Ana Sayfa 1998-2012 Ekonomide fırtınalı dönemler

Ekonomide fırtınalı dönemler

TÜRKİYE’de sağ ve sol görüşlerin varlığı, inkâr edilemez bir gerçektir. Diğer bir gerçek de bu görüşlerin; büyük ölçüde kültürü, siyaseti, yaşama biçimini ve dünya görüşünü etkilediği hâlde, ekonomi sistemine yansımadığıdır.

Geriye baktığımızda şunları görüyoruz: 1923 – 1950 döneminde uygulanan ekonomi sisteminin adı konulmamıştır. Kuruluş dönemi idi. Döviz kıtlığı vardı. Kendi yağımızla kavrulmanın çareleri araştırılıyor, bulunuyor ve uygulanıyordu. Genel hatları ile devletçi anlayış hâkim olmakla birlikte, günümüzde bile ulaşılamayan liberal uygulamaların temeli atılıyordu. Sümerbank, ileride özel sektöre devredilmek üzere kuruluyordu. Özelleştirme kavramı, o dönemlerde kanun metinlerine girdi. O dönem, devletin ekonomiye hâkim olduğu, müdâhalenin yoğun olduğu dönemdir. 1950 – 1960 döneminde uygulanan ekonomik sisteme karma ekonomi denilmekle birlikte, bazı sektörlerde devletçiliğe, bazı branşlarda ise özel sektöre ağırlık veren uygulamalar ön plâna çıkmıştır. 1960 – 1980 arası, çoğunluğu itibariyle koalisyonlar dönemidir. Sık sık iktidar değişiklikleri olduğu için ekonomi ile ilgili sistemler de kısa aralıklarla değişmiştir.

Ülkemizde köklü bir ekonomi sisteminin uygulamaya konulması 1980’de başlar. 24 Ocak kararları olarak anılan sistem 10 yıllık dönem içerisinde zaman zaman çizilen zikzaklar bir kenara bırakılırsa, küçük rötuşlar, ince ayarlar ve eklemelerle devam ettirilmiştir. Adına liberal ekonomi denilmekle birlikte, yönlendirme amacı ile olduğu iddia edilen devlet baskısı yoğun bir şekilde devam etmiş, kontrol mekanizması ise gereğinden gevşek tutulmuştur. Temel ekonomi politikaları çerçevesinde bir ara ihracat desteklenmiş, gün gelmiş turizm yatırımlarına ağırlık verilmiş, bir başka dönemde ise ‘yerli sanayi ürünlerinin kalitesinin yükselmesine yol açar.’ görüşü ile ithalâta prim verilmiştir. Zaman zaman da rekabet kapıları ardına kadar açılmış, vahşi ekonomi kuralları uygulanmış, ‘Ölen ölür, kalan sağlarla yola devam edilir.’ denilmiştir. Bu düşüncenin faydası görülmedi değil. O dönemde yılda 10.000 televizyon üretiliyor, bunun yarıdan fazlası ihraç ediliyordu. Üstelik televizyo n ithalâtı da serbestti. Her sahada üretim boldu. Fakat oyunu kaidesine göre oynayanların kârları azdı. Üretim-kâr dengesinin oluşturulması için kural dışına çıkışlar başladı. O günlerde edinilen kötü alışkanlıkların sıkıntısı ile uzun zaman çatlak vazolara benzer ekonomi yapımız oldu.

O hareketli dönemde, alınan kredilerin verimi ile özkaynaklar sağlıklı bir yapıya kavuşturulamadan popülist politikalar uygulanmaya başlandı. İşte o zaman çömlek kırıldı. Bu sebeple 1990’ların ikinci yarısından bu yana ekonomi ocaklarında, lezzeti bir yana, doğru dürüst aş pişmez oldu.

