Ana Sayfa 1998-2012 EL KAVSÜ’L- HADÎD

EL KAVSÜ’L- HADÎD

Türk kültür târihinde çok kuvvetli bir “demir” motifi vardır. Eski Türkçede “temir” veyâ “temür” şeklinde telâffuz edilen bu mâden; hem günlük hayâta tesirli tarzda girmiş, hem de gayret, azim ve kuvvetin sembolü hâline gelmiştir.

Kendi adıyla anılan destanda Oğuz Kağan’ın, milletine hitâben söylediği ve vasiyet vasfı taşıyan nutku içinde:

“Ben sizlere oldum kağan,

Alalım yay ile kalkan,

Nişan olsun bize buyan,

Bozkurt olsun bize uran,

Demir kargı olsun orman.”

ifâdesi, demire atfedilen kudreti pek güzel anlatıyor. Demir kargılardan teşekkül eden orman, Türk Devleti’nin hâkimiyet gücünü ebedî kılıyor.

Aynı destânın baş tarafında, ormandaki dehşet saçan canavarı demir kargı ile öldüren Oğuz Kağan:

“Canavar(gergedan) geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü; demir olsa(olduğu için)…”

sözleri ile, yine demire mâl olmuş kuvvet iksîrinden bahis açıyor.

Ergenekon Destânı, baştan sona bir demir serenadı gibidir. Demir dağı eriten Türk irâdesi, Ergenekon’dan çıkışı, örsde demir döverek bayramlaştırır.

Orhun Âbideleri’nde, Kültigin Kitâbesi’nin güney cephesinde, Bilge Kağan, yaptıklarını anlatırken:

“Doğuda Şantung Ovası’na kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci Nehri’ni geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim…” diyor.

“Demir Kapı” imajı, Kök-Türklerden sonraki Türk boy ve devletlerinde de çok sık tekrarlanmıştır. Asya’nın merkezinden Balkan Dağlarına kadar, kubbe misâli “Demir Kapı”lar serpmişizdir.

Hz. Dâvûd’un, demire hükmeden peygamber olarak görünüşü, Kur’ân’dan aldığı hüccetlerle, Müslüman Türk topluluklarının anlayışlarına çok kuvvetli akisler dâvet etmiştir. Çağrı Bey başta olmak üzere, nice Türk önderi, “Dâvûd” künyesini kullanırken, daha ziyâde demirli takviyeler almayı murâd ediyorlardı.

Türk harb san’atının en öne çıkan silâhlarından ikisi, “ok” ve ”yay” idi. Her ne kadar bunlar bir arada kullanılıyor ve biri diğerini tamamlıyor idiyse de; yay, tek başına, yakın muhârebede, çok mühim bir savaş âleti mevkiindeydi. Bilhassa yayın kirişi, sonraki dönemlerin muhârebelerinde görülen süngünün yerini tutuyordu. Yay ile kirişin arasına alınan düşman askerinin başı, değişik sıkıştırma usûlleriyle cansız hâle getiriliyordu.

Osmanlı döneminde, hânedân mensuplarının katlinde de, Âl-i Osman’ın mukaddes sayılan kanı akıtılmasın diye, bu yay ve kiriş mârifetiyle netice alınıyordu.

Değişik maddelerden yay yapılmakla berâber, en makbûlü ve de kıymetlisi, demir yay idi. Demir yay, aynı zamanda onu taşıyana mühim haslet ve sıfatlar ilâve ediyordu. Türk târihinde, umûmun kabûlüne mazhar olmuş hâkimiyet sembollerinden biri de demir yaydı. Demir yayı, gündelik hayâtında ve halkın arasında koluna takarak taşıyanlar, dâimâ üstün, kuvvetli ve hâkim addedilmişlerdir.

Müslüman Türk topluluklarının kurduğu cihân-şümûl devletlerin ilki olan Selçuklu İmparatorluğu’nun tan ağarmasında, oldukça güçlü bir demir yay görünüşü bulunmaktadır.

Osmanlı vâkıâsının dibâcesinde nasıl Ertuğrul Gâzî ile babası Gündüz Alp’ın hakîkate kerâmet karıştıran hisselerini okuyorsak; Selçuklu’nun devlete yönelirken geçtiği yollarda da Selçuk Bey ile babası Dokak’ın hiç kaybolmamış ayak izlerini görüyoruz.

