilerine çizdiği mecrâda, oradan çekildiklerinde, arkalarında kendi otantik dillerini konuşan bir kabîleler halitası bırakmışlardı. Aynı coğrafyaya, en fazla iki yüz yıl hükmeden İngiliz’in ardında ise, resmî dili İngilizce olan bir topluluk kalmıştı.
Bu misâli, Balkanlardan Orta Doğu’ya, Kafkaslara, Akdeniz’in güney sâhillerinden Sahrâ ortalarına kadar uzanan Osmanlı bakıyesi topraklarda da, hiç değişmeden tekrarlanmış görüyoruz.
Türk’ün fetih idrâki, insan haysiyeti üzerine binâ edildiğinden; zorla dil, din değiştirtmek ve kültür empoze etmek, Türk’e yaraşan hâllerden değildir. Bâzı sıkıntılı ânlarımızda, Avrupalı sömürge ehline bakarak hayıflandığımız ve arka arkaya “keşke”li cümleler kurduğumuz vâkidir. Lâkin, bizim o sömürücü derekeye inmemiz, ortada tâlip olacağımız fazîlet bırakmaz.
Bizi biz yapan ve Türk’ü yücelten değerlerin başında, insana bakışımızdaki engin, derin seviye vardır. Bu beşerî tavrı bir kenâra koyarsanız, geriye fazla bir şey kalmaz ve biz de İngiliz’in, Fransız’ın, Rus’un, İspanyol’un sınıfına dâhil oluruz. Hakîkat odur ki, şimdiye kadar, Türk’ün o isimlerde sınıf arkadaşları olmamıştır,
İnsan, bâzı duruşlarıyla tam bir kapalı kutudur. Onu açmanın, zannedildiğinden daha zor olduğunu, yaşanan insanlı zamanlar gösteriyor.
Uhud Muhârebesi esnâsında, Hz. Peygamber’in gözü önünde, karnı deşilmek sûretiyle şehîd edilen Hz. Hamza, arkasında telâfisi güç bir boşluk bırakarak Hakk’a kavuşmuştu. O esnâda, Hz. Hamza’nın kaybının verdiği hislerle dolu bir Müslüman asker, altına yatırdığı düşmanın boynunu vurmak üzereyken, devamlı kelime-i şe hâdet getirmeye başlayan müşrik nefere pek aldırmaz ve son hamleyi yapmaya niyetlenir. Hâdiseye, yakın mesâfeden şâhid olan Allah Resûlü, şehâdeti sâbit olan kişinin artık Müslüman olduğunu, dolayısıyla da öldürülmemesi lâzım geldiğini ifâde eder. Buna rağmen, geri adım atmayan Müslüman cengâver, düşman neferinin korkudan ve canını kurtarmak için kelime-i şehâdet getirdiğini söyler. Hz. Muhammed’in buna cevâbı, hârikulâde bir kalb iksîridir:
“- Nereden biliyorsun? Kalbini açıp da gördün mü?”
Îmân, kalble varılacak menzîl ise, silâhın bunda dahli aranır mı? Aranırsa, îmâna halel gelir. Nebî mesajı, insanın merkezine tutulmuş fevkalâde bir projektör hükmünde.
Bâzılarının sandığının aksine, fetih: şehir, belde veyâ ülke cesâmetindeki mahâllerin ele geçirilişi mânâsına gelmiyor. Asıl fetih, kalbe uzanan ve o beşerî karargâhın kapalılıklarını âşikâr eyleyen fiiller yekûnudur. Türk’ün şiârına yakıştırdığı fetih, kesinlikle kalbden geçen yolculuk mâcerâsıdır.
Anadolu ve Rûmeli’nin muhtelif köşelerinde yaşanarak menkıbe, efsâne ve destânlara yerleşmiş nice hikâye, kalbe dâir fetih işinin, nasıl ustalıklı programlarla gerçekleştirildiğini, dinleyen ve okuyanlara tekrarlayıp duruyor.