İnsanoğlunun tabiatında vardır: Çok kişi, teneffüs ettiği havanın kıymetini bilmez. Kendisine sunulan rahat yaşama şartlarının da… Elektrifikasyonda, telekomünikasyonda ve ulaşımda büyük mesafeler alındı. Çok ve güzel işler yapıldı. Belki kırıp dökerek, döküp saçarak…Fakat yapıldı. Yapılmasaydı, 20 yaşında bir delikanlının, 10 yaşında iken giydiği elbiseleri giymesi hâlinde çekeceği sıkıntıları çekerdik. İnsanlarımızın bir bölümü, bu nimetlerden yararlanacak kaynağa sahip değildi. Yararlanabilenlerin gerisinde kalmak istemeyenler ya borçlandılar veya gayri meşru yollara tevessül ettiler. Devlet, borçlarını ödemek için yeniden borçlandı. Devletle birlikte şahısların da borçlanması sebebiyle sosyal dokumuz zedelendi. Ekonomideki krizler, kültürel sarsıntılara yol açtı. Her kültürel sarsıntı, yeni bir krizin sebebi oldu. Krizler sosyal ve kültürel fay hatlarını derinleştirdi.

Türkiye, tarihinin en büyük krizini 1999 yılının ortalarından 2002 yılı sonuna kadar olan dönemde yaşadı. Bu dönemde millî gelir 200 milyar dolardan 148 milyar dolara düştü. Dolar 600.000 liradan 1.600.000 liraya yükseldi. İç ve dış borçlarımız arttı. 1999 Marmara depremi ve bankacılık sektöründeki krizlerle birlikte toplam kaybımız 200 milyar dolar oldu.

2000’li yılların öncesinde ekonominin üç kara deliği vardı: Sosyal güvenlik kurumlarının açıkları, Kamu İktisadî Teşebbüsleri’nin zararları ve destekleme alımlarının sebep olduğu açıklar. Bunlar devam ediyor. Ayrıca devlet, her yıl vergi olarak tahsil ettiği 100 liraya karşılık 105 lira faiz ödüyor. 2000 yılından bu yana borçlarımızı, faizle borç alarak borç ödediğimizden, % 5 olan açık, sonraki yıllarda 2, 4, 8, 16… şeklinde, geometrik diziler hâlinde artacak.

HER ŞEY BİTTİ Mİ?

Buna rağmen; dibe vurmuş, yolun sonuna gelmiş, duvara dayanmış değiliz. Dünya Bankası ve bağlı kuruluşu IMF ile, uğruna her şeyimizi vermeye hazır olduğumuz Avrupa Birliği (AB) ve stratejik müttefikimiz (!?) Amerika Birleşik Devletleri (ABD), bize çelme taktı. Düştük, düşürüldük. Düştüğümüzün farkına varırsak, ayağa kalkmamız zor değil. Kalktıktan sonrası kolay olacak. Ne yazık ki etkili ve fakat yetkisiz kuruluşlar ile yetkili ve fakat etkisiz kurumlar, düştüğümüzü kabullenmiyorlar. Asıl tehlike de burada.

Çaresiz miyiz ? Elbette değiliz.

Tıp alanının bir gerçeği vardır: Teşhis doğru ise tedavi mümkündür. Bu gerçek, ekonomi için de geçerlidir. Doğru teşhisler konulmuştur.

Türkiye, emek yoğun ekonomiden sermâye yoğun ekonomiye gecikmeli olarak geçti. Yeni sisteme ayak uyduracakken teknoloji yoğun ekonomi dönemi başladı. O dönem de hızla aşılıp teknoloji üretimine geçildi. Dünya bu gelişmeleri, biz; “Yabancı sermaye gelsin mi gelmesin mi?” tartışmalarını yaparken yaşadı. Ekonomistlerin; teknoloji ve kaynak yetersizliği sebebiyle verimli çalışamayan yerli firmaları, yabancı firmalarla evliliğe davet etmelerine kimse aldırış etmedi. Bu evliliklere yönelindiğinde, mevzuatımızda değişiklik yapılması gereğinin farkına varıldı. Onlarla meşgul olurken, bir de baktık ki, ticaretten ziraate, sigortacılıktan bankacılığa… bütün sektörlerde yabancı firmalar hâkimiyet kurmuşlar. Yerli firmalar ise, eski demirperde gerisi ülkelerine göç etmişler. Onlar geri gelmeye hazırlar. Mevzuat düzenlemesi bekliyorlar.