Selçuk Bey’in babasının, “Dokak” veyâ “Tokak” şeklinde telâffuz edilen bu isim kadar yaygın bir de unvânı vardı: “Temür Yalığ”(Demir Yaylı). Eski Türk an’anesinde demir yay, hâkimiyet ve metbûluk alâmeti olarak bilinirdi.

Selçuklu İmparatorluğu’nun temellerinin atıldığı yıllarda, Selçuk Bey’in Mangışlak’dan Cend’e uzanan tohum ekme ameliyesi, bütün varlık ve hikmetini Dokak’ın, Oğuz Yabgu Devleti’ndeki yürekli icraat ve davranışlarına borçludur.

Hazar Denizi’nin doğu ve kuzey sâhillerine bakan ve Türkler arasında “Deşt-i Hazar” tesmiye olunan geniş arâzi, Hazar Devleti’nin zaafa uğradığı 9. ve 10. asırlarda, tam mânâsıyla bir Oğuz ülkesi hâline gelmişti.

Oğuz Kağan’ın, ilk evliliğinden Gün, Ay, Yıldız; ikinci evliliğinden de Gök, Dağ, Deniz isimlerini taşıyan altı oğlu ve bu oğulların hepsinden dörder olmak üzere yirmi dört torunu Dünyâ’ya gelmişti. Bu torunların adlarını alarak yürüyen Oğuz boyları, 9. asırdan başlayarak Oğuz Yabgu Devleti diye bilinen siyâsî yapılanmanın içinde yer almışlardı.

Türk inanışına göre, Oğuz Kağan’ın yaşça en büyük torunu Gün Hân’ın oğlu Kayı Hân; en küçüğü de Deniz Hân’ın oğlu Kınık Hân’dı. Oğuz boyları listesinin başını ve so nunu tutan bu iki toruna bağlı boylar, yâni Kayı ve Kınık, çok güzel bir tevâfukla, iki Türk Cihân İmparatorluğu’nun kurucusu olacaklardır. Yine târihin gösterdiği sıraya bakarak, bu hususta önceliğin küçükte, yâni Kınık Boyu’nda olduğunu anlıyoruz.

Oğuz Yabgu Devleti’nin idârî mekanizması, boy tesânüdüne ve boy beylerinin asgarî müştereklerine göre teşekkül etmişti. Ramak kalmasına rağmen, henüz İslâm câmiâsına dâhil olmayan bu devletin tebaası, ezici çoğunluğu ile Gök Tanrı inancındaydı. Devletin en yüksek makâmı Yabguluk, o makâmda bulunan da Yabgu idi. “Yabgu” tâbiri, Türk târihinin değişik dönemlerinde farklı mânâlarda kullanılmıştır. Bu sözün karşıladığı ve hep “hükmedici” mevkide duran unvan; bâzen en büyük hükümdâr için, bâzen ikinci derecedeki tâbi hükümdâr için, bâzen de boy veyâ oymağın nüfûzlu şahsiyetleri için sarf edilmiştir.

Oğuznâme’de, Oğuz Kağan’ın dedesine – eski, köklü yabgu anlamında – “Dip Yabgu” deniyor. Bu tarz bir şecere takdîmi, aynı zamanda Oğuz Kağan’a hâkimiyet zemîni hazırlıyor. Yâni, Oğuz Kağan, yabgular soyundandır.

Selçuk Bey’in vefâtından sonra, Kınık Boyu’nun idâresini eline alan oğlu Arslan, daha hükümdâr vasfı taşımamasına rağmen “Yabgu” bilinmiş ve öyle anılmıştır.

Oğuz Yabgu Devleti’nin yabgusu, târihî seyri içinde, tâlî hükümdâr târifine uyuyor. Yine aynı devletin, boylara dayalı bir yapısı vardı. Nitekim, Yabgu kadar mühim şahsiyeti olan Dokak, Oğuz boyları tarafından kuvvetin ve hâkimiyetin alâmeti olan “Temür Yalığ” unvânı ile “kut”lu sayılmıştır.