Müslüman Türk’ün Anadolu’yu vatan tutma gayreti, Ahmed Yesevî Dergâhı’ında fırına verilmiştir. İlerleyen asırlarda Rûmeli’ne uzanan mücâdele sayfalarının mürekkebi de, aynı dergâhdan gönderilmiştir. Yesevî harekâtını, şahıs ve devir ayırımı yapmaksızın, bir bütün hâlinde görmeli ve anlamalıdır. Çünkü, bahsedilen sofranın etrâfına, Yesevî’den yüzlerce yıl sonra bağdaş kurup oturan gönül erleri, kendilerini hep Hoca Ahmed Yesevî’nin dizi dibinde görmüşlerdir. Bizim fetih ışığımızı, her kıt’â ve asırda, dâimâ o dergâhdan yakılmış çerağlar huzmelendirmiştir.
Bu fetih ışığını tahlîl etmeden, Türk’ün târihe verdiği pozu anlamak, anlatmak ve de hazmetmek mümkün değildir.
“Pîr-i Türkistan” unvânı, Kürre-i Arz üzerindeki bütün Türk diyarlarında yaşayan cümle Türklerin gönül ittihâdı ile, Ahmed Yesevî’ye verilmiştir. Bu unvânda kastedilen “Türkistan” sözü, Asya’nın merkezinde çizilen mahdûd bir coğrafyayı değil, tekmil kıt’âlardaki Türk mülklerini kuşatıyor. Ahmed Yesevî de, böylesine muazzam bir mekân ile, o mekânda huzûra yatan Türklerin pîri makâmına oturtuluyor.
“Horasan Erenleri” denilen gönül ordusu; müsellâh ordunun yolunu açan, olmazları mümkün kılan ve kerâmetler içinde kalb saltanatı kuran, “öncü” misyonunu önden de, arkadan da aynı heves ve iştiyâkla beşeriyete tasdîk ettiren hakikî “er”lerden müteşekkildi. Bu ordunun tek silâhı vardı ve adına, “Müslüman Türk’ün zihniyetini tanıtmak” mânâsına, “irşâd” deniyordu. Yâni, ışıksız kalblere çerağ tutmanın “erence”si, “irşâd” oluyordu.
Fethi kararlaştırılan müstakbel Türk illerine, bir daha çıkmamak üzere giren, ebedî istirahatleri için de o yeni toprakları seçen bu Horasan Erenleri arasında, biyolojik ve irsî bakımdan Horasan’la hiç bağı bulunmayanlar dahî, en az Yesevî Dergâhı’nın, Horasan’da görünen ilk müridleri kadar Horasanlı bilinmiş, öyle sayılmışlardır.
Hoca Ahmed Yesevî’nin gönül hazînesinden, kalem mârifetiyle kâğıda dökülen “hikmet”ler, aslında Türk’e gelin gelen “Fetih” nâm güzelin evsâfını anlatır. O, öyle mânâ yüklü bir izdivaçdır ki; eşine menendine rastlama imkânı da, ihtimâli de yoktur.
“Fetih”e dâmâd olmak saâdeti, ne kadar zirveye oturuyorsa, Ebu’l Feth” kelâmına İstanbul’un tapu kaydını koyan pederî bakış da, o derecede yüksek rasat kâbiliyetine sâhiptir. Her iki duruşun da saltanat hil’atleri, Horasan Erenlerinin terzihânesinde dikilmiştir.
“Türk” ve “Müslüman” tâbirlerinin, hiçbir maksada dayanmaksızın birbirlerinin yerine kullanılmalarında, fetih idrâkinde uçma rekorları kıran Türk kanatlarının, muhteşem bir payı vardır.
At gözlüğü, görüş ufkunu daraltan ve asıl görülecekleri perdeleyen bir nazar daralmasıdır. Dün olduğu gibi, bugün de Türk’e ve onun târihine at gözlüğü ile bakanlar, maalesef, bu fetih ışığını fark edemiyorlar. Bir kısım kasıt ehlinin ise, gözleri –yarasa misâli– ışıktan rahatsız oluyor:
“Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan”
diyen Ziyâ Paşa, “ziyâ” tâbirinin içine, kendi adı da dâhil, pek çok mânâyı sığdırmış. En ziyâde de, kalbe nüfûz eden fetih ışığı, “huffâş-mizâç”ların vicdan ve irfânına tutulmuş.
