Sözlerime büyük Türk Dünyasına başsağlığı ile girmek istiyorum. Maalesef yine kalemimiz Türk milletinin büyük bir evlâdının kaybı için yazıyor. Elçi Bey, Türk milletinin önüne 50-100 yılda bir çıkan önderlerden biriydi, ancak bu millet, yine üzülerek söylüyorum, onun kıymetini bilemedi. Tıpkı bundan yaklaşık 1300 yıl önce Orhun Yazıtları’nda ifade edildiği üzere, Türk milleti şöyle demiştir: “Devlet sahibi idim, devletim şimdi hani? Kimin devleti için kazanıyorum. Kaganlı millet idim, kaganım hani? Hangi kaganın işini-gücünü çeviriyorum”. Böyle söyledikten sonra Çin imparatoruna düşman olmuşlar, ancak düşman olduktan sonra kendini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim olmuşlar.
Evet, Tanrı yüce Türk milletine birliğini ve beraberliğini sağlasın, Türk dünyasının liderleri arasında gerçek bir uzlaşma olsun diye, büyük Türk milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden yürüyen, onun manevî askeri olduğunu her vesile ile dile getiren, ne tesadüftür ki, tam 1938 yılında doğan Ebulfez Elçi Bey’i bir fırsat olarak göndermişti. Fakat ne Türkiye Türkleri olarak biz, ne de Azerbaycan Türkleri onun değerini bilemediğimiz gibi, üstüne üstlük birtakım güçlü dünya devletlerinin tesiriyle onu iktidardan uzaklaştırmak için eli mizden ne geldi ise yaptık. Halbuki o, daha ilk ortaya çıktığı günlerde bile “biz Türkçüyüz, Türküz. Atatürk demiştir ki, İslâm olmadan önce Türk olmuşuz” diyordu. O, Türklüğü vücudunun bütün zerrelerinde ve ruhunda inanılmaz bir aşk ve şevk ile hissediyordu. Geçmişteki olayların değerlendirilmesini pekçok yazımızda ve kitaplarımızda işlemiştik, bu konuyu bir kenara bırakarak Elçi Bey’in son vasiyeti üzerinde birşeyler söylemek istiyoruz.
Belki de bu makalenin yazarı Elçi Bey ile gayrıresmî, ancak samimî bir ortamda başbaşa en son konuşmayı yapmış kişilerden biridir. Temmuz ayının sonlarıydı, sanırım 26 Temmuz 2000 tarihiydi. Elçi Bey’in Ankara Hastanesi’nde yattığını bir hocamızdan duyduğum zaman ziyaretine gitmeye karar verdim. Elçi Bey’in hasta olduğunu ve daha önce de Ankara’ya tedavi için geldiğini biliyorduk. O zaman da pek çok engellemelere rağmen (resmî ve gayrıresmî) kısa da olsa görüşebilmiştik. Fakat onun bu kadar hasta olabileceğini hiç aklıma getirmemiştim. Bununla beraber, birtakım siyasî sebeplerden dolayı Elçi Bey’in Ankara’ya geliş-gidişleri gizleniyor, Azerbaycan’ın şimdiki devlet başkanı Haydar Aliyev’in belki de tesiriyle (onun etkisi olmasa bile, bizim hariciyecilerin işgüzarlığından dolayı) devlet töreniyle karşılanması ve ağırlanması hoş görülmüyor, hatta Türkiye’deki hükûmetlere bu durumun yük olduğunu da herkes biliyordu (Zaten Türkiye’deki en milliyetçi partiler ve dernekler bile cenazesine anlayamadığımız bir korkaklıktan dolayı sahip çıkmadılar. Başbakan yardımcıları bir yana, hiçbir parti başkanının cenazesine katılmaması da çok düşündürücüdür. Adriyatikten-Çin Seddi’ne laflarını sarfedenler nereye girdiler? Halbuki ona yakışır bir cenaze törenini bizzat Türk halkı hiç kimsenin desteği ve organizasyonu olmadan kendi içinden gelerek yapabilirdi!).
Biz Elçi Bey’in hem bir yoldaşı, hem de meslekdaşı olarak ölmeden yaklaşık bir ay önce bu vesiyle ziyaretine gittik. Ancak hastane yönetimine herhâlde yukarıdan emir verildiği için (veya hastalığı çok ilerlediğinden) herkesle görüştürülmüyor ve Elçi Bey’in hastanede olduğu duyurulmuyordu. Başhekim muavinine kendimi tanıtarak, daha önceden Elçi Bey ile tanışıklığımızı, aynı zamanda kendisiyle meslekdaş olduğumuzu söyledim. Hastane görevlileri gizlice Elçi Bey’in özel kalem müdürüne (veya yardımcısı) durumu anlatmışlar, o da Elçi Bey’e bildirdikten sonra beni yanına çağırdı. Gerçekten Türk dünyasının bu abide şahsiyetinin vaziyeti çok kötü idi. Artık herhâlde kendisi de öleceğini anlamıştı, fakat o halsiz ve hasta hâline rağmen, hâlâ gözlerindeki pırıltıda Türk dünyası görünüyor, Türk milletini düşünüyordu.
Rahmetliye bir isteğinin olup-olmadığını sorduğumda, söylediği ilk söz; “Türk Dünyasının birliği için çalışın” oldu. O, “Türklerin beraberliğinin her zaman devam etmesinin gerektiğini, bu muazzam insan topluluğunu idare edenlerin bazı politik sebeplerden dolayı birbirlerinden uzaklaşsalar da, Türk aydınının birlik ve beraberlik yolunda ortak düşünmesi lâzım geldiğini” söylüyordu (Özellikle Türkiye-Azerbaycan-Tataristan ve Özbekistanlı fikir adamlarına bu konuda büyük iş düştüğünü dile getirmiştir).
Böyle acı bir günde fazla söz sarfetmenin bir anlamı yok. Tarih onu şanlı sayfaları içerisinde bir Türk büyüğü olarak, zaten yaşarken kaydetti (Onu âdeta kaçırırcasına Azerbaycan’a gönderenleri ve iktidardan uzaklaştırılmasına yardımcı olanları da merak etmeyin tarih sayfalarına yerleştirmiştir). O 20. yüzyıla damgasını vuran Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan ve Nihal Atsız’la devam eden Türk milliyetçiliği fikrinin en son temsilcisiydi. Ruhun şad, mekânın Tanrı Dağları’nda Kür Şad’ın otağı olsun Elçi Bey. Türk milleti bütün vefasızlığına rağmen seni unutmayacak!