Dokak’ın adına ilâve edilen bu Temür Yalığ ifâdesi, onun devlet piramidinde işgâl ettiği makâmın büyüklüğünü de göstermektedir. Çünkü, yay, Türk devlet geleneğinde çok büyük bir hâkimiyet unsûrudur. Bu sıfat, demirle birleştirilince, ortaya daha pekiştirilmiş, daha yukarılara taşınmış ve millî irâdenin teveccühüne mazhar olmuş hürmet mevkii çıkıyor.

Temür Yalığ Dokak, yâni, Selçuk Bey’in babası, kendisine verilen lâkab ile, Deşt-i Hazar’daki cümle Oğuz boy ve oymaklarının reisi; akla gelebilecek her hususta Türklerin hâcet gidericisi ve melcei idi.

Dokak’ın gururla taşıdığı bu Temür Yalığ unvânı, muâsır yabancı târihçilerin de mâlûmu olmuş, onların eserlerinde de zikredilmiştir. Arapça kaleme alınan birçok umûmî târihde “Temür Yalığ” kelimeleri Arapçaya “El Kavsü’l- Hadîd” şeklinde geçirilmiştir. Arapçada “kavs”ın “yay”, “hadîd”in de “demir” demek olduğu düşünülürse, adı geçen kalem sâhiplerinin, bu unvan aktarmasında aslına aynen riâyet ettiklerini söyleyebiliriz.

Sadreddin Hüseynî’nin “Ahbârü’d- Devleti’s- Selçûkiyye”sinde, Temür Yalığ deyişinin, Dokak isminin tercümesi şeklinde anlatılması, elbette bir hüsn-i zandan ibârettir. Yoksa, Dokak sözünde, zımnî olarak dahî böyle bir mânâ bulunmamaktadır.

Kök Türk târihinde Bilge Kağan ile Kül Tigin’in babaları, Kutlug Kağan adını taşımakta iken, devletin yeniden ihyâsına muvaffak olunca, “İlteriş” unvânını almıştı. Bunun gibi, Dokak, Türk millî ideâlinin buluştuğu hasletlerinden dolayı “Temür Yalığ”lığa lâyık görülmüştür. Kaldı ki, o, Temür Yalığ Dokak diye anılarak, unvânı ile ismini birleştirmiştir. Bu kelime kaynaşması ve izdivâcı da, Sadreddin Hüseynî’nin yanıldığını göstermektedir.

Dokak, Oğuz Yabgu Devleti’nin içindeki Türkler kadar, bu devletin hâkimiyeti altına girmemiş Türk boyları tarafından da önder olarak bilinmiştir. Bütün bu nüfûz kuvveti, Dokak’a Yabgu karşısında güç ilâveleri yapıyordu.

Reşidüddin Fazlullah’ın, “Câmiü’t-Tevârih”de Dokak’ın şeceresi hakkında verdiği bilgiler, tevâtüre dayalıdır. Buradaki mâlûmâtı nakleden pek çok müellif, Dokak’ın babasını “Toksırmış İlçi”, dedesini de “Kerakuci Hoca” isimleriyle zikrediyorlar. “Kereküçi” veyâ “Kerakuci”, “çadır direği yontucusu”mânâsına geliyor. Kelimenin Farsçadaki karşılığı da “hâr-gâh-teraş”.

Camiü’t-Tevârih’in, Dokak’ın ataları üzerinde serdettiği satırlar, biraz temelsiz görünmektedir. Çünkü, “Temür Yalığ” unvânını taşıyan birinin baba ve dedesinin de nüfûzlu kimseler olması, kendilerine tâbi boy ve boylar bulunan bir hânedândan gelmesi, Türk geleneğine daha uygun düşer.

Zâten Dokak’ın, Aral Gölü civârındaki çok kalabalık Türk kitleleri tarafından, hânedâna bağlılık psikolojisi içinde önder tanınması, bu çadır direği yontuculuğu hikâyesini asılsız kılmaktadır.