Aklıyla gönlünü aynı hizâya çekebilenler, hakkâniyet terâzisinde Türk’ün fetih ışığını her zaman görmüş ve bunu sitâyişle anlatmışlardır. Ne var ki, at gözlüğü kullanan kuru kalabalığın gulgulesi, bu isâbetli teşhisleri gölgelemeyi başarmıştır. Yalan, bühtan ve en kötüsü hınç ve kin bulaşmış hezeyânlarla Türk’e mezâr hazırlayanlar, bunu kendi diyarlarından daha fazla, bizim öz yurdumuzda pazara çıkarmışlardır. İşin, belki de en can yakan, yürek burkan tarafı, bu bezirgân tavlamalarına, sayısı kabarık Türk çocuğunun kapılmış olmasıdır.
Bugün, cemiyet olarak yaşadığımız sıkıntıların tamâmına yakınının devâsı, fetih ışığında dizili durmaktadır. Birlikte yaşamanın, huzûr içre gelişmenin, yarınlara güvenle bakmanın, çağlara hükmetmenin, ancak fetih ışığı ile mümkün olduğu, iyice anlaşılmıştır. Bizi, bilerek ve Müslüman Türk’e hasmâne tavırlar koyarak bu ışıktan mahrûm bırakanlar, kabûl etmek lâzım ki, epeyi mesâfe almışlardır.
Fetih ışığının, temel insan haklarını has bahçeye ekip ihtimamla yetiştirmesi; her çeşit inanca, en güvenilir kefil sıfatıyla imzâ atması; kimsenin kimsede zerre miktârı hakkını bırakmayan bir adâlet sistemine bânî oluşu gibi esaslı ve kapital hasletlerini incelemeye, hayli geniş zaman ve mesâî harcamak gerekir. Ancak, bu ışığın temin ettiği imkânlarda, hangi tipte bir insanın ömür sürdüğünü anlamak için, rastgele, tasımızı ummâna daldıralım ve kısmetimize düşen suda görünenlere bir bakalım.
Diyelim ki, bu, Tuna’nın suyu olsun ve tasımız elimizde, Tepedelen Palankası’ndan içeri giriyoruz. Estergon yakınındaki bir tepe üzerine kurulmuş Tepedelen Palankası, Tuna’nın karşı sâhilindeki Ciğerdelen Palankası ile birlikte, Estergon’u emniyet altına almak maksadıyla inşâ edilmiş askerî bir üs durumundadır.
Estergon’a “Serhad Kalesi” diyenler, Tepedelen Palankası’na “Kelle Koltukta Dolaşılan Yer” kelimeleriyle iltifat ediyorlar. Her dâim genç nüfûsun bulunduğu Tepedelen’de, sâkinlerin yaşlanma ihtimâli, son derece zayıftır. Çünkü, burada, bırakın sabahtan akşama helâlleşerek dolaşmayı, gün içindeki vakit namazları arasına dahî, şehîd tâdâdı konmaktadır.
İşte, bu evsâfdaki Tepedelen Palankası, Tuna beldelerimiz arasında çini atölyeleriyle öne çıkmaya muvaffak olmuştur. Çini ile Tepedelen’i yan yana koymak, ancak fetih ışığı ile imkân dâhilindedir.
Çininin künhüne vâkıf olanlar, o ince işçiliğin mahâretini mâvi rengin pişkinliğinde ararlar. Tepedelen çinilerinde, mâvi dışındaki renkler de, mâviye rakîb olacak güzellikte toprağa sinmiştir. Böylesine fevkalâde bir san’at ürperişini, esas vazîfesi serdengeçtilik olan Türk cilâsunlarıyla ölümsüzleştirmek, Dünyâ estetik kriterlerinin en heyecân vericisi değil midir?
Tepedelen Palankası’nda îmâl edilen ve üzerine Türk’ün fetih ışığı akseden çinilerinde, bir büyük medeniyet ile o medeniyete omuz veren aynı büyüklükteki zihniyetin resmi çizilmiştir. Horasan Erenlerinin nefesiyle pişirilmiş o çiniler, Mâverâü’n-nehir’den Tuna’ya gönderilen cesâret mesajlarını, şehîd çeyizi berraklığıyla, asırlardır saklıyor.