İşsizlik hâlâ gündemdedir. Tarımda fazla istihdam imkânı yoktur. 70.000.000’a yakın nüfusumuzun 31.000.000’u tarım sektöründe. Dünya ülkeleri ortalaması % 5’in altında iken bizde % 44’ün üzerinde. Bu sebeple Hollanda’nın sütü, Belçika’nın elması yerlilerden daha ucuz.

Senelik nüfus artışımız yaklaşık 2.000.000. Bu artışı tarımda istihdam edemeyiz. Ancak sanayide ve hizmet sektöründe değerlendirebiliriz. Buna rağmen tarım üretimini artırmak mecburiyetindeyiz. Çünkü yıllık 2.000.000 nüfus artışı, ilâve olarak 400.000 ton buğday ihtiyacını gündeme getiriyor. Sadece ekmek olarak. Diğer ihtiyaçlar hiç hesapta yok. Bu nüfus artışı olacak. Durduramayız. Durdurmamalıyız. İhtiyaçlar da karşılanacak. Karşılanmalı. Bu denge temin edilirken sıkıntılar da yaşanacak. Paylaşırsak rahat ederiz.

Hollanda toprak itibariyle Konya’nın % 80’i kadar. İhracatı 24 milyar dolar Toplam ithalâtı ise 20 milyar dolar. 4 milyar dolar fazlası var. Bu farkı teknoloji ile sağlıyor. Bizim bu teknolojiye ihtiyacımız var. Onlar, bir dönümden 40 ton patates alıyorlar. Biz, henüz 5 tondayız. Bizim 1 ton çelik satarak elde ettiğimiz dövizi, İsrail, bir kilo domates tohumu satarak elde ediyor. Bizim, bu teknolojiye de ihtiyacımız var. Araştırmalara İsrail’den önce başlamıştık, vazgeçirdiler. Yeniden başlamalıyız. Oktay Sinanoğlu bu konunun uzmanıdır. Dönen dolapları da çok iyi biliyor.

Otomobil üreten yarım düzine fabrikamızın yıllık üretimi, Güney Kore’deki bir tek fabrikanın ürettiği otomobil sayısının yarısından daha az. Bizim verim ekonomisi kavramını öğrenmemiz gerekiyor. Bilen elemanlarımız var. Uygulamaya koyacak siyasî otorite gerekli.

Bizde enerji kalitesiz ve pahalıdır. Gelir ve kurumlar vergileri ile ücretlere uygulanan stopaj oranları yüksektir. Bu şartlarda üretim yapan sanayicimizin rekabet gücü zayıftır. Asıl malî reform bu alanda olmalı.

Türkiye’de sanayinin % 50’si kamunun elinde. Daha önemlisi ana hammadde üretimi kamu kuruluşları tarafından gerçekleştiriliyor. Prodüktif üretim yakalanamadı. Çare olarak özelleştirme gösterildi. Orada da başarı sağlanamadı. Borsa, çare olabilirdi, spekülâtörlerin eline geçince, çare olmaktan çıktı. Gelir Ortaklığı Senetleri, Borsa aracılığı ile özelleştirme, yap-işlet-devret veya yap-işlet-işletmeye devam et modelleri, kaynak yetersizliğine çare olabilir.

Evet. Problemlerimiz çok. Fakat çözümler açısından da fakir değiliz. En azından iktisadî çöküşün sebeplerini biliyoruz. Çöküşten kurtulmanın yollarını da… Tek eksiğimiz bilinenleri uygulamaya koyacak cesaretli bir siyasî otorite.
 

Orkun'dan Seçmeler