Temür Yalığ Dokak, Oğuz Yabgu Devleti’nde hangi vazîfeyi îfâ ediyordu? Bunu, kesin hatlarıyla bilemiyoruz ama, onun Türkler arasında “baş-buğ” olarak tanındığı, kendisine itaat ve hürmet hisleriyle bağlanıldığı muhakkaktır. Dokak’ın bu kudretli lider vasfından; hayli kıdem kazanmış ve riyâset koltuğunda oturmuş, mevkiini nesillerden beri elde tutan bir âileden geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tuğrul Bey’in maiyetinde mühim vazîfelerde bulunan İbn Hassûl, Sultan Tuğrul’dan başlayarak çıkardığı soy kütüğünü, efsânevî Türk hükümdârı Alp Er Tunga(Afrasyâb)’ya kadar çıkarıyor. “Tafzîli’l-Etrâk”(Türklerin Fazîletleri) isimli tanınmış eserinde, Selçuklu âilesinin şerefli bir nesebe dayandığını söyleyen İbn Hassûl, Reşidüddin’in rivâyetindeki zayıf noktaları tekzîb eder gibidir. Hamdullah Müstevfî’nin “Târih-i Güzîde”si de, bu tekzîb metnine imzâ koyan eserlerden.

Tonyukuk kâbında bir büyük vezîr olan Nizâmülmülk, meşhûr “Siyâsetnâme”sinde, Selçuklu Hânedânı’nın, babadan oğula hükümdâr olduklarını yazmaktadır.

İslâm dünyâsında Ebu’l-Ferec ve İbnü’l İbrî isimleriyle tanınan Yahûdî asıllı Süryânî târihçi Barhebraeus, “Târihü’z-Zamân” adlı hacimli eserinde, Tuğrul Bey’in Bağdad’daki Abbâsî Halîfesi’ne 1043 yılında gönderdiği bir mektuptan bahsederken, Türk Sultânı’nın kendisini bidâyetinden beri hükümdarlar çıkarmış bir âilenin mensûbu olarak takdîm ettiğini, altını çizerek anlatıyor.

Karahanlı Yûsuf Kadır Hân’la Gazneli Mahmud’un ortaklaşa plânı neticesinde pusuya düşürülüp Hindistan’daki Kâlincâr Kalesi’nde zindâna konulan Arslan Yabgu, yeğenleri Çağrı ve Tuğrul Beylere gönderdiği mektupta, şu ifâdeyi kullanıyordu:

“Yeğenlerim,

Hânlık peşinde koşmaya devâm edin. Zîrâ Mahmud (Gazneli), köle oğludur. Soyu belli değildir. Devlet, böyle adamlara bırakılamaz.”

Arslan Yabgu, bu düşünceleriyle, Gazneli Mahmud’un asâletini sultanlık için kâfi görmemektedir.

Silsile içinde Dokak, Selçuk Bey, Arslan Yabgu ve Çağrı ile Tuğrul kardeşlere, aradaki kritik gelişmelere ve yaşanan hayâtî derecedeki sıkıntılara rağmen gösterilen Oğuz itaati, hürmeti; Dokak öncesinden başlayan bir hânedân zincirini muhakkak kılmaktadır. Dolayısıyla; Dokak’ın, nesli gibi ataları da hâkimiyet gücünü ellerinde tutan lider ve komutan mevkiinde bulunmuş olmalıdırlar. Türk an’anesi ışığında, Dokak öncesi için yapılacak ensab tahminlerinde, Reşidüddin tesbitlerinin yeri olmadığı açıktır.

Oğuz Yabgu Devleti’nde, Yabgu’dan sonra ikinci prestijli makâm olan “Sü-başılık”, yâni, ordu komutanlığı, “baş-buğ” bilinen Dokak’ın uhdesinde olmalıdır. Bu tahminin dayandığı iki mühim gelişme var. Birincisi, Selçuk Bey’in Sü-başı olduğu kaynaklara aksetmiştir. Bu vazîfenin, o asrın anlayışına göre Selçuk Bey’e babasından intikâl etmesi kuvvetle muhtemeldir. İkincisi ise, Yabgu ile Dokak arasındaki, fizikî temasla vuruşmaya varacak bir münâkaşa, askerî sebeplerden çıkmıştır. Yabgu’nun, askerî mes’elede fikrini sorup danışacağı kişi, ancak Sü-başı olabilir.

Dokak ve ona bağlı Oğuz obalarının, Hazar Devleti’ne tâbi olduğunu, Oğuz Yabgu Devleti ile Dokak arasında geçtiği söylenen münâsebetlerin gerçeği yansıtmadığını kaydeden târihçiler de bulunuyor. Bunların başında da İbn Hassûl geliyor.