Ömer Seyfeddin’in, “Başını Vermeyen Şehîd” isimli hikâyesinde dile getirilen Grejgâl Palankası ile o palankadaki gâzîleri gözümüzün önüne getirip, Tepedelen Palankası’yla bir arada düşündüğümüzde; Grejgâl Kadısı, Deli Mehmed, Deli Husrev gibi mübârek vücûdların, Tepedelen’de de toprağa düşmüş olduğunu anlıyoruz. Grejgâl’den Tepedelen’e giden yol üzerinde, Peçuylu İbrâhim(Peçevî) ile Evliyâ Çelebî’yi, Ömer Seyfeddin’e menzîl mâlûmâtı aktarırken görüyoruz. Üçünün de alın ve yüzlerine fetih ışığı vurmuş; Tiryâkî Hasan Paşa’nın, hakîkati kerâmete havâle eden cehdini arıyorlar.
Zamâne aynasında tecellî eden cüceliğimiz, fetih ışığından nasîbimiz olmadığını, cümle âleme ilân ediyor. Büyük ve sözü dinlenir ülke olmanın elbette rakamlara yüklenmiş bir yükü bulunmalıdır. Lâkin, en az onun kadar önemli başka hissedişler de epeyidir semtimize uğramıyor.
Mesâha ve ekonomik kudret ölçüsünde tesir gücü olan târihî büyüklük, Dünyâ’da hiçbir millete bizimki nisbetinde kısmet olmamıştır. Gelgelelim, “Mâbûd”un verdiğini idrâk edecek “Mahmûd” yok. Çok değil, yüz yıl önceki kırpılmış, budanmış hâlimiz bile, bugünün “şamar oğlanı” figürüne ciddîyet dersi verecek mevkide duruyor.
Elimizi attığımız her mes’ele, idârî hamâkatımız ve şer güçlerin gayretiyle başımıza çuval olarak geçiriliyor. Bunda, yığınla müsebbib aranabilir ama, târihî büyüklüğümüzün farkına varamayışımızın, çuval sayısını arttırdığı muhakkak. Siyâsetin, lüzûmsuz lâf kalabalığı ve hadsiz- hesapsız seyâhat ibtilâsı olduğunu zannedenler; 23 Nisan 1543 günü Edirne sokaklarından Meriç misâli akan “Muhteşem Süleymân’ın muhteşem ordusu”nu hiç tanımamış görünüyorlar. Bu, rûyâ gibi resm-i geçidi, Kaanûnî’nin mecbûrî dâveti ile, Dünyâ’nın tekmil diplomatik heyetleri, küçük dillerini yutma hâlleriyle seyretmişlerdi.
Cihân’ın, ayağımıza geldiği bir duruştan, başkalarının ayağına giden ve de kaale alınmayan, futbol müsâbakası seyri kadar bile kıymet-i harbîyesi olmayan “süpürülme” noktasına nasıl geldik?
Arabeskin en mübtezel hâline parmak dayayıp kof heyheylerle vitrin güzeli seçilmek; çürük, temelsiz ve ufuksuz hamlelerle millî tesânüdü ber-havâ etmek; Türk’ün, Müslüman görünüşünü gündelik basit hesapların çetelesine dâhil etmek gibi, daha da çoğaltılabilecek ham-ervâhlıklar, maalesef, 21. asrın kısmetimize düşürdüğü tâlihsizlikler şeklinde, yanı başımızda duruyor.
Bu baş ağrılarının, migrene dönüşmeden atlatılması, ancak fetih ışığını görüp, cümle flûluklarımıza tutmakla mümkün. O ışığın içinde, hem Tepedelen çinilerinin gökyüzü kadar engin mâvisi, hem de Estergon Seferi’ne çıkan Ordu-yı Hümâyûn’un Edirne caddelerinde yürürken çıkardığı nal seslerinin, Avrupalı sefir kulaklarında bıraktığı asır-dîde yankısı var. O ışığın içinde, hem Kür-Şad ve otuz dokuz yiğidinin Vey Suyu’na düşen gölgeleri, hem de Dandanakân arefesinde Çağrı Bey’in Van’dan Urfa’ya uzanan Dâvûdî nârâları var. Fetih ışığına teşneyiz…