Dokak’ın fiilî olarak târih sahnesinde göründüğü zaman dilimi, Hazar Devleti’nin bir hayli güç kaybettiği ve Peçenek tehlikesi karşısında Oğuzlarla ittifak yapmaya çalıştığı bir devreye işâretler gönderiyor. Bu yüzden, Hazar Devleti’nin, kendileriyle ittifâka çalıştığı Oğuzları tâbi kılması, mantığa ters düşer.

Hazar realitesi ile Oğuz Yabgu Devleti’nin, daha adından başlayarak Oğuz kitlesini temsîle tâlip olan târihî duruşu, Hazarlı Dokak tahminlerini boşa çıkarmaktadır.

Temür Yalığ Dokak, Oğuz Yabgu Devleti’nde, Oğuz boylarının nüfûzlu önderi ve baş-buğu olarak, büyük ihtimâlle Sü-başılık vazîfesi uhdesinde, Yabgu’nun yardımcısı idi. Onun, Yabgu’dan sonra iki numaralı şahsiyet olduğu bellidir. Bunun böyle olduğu, Yabgu ile Dokak arasında cereyân eden ve karşılıklı vuruşmaya kadar uzanan münâkaşadan, açıkça anlaşılmaktadır.

Bahsedilen münâkaşa, Yabgu’nun bir Türk kitlesi üzerine yapacağı sefere, Dokak’ın karşı çıkması yüzünden başlamış ve seyircisi kalabalık bir açık sâhada, ikisi de at üzerinde oldukları hâlde – Avrupâî düelloları andırır tarzda – devâm etmiştir. Etrâfı dolduran Türk ahâlinin gözleri önünde, Yabgu kılıcını çekerek Dokak’ı yüzünden yaralamış, Dokak da elindeki gürzü savurarak Yabgu’yu atından düşürmüştür.

Maiyetindekilerin yardımı ile ayağa kalkan Yabgu, Dokak’ın derhâl yakalanması ve usûlüne uygun şekilde cezâlandırılması için emir vermişse de, kısa zaman sonra emir ve cezâ geri alınmıştır. Çünkü, Yabgu’nun karşısına aldığı, tek başına Dokak değildir. Dokak’ın arkasında, Oğuz Yabgu Devleti tebaasının, ekseriyeti temin edecek sayıda bir bölümü durmaktadır. Hiçbir şey olmamış gibi, eski hâlin devâmı, Yabgu’nun doğru ve isâbetli tercihi olmuştur.

Dokak tarafından sergilenen ve Devlet Reisi’ne karşı gelmek şeklinde tezâhür eden bu davranışın sebebi, şeklinden daha önemlidir ve de Dokak lehine puan getiricidir. Çünkü, Yabgu, ortada karşı taraftan yönelen bir tecâvüz bulunmadığı hâlde, durup dururken, hiçbir ciddî sebebe dayanmadan, bir Türk topluluğuna savaş açmak istemiştir. Soy ve din birliği olmayan yabancı kavimlerin üzerine dahî, icbâr edici bir gerekçe olmadan savaş açılmazken, aynı geniş âilenin mensûbu, yâni, Türk soyundan bir kitlenin üzerine, böyle sebepsiz, destûrsuz savaş açmak, Oğuz Yabgu Devleti’ne yakışmazdı. Dokak, buna karşı çıkmakla, Türk efkâr-ı umûmîyesinin içte ve dışta desteğini almıştır.

Temür Yalığ Dokak, bahsi geçen hâdise dolayısıyla, şuurlu bir Türk milliyetçisi olduğunu da göstermiştir. Onun, Oğuz Yabgu Devleti’nin sınırları dışındaki Türkleri de kucaklayan engin ufuklu bir milliyetçilik idealine gönül verdiği anlaşılıyor.

Bazı tarihçiler, bu münakaşada Dokak’ın, Müslümanlar üzerine yapılacak bir sefere itiraz ettiğini, böylece de İslâm müdafii mevkiine çıktığını söylüyorlar. Böyle bir müdafilik, Selçuk Bey için tereddüd etmeden sarf edilebilir ama, Dokak hakkında isâbetli olmaz. Zîrâ, İslâm dininin Oğuz boylarında yayılması Selçuk Bey’in husûsî gayretleri ile başlamıştır. Yabgu ile Dokak’ı karşı karşıya getiren hâdise, 9. asrın ikinci yarısında (875-885 arası) meydâna gelmiştir. Oğuz boylarının ve bu arada Kınık Türklerinin arasında ferdî vak’a olarak İslâm dinine geçiş, Dokak döneminde en asgarî seviyededir. Dokak âilesi ile çok kalabalık Kınık oymak ve obaları, 9. asır sonlarında hâlâ Gök Tanrı dinindeydiler.

Dokak’ın karşı durduğu ve uğruna Yabgu ile vuruşmayı göze aldığı seferin, Türkler üzerine yapılacağı daha uygun görünmektedir. Kaldı ki, bir kısım târihçiler, Selçuk Bey’in oğulları arasında İsrâil, Mikâil gibi isimleri göstererek, Selçuklu Hânedânı’nın menşeini Hristiyan, hattâ Mûsevî dininden sayıp, akla ziyân görüşler ortaya koymuşlardır. Selçuklu hakîkatine aslâ uymayan bu yakıştırmalar gibi, Dokak’ın İslâm müdâfii ilân edilmesi de, sâdece sâhibini bağlayan düşüncelerdir.

Babasının vefâtından sonra, onun devlet içindeki vazîfesini yüklenen Selçuk Bey, Yabgu ile düştüğü anlaşmazlık yüzünden, Sâmânoğulları Devleti’nden din adamı talebinde bulunacak ve Sâmânî hocalardan öğrendikleriyle, kendisi başta bütün Kınık Boyu’nu İslâma dâhil edecektir. Hemen ardından, vergi tahsîline gelen Yabgu’nun memurlarına:

“- Biz kâfirlere vergi vermeyiz’…”

diyecektir. Dokak’da eğreti duran İslâm müdâfii sıfatı, Selçuk Bey’e tam oturmaktadır. Târihî gelişmeleri “zaman” faktörü içinde değerlendirmek, istikâmet ibresini “doğru”ya çevirtecektir.

Temür Yalığ Dokak, milletimizin şanlı büyükleri arasında, kendine mûtenâ bir yer bulmuş, adını yükseklere yazdırmış mümtaz bir Türk’tür. O, Türklük ülküsünün yılmaz bekçileri içinde, mutlakâ hesâba alınması lâzım gelen bir kıdeme, tecrübeye sâhiptir. Mesâî ve gayretinin semeresini, daha oğlu Selçuk’la almaya başlayacak, Çağrı ve Tuğrul Beylerin art arda gelen muştulukları, ebedî uykusunda Dokak’ı rahata ve huzûra kavuştutacaktır.

Dokak, 10. asrın ilk çeyreği içinde vefât ettiğinde, oğlu Selçuk 17-18 yaşlarındaydı. Temür Yalığ Dokak’ın, Selçuk Bey’den başka çocuğunun olup olmadığını bilmiyoruz. Aynı şekilde, mezârının nerede bulunduğu sorusuna da cevap alamıyoruz. Zâten, onun hakkında elde edilebilen bilgilerin, biyografiye dâir kısmı, dâimî bir sis perdesinin arkasında duruyor. Hayâtı, hep takribî ölçülere dayanılarak dile getiriliyor.

Temür Yalığ Dokak, Selçuklu devletlerinin tamâmına temel teşkîl eden öncü icraatıyla, hem sulbünden yürüyen iktidâr sâhiplerine, hem de geniş mânâsıyla Türk milletine “ata”lık makâmındadır. Onun adı ve unvânı, Türk’ün ebedî hasletleri arasına, hiç çıkmayacak şekilde nakşedilmiştir.

Dandanakân Zaferi’nden sonra, kurulan Selçuklu Devleti’nin ilk sultânı olarak, başşehir ilân edilen Nîşâpûr’a at üstünde giren Tuğrul Bey, kolunda demir bir yay taşıyordu. Temür Yalığ Dokak, torununun oğlunun koluna girmiş, Türk’ün hâkimiyetini haykırıyordu…

 

Orkun'dan Seçmeler